19. CİHADIN LÜZUMU
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm.
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ hayri halkıhî muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi- ihsânin ilâ yevmi’d-dîn...
Emmâ ba’dü, fa’lemû eyyühe’l-müslimûn... Feinne efdale’l- kitâbi kitâbu’llàh... Ve efdale’l-hedyi hedyü seyyidinâ muhammedin salla’llàhu aleyhi ve sellem... Ve şerre’l-umûri muhdesâtühâ... Ve külle muhdesin bid’ah... Ve külle bid’atin dalâleh... Ve külle dalâletin ve sàhibehâ fi’n-nâr... Ve bi’s-senedi’l- muttasili ile’n-nebiyyi salla’llàhu aleyhi ve selleme ennehû kàl:
سَاعَةٌ فِي سَبِيلِ ا، خَيْرٌ مِنْ خَمْسِينَ حَجَّةً (الديلمي عن ابن عمر)
RE. 295/4 (Sâatün fî sebîli’llâhi, hayrun min hamsîne hacceh.) Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemà kàl.
Muhterem müslümanlar! Peygamberimiz SAS Efendimiz Hazretleri’nin ehâdis-i şerîfesini Râmûzü’l-Ehâdis isimli hadis kitabından okumağa devam ediyoruz.
Hadislerin izahına geçmeden önce Peygamberimiz Muhammed-i Mustafâ SAS Efendimiz’in ruhu için, sonra cümle enbiyânın, asfiyânın, hâssaten Ebû Bekr-i Sıddîk ve Aliyy-i Murtazâ’dan, sahabe-i kirâmdan hocamız Mehmed Zâhid-i Bursevî’ye kadar güzerân eylemiş olan din büyüklerimizin, sâdâtımızdan, meşâyihimizin cümlesinin ruhları için ve eserin müellifi, hocamızın hocası Gümüşhaneli Ahmed Ziyâeddin Efendi Hazretleri’nin ruhu için; eserin içindeki hadis-i şeriflerin bize kadar gelmesinde emeği geçmiş, faydası dokunmuş olan ulemânın ve ruvâtın ruhları için, ve uzaktan yakından bu hadis-i şerîfleri dinlemek üzere bu mescide şu mübarek aylarda teşrif etmiş olan siz kardeşlerimizin, cümlemizin ahirete irtihal eylemiş olan cümle geçmişlerimizin ruhları için bir Fâtihâ üç İhlâs-ı Şerîf hediye edelim...
................................
a. Allah Yolunda Cihadın Fazileti
İbn-i Ömer yâni halife Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah’tan —
Allah her ikisinden de râzı olsun— nakledildiğine Peygamberimiz SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:224
سَاعَةٌ فِي سَبِيلِ ا، خَيْرٌ مِنْ خَمْسِينَ حَجَّةً (الديلمي عن ابن عمر)
RE. 295/4 (Sâatün fî sebîli’llâh) “Allah yolunda bir saat, (hayrun min hamsîne hacceten) elli hac etmeden daha hayırlıdır.” Allah yolunda bir saat ne demek? Bir kere buradaki saat, altmış dakika demek değil. Zamanın herhangi bir parçasına Araplar —Arap dilinin örfü, kullanış tarzı böyle— saat diyorlar. Saat dedikleri zaman, altmış dakikayı kasdetmiyorlar da, zamanın bir parçası. Yâni, Allah yolunda bir saat, bir miktar, bir zaman bulunmak demek. Yoksa, altmış dakika bulunmak mânâsına değil. Elli dokuz dakika olursa olmaz mânâsına değil. Bir müddet Allah yolunda bulunmak demek…
Allah yolunda bulunmaktan kasıt nedir? Yâni, kâfirler ile cihad etmek, savaşmak.
“—Bu niçin? Müslümanlar niçin kâfirlerle çarpışır?” Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin dini yücelsin, yayılsın; herkes
Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin emrini, tedvinini, insanlara göndermiş olduğu yasakları, buyrukları duysun diye yapılır.
Adam kâfir olabilir, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin emirlerinin, yasaklarının duyurulmasında mânî olmuyor ise, çarpışılmaz onunla. Vergi alınır, o kendi yaşayışına devam eder, müslümanlar da yürür gider. Yâni, İslâmî faaliyetlerini devam ettirirler, İslâmî emirleri tebliğ etmeğe devam ederler. Mânî olduğu zaman,
224 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.334, no:3504; Ebû Nuaym, Hilyetü’l- Evliyâ, c.V, s.188; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.IV, s.327, no:3457; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.538, no:10691.
müslümanlarla çarpıştığı zaman, müslümanları alt etmeğe gayret ettiği zaman, onların memleketini istilâya uğraştığı zaman, o zaman tabii çarpışmak icab eder.
Peygamberimiz SAS Efendimiz’in hayatına bakacak olursak, bizzat kendisi başlatmamış... Kâfirlerle arasındaki mücadelede başlayan kim? Kâfirler. Kâfirler müslümanlığı yok etmek istemişler. İnsanlar müslüman oldu diye, olmadık eziyetler yapmışlar.
Nasıl eziyet? Çölde odunları yakarlarmış, odunlar yandı, odunlar ateş haline geldi, köz oldu. O zaman esiri yatırırlarmış, müslümanları yatırırlarmış ateşin üstüne sırtını, o ateş sırtına değiyor.
“—Dininden dön! Dönmezsen bu işkenceye devam edeceğiz.” derlermiş.
Sığırı soyarlarmış, derisi çıktı, ıslak deri. Vücuduna sararlarmış işkence edecekleri şahsın. Arabistan’ın kızgın 50 derece güneşinin 60 derece güneşin altına bırakırlarmış. Yumurta pişer yâni. O kadar sıcak ki yumurtayı koyarsın kumun içine, pişer. Çiğ yumurta pişer. O sıcakta tabii deri ne olur? Kurur. Kuruyunca deri ne olur? Kemik gibi olur. Çatır çatır olur. O böyle sarılı vücudu sıkmağa başladıkça, cıyak cıyak bağırdıkça; “Dininden dön, kaldıralım işkenceyi!” derlermiş.
Her türlü işkenceyi yapmışlar.
Meselâ, Bilâl-i Habeşî, şu Seyyidü’l-müezzinîn, RA… Kendisine her türlü işkenceyi yaparlarmış, “Dininden dön!” derlermiş. O yine, “Ehad, ehad, ehad!” dermiş. Yâni, “Allah-u Teàlâ bir tek!” dermiş. Öyle müteaddit değil...
لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ إِ اللهَُّ لَفَسَدَتَا (الأنبياء:٢٢)
(Lev kâne fîhimâ âlihetün illa’llàhe lefesedetâ) [Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti.](Enbiyâ, 21/22) Hiç öyle şey olur mu? Allah-u Teàlâ bir tane…
(Lâ ilàhe illa’llàh, muhammedün rasûlü’llàh) dermiş, dönmezmiş.
Müslümanların içinde böyle işkenceyle şehid olanlar çok. O zaman Peygamber SAS Efendimiz’e gelip dediler ki:
“—Yâ Rasûlüllah! Dua etsen de, Allah-u Teàlâ Hazretleri bunları kahreylese...”
O zaman, Peygamber Efendimiz sabır tavsiye etmiş. Müslümanlara ezanın yapabildikleri her çeşidini yaptılar.
Rasûlüllah SAS Efendimiz Kâbe-i Müşerrefe’de ibadet edecek, işkence ettiler. Namaz kılacak, mani olmağa çalıştılar. Secde ettiği esnada, başının üstüne kirli şeyler koymak, çeşitli şekillerde ezâ, cefâ etmek...
Hazret-i Ebû Bekir RA’a: “—Sen müslüman oldun, çıkamazsın dışarıya, çıkmayacaksın!” dediler.
O zaman evinde ibadet etmeğe başladı, kendi evinin avlusunda ibadet etmeğe başladı. Başkaları da bu nasıl ibadet ediyor diye avlunun etrafına toplanıp bakarlardı. Bu sefer:
“—Herkes seni görüyor, orada da yapma!” demeğe başladılar.
Yâni, evinde ibadet edecek, ona dahi mânî olmağa kalktılar.
Müslümanlar o kadar mazlum duruma düştüler, o kadar zayıf duruma düştüler. Yâni, mânevî bakımdan zayıf değil, kuvvetli de, maddi bakımdan… Böyle o kadar ezaya, cefâya maruz kaldılar ki, muhtelif yerlere hicret ettiler. Habeşistan’a gitti bir kısmı, bir kısmı başka diyarlara göç etti...
Peygamber Efendimiz de onların işkencelerinden, sıkıntılarından, verdiği ezalardan dolayı Taif’e gitmeğe karar verdi, başka yerlere gitmeğe karar verdi. Yâni, insanları alıştıkları yerlerinden, yurtlarından “Rabbim Allah!” dedi diye, çıkarmağa başladılar.
Sonunda bütün ezâlara, cefâlara rağmen hiç bir şey yapamayınca, dönmeyince, azalmayınca bu sefer dediler ki:
“—Bunlara yiyecek satmayalım, her işlerine mani olalım, bunalsınlar.”
Senelerce sürdü iktisâdî bakımdan onlara verdikleri tazyikler. Müslümanlar çok bunaldılar. Öyle de olmadı.
Bu sefer Peygamber SAS Efendimiz’i öldürmeğe kalkıştılar. Öldürmeğe kalkışınca, dediler ki:
“—Onun kabilesi var. Birimiz öldürürsek kan davası olur. O
öldüren kimsenin ailesi zarar görür. Hepimiz kabilelerimizden birer delikanlı seçelim, el birliğiyle hepsi hücum etsin, kim
vurduya gitsin. İşte bütün Mekke ahalisiyle savaşacak değil ya onun kabilesi, o zaman iyi olur.” filan dediler.
Seçme bahadırları topladılar, vazifelendirdiler, Peygamber Efendimiz’in evinin etrafını kuşattılar. Peygamber Efendimiz’e o zaman hicret emrolundu. Peygamber Efendimiz de, Allah onlara göstermeden aralarından sıyrıldı, çıktı gitti. Medine-i Münevvere’ye terk-i diyâr etti. Yâni, Mekke-i Mükerreme’yi bırakmak zorunda kaldı.
Mekke-i Mükerreme’den çıktıktan sonra, şöyle yüksekçe yerinden dönmüş, mahzun mahzun bakmış Mekke-i Mükerreme’ye, demiş ki:
“—Eğer müşrikler beni senden çıkartmamış olsalardı senden hiç ayrılacak değildim.” Seviyor... Vatanı, doğduğu yer, mübarek yer. Tâ Hazret-i İbrahim AS’dan Kâbe-i Müşerrefe bina edilmiş. Âdem AS’dan yeri malum, mübarek bir yer. E çıkmak ister mi? Gözü doldu, mahzunlaştı... “Çıkmazdım ama, çıkartıyorlar.” diye yola koyuldu.
E bu kadar zulümden sonra, müslümanlar da bir kere: “—Niye bu zulmü yapıyorsun bize canım!” derse çok mu?
Şimdi Avrupalılar, hainler diyorlar ki:
“—Müslümanlık kılıç dini, zorbalıkla iş yapıyor...”
Müslümanlık mazlumluk dini… Müslüman her yerde mazlum ama, sen mazlum gördüm diye tepesine çıkarsan, eza cefa, eza cefa, eza cefa edersen, e sonunda Allah-u Teàlâ zulme râzı gelir mi? Gelmez. Zulüm ile hiç bir şey pâyidâr olmaz. Zulüm muhakkak yıkılmağa mahkûmdur.
Eskilerden misal verdik, bir de yakın misal olarak Kıbrıs’ı ele alalım. Kıbrıs kimin? Ecdadımızın. Ne zamandan? Bir kere sahabe-i kirâm zamanında İslâm orduları gelmiş, fethetmişler. Orada sahabe kabirleri var. Ondan sonra işte şöyle olmuş böyle
olmuş neyse başka idareler gelmiş. Nihayet Osmanlılar Kıbrıs’ı fethetmişler. Kıbrıs bizim bir şehrimiz olmuş. Valiler göndermişiz, memurlar göndermişiz, gelmiş gitmiş... Bizim bir adamız olmuş.
Ondan sonra, biz Ruslarla bir harb ettiğimiz zaman225 allem etmişler, kallem etmişler... Tarihin hiç bir zamanında Yunanlıların olmuş değil Kıbrıs. Hiç... Oranın bir ahalisi olmuş ama Yunanlıların olmuş değil hiç bir zaman. İngilizler Osmanlıların zayıflığından faydalanarak, Kıbrıs adasına el koymuşlar.
Tabii, kendileri Kıbrıs adasına el koyunca, kâfir kâfiri kayırıyor, bu sefer başlamışlar Rumların çoğalması için onları yerleştirmeğe filan... Ama gene bir arada yaşıyorlar. Bu sefer Rumlar bu müslümanları asmağa, kesmeğe başladılar. Sıkıntılar başladı. Mallarını vermemeğe başladılar, tarlalarını, mülklerini yağmalamaya başladılar, tapu kayıtlarını tanımamağa başladılar.
Ondan sonra: “—Sen buradan dışarı çıkamazsın, sen şunu yapamazsın, sen şu işte çalışamazsın...” Zorbalık yapıyor yâni, kabadayılık yapıyor. Zulüm büyüdü büyüdü, büyüdü büyüdü... Birçok insanı öldürdüler. Çeşitli safhalar oldu. Hepiniz biliyorsunuz, hatırlatma babında söylüyorum. Sonunda ne oldu zulüm?
Biz iktisâdî durumu iyi, silahları çok kuvvetli, çok modern silahları olan bir devlet değildik. Onların da arkasında Avrupa devletleri vardı, modern devletler vardı, silahları vardı, şunları bunları vardı ama zulmettikleri için Allah mazluma yardım eder. Her yerde kaide böyledir. El-hamdü lillâh, bak bir miktarını almak, kurtarmak mümkün oldu, oradakiler de rahata erdiler.
Ondan sonraki incelemelerde anlaşıldı ki, adamlar bir köye gelmişler, bütün köy ahalisini kesmişler, bir çukura koymuşlar. Çıktı hep, toprakların altından çıktı. E şimdi insafsızlar söyleyin bakalım, müslümanlar mı kılıçlı, zalim, zorba; siz mi zorbasınız? Müslümanlık kılıç dini diyorlar... Asıl sizsiniz kılıcı çekip, kullanıp da, her yerde zulmeden…
225 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı, 93 Harbi.
“—Müslümanların elinden Suriye’yi alacağız, Kudüs’ü alacağız!” diye tarih boyunca sayısız Haçlı Seferleri yaptılar.
Yakıp yıkıp, kırıp döküp geçirip ta Kudüs’e kadar geldiler. Kudüs’ü bir keresinde fethetmeleri mümkün oldu. Kadın demediler, çocuk demediler, ihtiyar demediler... Yetmiş bin kişi kesmişler. Söyle bakalım şimdi kılıç kuvvetiyle iş yapan, zorbalık zalimlik yapan Haçlılar mı, yoksa mazlum müslümanlar mı?
Müslüman bir kere, silah tutanı öldürür. Senin karşına çıkıp da silah tutmuşsa bizim dinimizin kuralı öyledir, onu öldürür savaşta. Yoksa gidip de müdafaasız kadını, çocuğu öldürmez, ihtiyarı öldürmez. Hiç dokunmamıştır onlara…
Bak zorbalığa, edepsizliğe bak! Geçelim bizim memleketi, Kıbrıs’ı bırakalım; Tunus’ta, Cezayir’de ahalinin %40’ını kesmişler Fransızlar. %40 demek, yüz kişide kırk kişi demek... Memleketi kurutmuş adamlar. Libya’da İtalyanlar %50’sini kesmişler. Yâni, her iki kişiden bir kişiyi kesmişler. Dikilmiş hurma ağaçlıklarını tahrib etmişler, mâmureleri harabe haline getirmişler.
E söyle bakalım insafsız, şimdi müslümanlık mı merhamet dini; yoksa sizin yaptığınız mı gaddarlık, zulüm? Bu hadiselerden
ortaya çıkmıyor mu?
Bir de müslümanları böyle tenkit ederler, yâni müslümanlık kılıç dini derler. Aslı esası yoktur. Müslümanlar nefsini müdafaa etmek için savaşmıştır. E tabii, zulüm böyle bu hale gelince, o zaman müslüman kaçmaz. Bir adım geri gitmez. En büyük günahları sayar dinimiz, hadis-i şerifler: Zina günah, hırsızlık günah, iftira günah sayar... Bir de, (el-firâri yevme zahfin) savaş günü sırtına düşmana dönüp de, geriye kaçmak günahtır, büyük günahtır.
Müslüman kaçmaz. Ölür gene kaçmaz. Orada durur, bırakmaz orasını. Bizim imanımızın icabıdır. Bizim savaşlardaki başarımız imanımızdandır. Her derste söylüyorum, gene de söylerim, ileride de söyleyeceğim: Bizim bu topraklarda yaşayışımız müslümanlığımızdandır. Müslüman olmasaydık, bu topraklar bizim olmazdı şu sırada. Balkanlardaki fütühatımız müslümanlığımızdandır, imanımızdandır...
Kimse bedavadan canını vermez. Ahirete inanıyor da mukabilinde cennet olduğunu Kur’an-ı Kerim bize müjdeliyor da, onun için. Beline dolayıp öyle gidiyor. Başına sarık sarıp öyle gidiyor. Onlar ölmeğe gidiyor. Yaşamak niyetiyle gitmiyor, “Öleyim de şehid olayım!” diye gidiyor. Öyle kazanmışlardır.
Hâsılı zamanı gelince cihad vardır. Cihad yapılıyor mu? Yapılıyor tabii. Hiç bir asır cihadsız kalmamıştır. 20. Yüzyıl, medeniyet filan hepsi lafta... Bak nasıl köy ahalisini kesip gömmüşler toprağa… Nasıl düşman saldırınca cihad oldu, her zaman olur. Her yerde olur, cihad kesilmez. İşte böyle cihadda bir an bulunmak, bir müddet bulunmak, bir saat bulunmak…
Farz olduğu zaman kişiye, cihad meselesi ortaya çıktığı zaman, o zaman yetmiş defa haccetmekten daha hayırlıdır. Haccetmenin sevabı çok büyük… Bütün günahları affoluyor insanın. Yetmiş defa haccetmekten daha hayırlı buyuruyor Peygamber Efendimiz.
Şimdi buradan tabii cihadın ehemmiyetini anladık ve bu hadise destek olacak pek çok hadis-i şerifler de vardır, ayet-i kerimeler de vardır.
Şimdi bu savaş neden yapılıyor? Müslümanları korumak için,
İslâmiyet’i duyurmak için, İslâmiyet’in sönmemesi için yapılıyordu. O halde müslümanların yine korunması için, müslümanlığın gene insanlara duyurulması için yapılan gayretler de cihada dahildir. İyi müslüman olmak için, müslümanlığın yayılması, korunması için yapılan gayretler de yine cihada dahildir. Yâni, şu sırada bir harp yok, silahı elime alıp da muharebe yapamıyorum ama, onu yapmak için sarf edilen gayretler de cihada dahildir.
“—Efendim ben şimdi askere gidiyorum, bu ecri alabilir miyim?” O ecir gene alınır. Çünkü o asker hazır kuvvet. Yâni, harp patlarsa yapacak. Ama harp olmayınca da, talimiyle meşgul oluyor. O talimin de, hudutta beklemenin de büyük sevabı var.
Müslümanlığı korumak oturduğu yerden de olur. Kılıçla da olur, kalemle de olur. Eline alırsın bir kalem, bir makale yazarsın, onu okuyan irşad olur, hak yolu kabul eder; o da cihad olur. Birisi müslümanlara saldırmıştır, müslümanlara haksız iftiralarda bulunmuştur. Demin söylediğim gibi, “Müslümanlık kılıç ile yayılmıştır.” filan gibi şeyler söylemiştir. Ona cevap verirsin, o da cihad olur.
Yâni, cihadın sadece bir çeşidi yok, pek çok çeşitleri var. Kılıçla olur... E şimdi kılıç devri geçti; tabancayla olur, topla olur, roketle olur, uçakla olur... Kalemle olur, dil ile olur. Karşındakine dilinle İslâm’ı anlatırsın veya İslâm’ı müdafaa edersin, dil ile cihad olur.
Sonra insanın kendisi ile, kendi nefsiyle mücadelesi cihad olur. Kendi nefsinin kötü arzularını yenmek için, kötü ahlâkını iyi ahlâka çevirmek için yaptığı gayretler cihad olur.
Allah-u Teàlâ Hazretleri bize cihadın mânâsını iyice bildirsin... Mücâhid fî sebîli’llâh, Allah rızası için, Allah yolunda malıyla, canıyla, gönlüyle, kalbiyle, diliyle, eliyle cihad yapanlardan eylesin...
Malla olur... Mal sarf edersin, asker beslersin, askere techizât alırsın veyahut gaziyi teçhîz edersin cihad olur. Silah malzeme alırsın cihad olur. Allah yoluna sarf edersin malını öyle olur. Canla olur...
Kendi canını ortaya koyarsın, kendi er meydanına sevk
edersin, öyle olur. Çeşitli şekilleri var. Sevabı çok büyük… Ölürse insan, cennet garantidir; kalırsa, gazi olarak geliyor. Büyük büyük sevaplara nâil olmuş olarak şey yapar.
Cihadın her çeşidi her zaman olmuyor ama, muhakkak birkaç çeşidi gene vardır. Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi o cihad şuurundan, cihad duygusundan, cihad fiilinden uzak bulundurmasın...
b. Alimin Üstünlüğü
Câbir ibn-i Abdullah el-Ensârî RA’dan rivâyet edilmiş bir hadis-i şerif:226
سَاعَةٌ مِنْ عَالِمٍ مَتَّكِيءٍ عَلَى فِرَاشِهِ يَنْظُرُ في عِلْمِهِ ، خَيْرٌ مِنْ عِبادَةِ
العَابِدِ سَبْعِينَ عَاماً (الديلمي عن جابر)
RE. 295/5 (Sâatün min àlimin müttekiin alâ firâşihî, yenzuru fî ilmihî, hayrün min ibàdeti’l-àbidi seb’îne âmâ.)
Buyuruyor ki Peygamber Efendimiz:
(Sâatün min âlimin) “Alimden bir miktar, bir zaman; (müttekiin alâ firâşihî) yatağına yaslanmış, yastığına, minderine yaslanmış, (yenzuru fî ilmihî) ilmine bakıyor, yâni ilim ihtivâ eden kitabına bakıyor. Yatağına, yastığına, şiltesine yaslanmış; elinde ilim malzemesi olan kitap, defter var. Yaslanmış şöyle, kitabına bakıyor. Zamanın bir parçasında, bir âlim bir kitaba bakıyor, (hayrün) bunun böyle yapması, yatağına yayılıp, yaslanıp bakması daha hayırlıdır, (min ibàdeti’l-àbidi seb’îne âmâ) àbid kulun yetmiş yıl ibadetinden. Yetmiş yıl ibadetinden hayırlıdır.”
Çünkü, cahil olursa, şeytan àbidi aldatır. Cahil oldu mu, àbidi aldatır şeytan. Kurnaz ya, hain, sağından gelir, solundan gelir,
226 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.333, no:3504; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.X, s.273, no:28789; Camiü’l-Ehadis, c.XIII, s.207, no:12947.
aldatır. Alimi aldatamaz.
Bir meşhur hikâye vardır, bazıları bilir... Bilmeyenlere ders olsun diye burada hatırlatalım:
Abdülkàdir-i Geylânî KS Hazretleri —Allah şefaatine erdirsin— çok büyük zât malum. Herkes duymuştur adını. İbadet ediyorken, seccadesinde tesbih çekerken gözlerini kapatmış, bir ışık görülmüş gönlünde, oradan bir ses gelmiş. Diyor ki:
“—Ey Abdülkàdir! Ben senden hoşnudum, razıyım, memnunum, senden namaz kılma, ibadet etme, tesbih çekme mükelleflerini kaldırdım. Sen artık olgun bir insan oldun, lüzum yok bunları yapmağa.” diyor. Şöyle düşünmüş bu sesi duyunca Abdülkadir-i Geylânî Hazretleri bir düşünmüş. Şiddetli bir şekilde kaşını çatmış:
“—Defol yâ mel’un!” demiş. “Defol, yıkıl karşımdan yâ mel’un!” demiş.
Ondan sonra —tabii Allah’ın velî kulu— bir zaman sonra şeytanı aslî sûrette görmüş. Şeytan yılışık yılışık sormuş ona sırıtarak demiş ki:
“—Benim o zaman seni kandırmak için yanına geldiğimde, o sözleri söylediğim zaman şeytan olduğumu nereden bildin, nasıl bildin?” Demiş ki:
“—Bre mel’un! Allah’ın lânetine uğramış şeytan! Birçok sebepleri var. Bir kere Allah-u Teàlâ Hazretleri kuluna bir şeyi kendisi hitap edecek olsa... Peygamber Efendimiz’den sonra vahiy kesildi, vahiy yok.
İkincisi vahiy bir cihetten gelmezdi, cihetten münezzeh olarak Allah-u Teàlâ Hazretleri her yönden gelirdi Rasûlüllah Efendimiz’e. Kitaplar böyle tarif ederler. Bir cihetten geldi mi, Allah-u Teàlâ cihetten münezzehtir, olmaz. Onun için ........
Üçüncüsü: İnsanların en olgunu kimdi? Rasûlüllah SAS Efendimiz. Rasûlüllah SAS Efendimiz namazı bıraktı mı? Bırakmadı. Orucu bıraktı mı? Bırakmadı. Hiç bir ibadeti bırakmadı ve teşvik etti bizi. Ömrünün en sondaki kısmına kadar, zamanına kadar ibadetlerini hep yaptı. Pekiyi o olgun değil miydi? Allah-u Teàlâ ondan o mükellefiyetleri kaldırdı mı? ‘Gözümün
bebeği namaz’ dedi namaza:227
قُرَّةُ عَيْنِي فِي الصَّلاَةِ
(Kurretü aynî fi’s-salâh) ‘Gözümün serinliği namazda.’ dedi. Gözümün nûru, sürûru namaz diye namazı öyle methetti. En çok sevdiği şeylerden bir tanesi namaz kılmaktır.” Bir insan mânevî kemâl yolunda yürüse, ilerlese, yükselse yükselse yükselse... Nihayet en çok zevk aldığı ibadet namaz olur. O noktaya gelir. En çok zevk aldığı ibadetlerden birisi Kur’an okumak, birisi namaz kılmak olur.
Namaz o kadar kıymetli. Mü’minin miracı. Kimin huzuruna çıkıyorsun? Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin huzuruna çıkıyorsun, “Allàhu ekber!” diyorsun, Allah-u Teàlâ her şeyden daha büyük diyorsun, dünyanın her şeyini geriye atıyorsun, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin huzûr-u âlisinde el pençe divan duruyorsun, huzur- u ilâhîde duruyorsun, Allah’ın huzurunda duruyorsun.
Ondan sonra, “Yâ Rabbi, sana hamd olsun!” diyorsun, “Sen alemlerin Rabbisin!” diyorsun, “Kıyamet gününün sahibisin, biz yalnız sana ibadet ederiz, yalnız senden yardım isteriz; başka kimseye el açmayız, yüz döndürmeyiz... Senden bekleriz, sana kulluk ederiz. Bizi aman sevdiğin, râzı olduğun kulların yoluna sevk eyle. Gazap ettiğin, sapıtmış insanların yollarına saptırma, düşürme!” diye niyâz ediyoruz, münâcaat ediyoruz, mükâleme ediyoruz. Yâni, Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne hitap ediyoruz. O bizim hitabımızı duymuyor mu? Duyuyor.
İhsân’ı tarif eden hadis-i şerifte geçiyor:228
227 Neseî, Sünen, c.VII, s.61, no:3939; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.128, no:12315; Hàkim, Müstedrek, c.II, s.174, no:2676; Taberânî, Mu’cemü’l- Evsat, c.V, s.241, no:5203; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.VI, s.199, no:3482; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VII, s.78, no:13232; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.V, s.280, no:8887; İbn-i Sa’d, Tabakàtü’l-Kübrâ, c.I, s.398; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.XII, s.371, no:6812; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.III, s.303; İbn-i Hibbân, Mecrûhîn, c.III, s.135, no:1234; Ukaylî, Duafâ, c.II, s.160, no:666; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LX, s.454; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.143, no:2733; Enes ibn-i Mâlik RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.VII, s.449, no:18912, 18913; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.73, no:1089.
فَإِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ، فَإِنَّهُ يَرَاكَ.
(Fein lem tekün terâhu, feinnehû yerâke) “Sen onu her ne kadar görmüyorsan da, o seni görüyor.”
وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنْتُمْ (الحديد:٦)
(Ve hüve meaküm eyne mâ küntüm) “Nerede olsanız, o sizinle beraberdir.” (Hadid, 57/4)
فَأَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللهَِّ (البقرة:٥١١)
(Feeynemâ tüvellû fesemme vechu’llah) “Yönünü nereye dönsen, Allah-u Teàlâ Hazretleri o taraftadır.” (Bakara, 2/115)
وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ (قف:٦١)
(Ve nahnü akrabü ileyhi min habli’l-verîd) “Biz kulumuza şah damarından daha yakınız.” diyor. (Kaf, 50/16) Sen onu idrak edemiyorsan;
لاَ تُدْرِكُهُ اْلأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ اْ لأَبْصَارَ (الأنعام:٣٠١)
228 Buhàrî, Sahîh, c.I, s.27, no:50; Müslim, Sahîh, c.I, s.39, no:9; Neseî, Sünen, c.VIII, s.101, no:4991; İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.25, no:64; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.426, no:9497; İbn-i Huzeyme, Sahîh, c.IV, s.5, no:2244; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.I, s.375, no:159; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VI, s.157, no:30309; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.528, no:117222; Ebû Hüreyre RA’dan.
Müslim, Sahîh, c.I, s.36, no:8; Tirmizî, Sünen, c.V, s.6, no:2610; Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.635, no:4695; Neseî, Sünen, c.VIII,s.97, no:4990; İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.24, no:63; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.I, s.389, no:168; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.X, s.203, no:20660; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.528, no:11721; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VIII, s.383; Hz. Ömer RA’dan.
(Lâ tüdrikühü’l-ebsâru ve hüve yüdrikü’l-ebsâr) “Gözler O’nu göremez, idrak edemez; halbuki o, gözleri görür.”(En’am, 6/103) Senin gözün Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni nasıl görsün ki, güneşe bakamazsın. Güneşe bir dakika baktın mı hadi bakalım gözlükçüye. Gözün kör olur. Gözün hücreleri tahrip olur bakarsan, güneşin ışınları gözünün arkasındaki hücreleri tahrip eder, kör olursun. Tamam, güneşe fazla bakmaktan gözün bir daha iflah olmaz, kör olursun. E güneşe bakamazken Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni nasıl müşahede edeceksin? Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni müşahede vasıtası gönül. Gönül gözünü körlükten kurtarırsan o zaman müşahede edersin.
Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlemizi körlükten kurtarsın...
Hâsılı Abdülkàdir Geylânî Hazretleri’nin kıssasını anlatıyorduk ya, hisse almak için anlatıyoruz. Hikâye anlatmak değil hadislerin arasında maksadımız, hissesini çıkartacağız, dersimizi çıkartacağız kendimize. Ondan sonra demiş ki:
“—Bre mel’un, ben namazı niye sevmeyeyim? Gözümün bebeği namaz!” demiş.
Öyle angarya değil ki namaz. “Olmasa da rahat etsem, rahat nefes alsam!” denilecek bir şey değil ki. “Olsa da bir daha kılsam... Bir vakit olsa da, şu dünya işi olmasa da dursam da, Mevlâ’mın huzurunda iki rekât daha kılsam!” diye can atılacak bir ibadet.
Bir insan ibadeti angarya görürse, bir külfet görürse, kerhen yapılacak bir şey görürse o mü’min bir insan olur mu? Bu mantık doğru bir mantık olur mu? Müslümanın mantığına yakışır mı?
Sülâle-i Tâhire’den Hazret-i Hüseyin Efendimiz, İmâm Ca’fer Sâdık Hazretleri, rivâyet ediliyor... Hazret-i Ali Efendimiz için de öyle rivâyet edilir —rıdvânu’llàhi aleyhim ecmaîn— Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin huzuruna çıkarken, sapsarı kesilirmiş. Namaz vakti yaklaştı mı, benzi sararıyor böyle, bembeyaz kesiliyor, sapsarı kesiliyor,
“—Hasta mısın ne oluyor?” derlermiş,
“—E Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin huzuruna çıkacağım!” dermiş.
Yâni, huzur-u ilâhiye çıkacak. Hani yüksek bir makama çıkarken duyulan heyecanı duyuyor. Namazı bak ne kadar tatlı
kılıyor.
Hazret-i Ali Efendimiz’i ameliyat edememişler. Zırh parçası ayağına batmış, şişmiş, zonkluyor... İrin bağlamış, kocaman bir yara olmuş. Ameliyat edemiyorlar, namaza durduğu sırada kesmişler, almışlar, duymamış bile. Meşhur hikâyedir, hep anlatırlar.
Namaz böyle sevilecek bir şeydir. Sen onu sevilmeyecek gibi bir şey gösterdin, oradan da anladım diye sıralamış şeytana böyle şeyleri. O zaman şeytan demiş ki ona rivayete göre:
“—Ey Abdülkàdir! Benden dinindeki fıkhın, kavrayışın, ilmin ve ulaştığın mertebeler sayesinde kurtuldun. Yoksa ben bu usulle, böyle diyerek, kaç tane ibadet ehli insanı yoldan çıkarttım, ibadeti bıraktırdım.” demiş.
Tabii sesi duyuverince, “Hah, Allah bana hitap etti, benden mükellefiyetleri kaldırdı.” diye, namazı orucu bırakıvermiş demek ki birtakım gafiller. Öyle şey olur mu?
İşte bu hikâyeyi neden anlattık? Cahili aldatır. Yankesici şimdi sokakta gezer, bir şey bilmeyen bir kimseyi aldatır. Ama şehirli, güngörmüş, tahsilli bir kimseyi aldatamaz. Ötekisi de üçkâğıtçılık yapar, şöyle yapar böyle yapar, parasını çalar götürür. Taşradan gelmişse hele, şehri bilmiyorsa bir çaresini bulur, aldatır, parasını alır kaçar. Ama alimi aldatamaz. Onun için ilim kıymetli. İbadet ilimle yapılırsa, bilerek yapılırsa, şuurla yapılırsa tadına doyum olmaz.
“—Allàhu ekber diyorsun, ne demek?” “—Bilmem...” “—El-hamdü li’llâh diyorsun, ne demek?”
“—Bilmem...”
“—İhlâs Sûresi’nin mânâsı ne? “—Bilmem...”
“—Namaz’ın mânâsı ne?”
“—Bilmem...”
“—Namazın feyizli olması için, nelere riâyet etmek lâzım?”
“—Bilmem...”
Bilmezsen, tat olmaz.
Bir de bilen insanı düşün... Bilen insanların namazlarını kitaplar anlatıyor da…
Namaz kılarmış Hàtem-i Esam Hazretleri, kitaplarda yazıyor, hayran olmamak mümkün değil. Birkaç defa da zikretmiştim...
[Büyük zahidlerden Hàtem-i Esam KS, Asım ibn-i Yusuf’u ziyarete gitmişti. Asım ona namazı nasıl kıldığını sordu.
Hàtem-i Esam Hazretleri dedi ki:
“—Namaz vakti yaklaştığı zaman, abdest azalarımı tam yıkayarak güzelce abdest alırım. Sonra gelir namaz kılacağım yere dikilirim. Bütün azalarımın sükûnet bulmasını beklerim. Kâbe’yi iki kaş arasında, makamı sadrımda, Allah-u Teàlâ’yı üzerimde kabul ederim. O, kalbimde ne varsa bilmektedir. Sonra, ayaklarımı sırat üzerinde, cenneti sağımda, cehennemi solumda, ölüm meleğini de arkamda farz ederim. Ve bu namazıma son namazımmış gibi niyet ederim. Sonra, ihsan üzere yani Allah’ı görürcesine bir tekbir alırım. Kıraatimi tefekkürle, rükûu tevâzuyla, sücûdu tazarru ile yaparım. Bunları tam yapmış olarak otururum. Recâ üzere teşehhüd ederim, sünnet üzere selâm veririm. Sonra, bu namazımı ihlâsla tamamlarım. Sonra havf ve recâ (korku ve ümit) arasında yaşarım. Namazımı böyle kılmaya sabırla devam ederim.”
Bunları dikkatle dinleyen Asım dedi ki:
“—Ey Hâtem! Sen her zaman namazını böyle mi kılarsın?”
Hàtem-i Esam Hazretleri: “—Evet otuz senedir böyle kılarım.” dedi.
Bu cevabı üzerine Asım ağladı ve dedi ki:
“—Ben şimdiye kadar hiçbir namazımı böyle kılmadım.]229
O lezzette insan o namazı kıldı mı, tadına doyum olmaz.
Onun için, bir alimin ilmiyle meşgul olarak şöyle yastığına yaslanıp biraz ilim öğrenmesi, yetmiş yıl ibadet eden àbidin ibadetinden daha kıymetli oluyor. Neden? İlimle işler düzelir, cehaletle doğru işler fesâda gider, bozulur.
Cahil, kaş yapayım derken göz çıkartır. Kaş yapmak ne
229 Ebü’l-Leys Semerkandî, Gafletten Kurtuluş, c. II s.772
demek? Yâni insanın yüzü güzelleşsin diye kadınlar kaşlarına hani şöyle koyu şeyler sürerler filan, daha güzel görünecek... Ama onu iyi idare edemezse o siyah şeyi, gözüne batırır, gözü kör olur insanın. Kaş yapayım derken göz çıkarmak deniliyor ya… Bu konuda bir şiir var:
Alimlerin sözleri lâ’l ü mercan, incidir; Câhillerin sözleri dâimâ can incidir.
İlim kıymetli. İlme dinimiz çok büyük kıymet vermiş, alime çok büyük değer vermiş. Bir hadis-i şerif hatırlıyorum, Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
“—Ya alim ol, ya da ilim öğrenici ol. Üçüncü olma helâk olursun.” diyor. Yâni müslüman ne olacak? Ya öğretici olacak, bilecek, başkasına öğretecek veyahut kendisi öğrenci olacak.
“—E öğrenmiyorum, öğretmiyorum da...”
O zaman helâk olursun. Peygamber Efendimiz öyle buyuruyor. Başka rivâyetler de var, başka şekillerde ifade edilmiş. O halde bu hadis-i şerîften çıkan ders nedir bize? İlim öğreneceğiz, öğrendiğimizi tatbik edeceğiz. Tatbik ederken bilmediğimiz şeylerle karşılaşınca soracağız, onları da öğreneceğiz. Böylece Allah-u Teàlâ Hazretleri bildikleriyle amel edenlere bilmediği ilimlerin kapısını açar.
Eski insanlardan böyle hârikulâde, fevkalâde büyük mazhariyetlere ermiş, kerametlere ermiş kimseleri duyuyoruz, menkıbelerini okuyoruz. Bir kısmının hayatlarında gördük kerametlerini. E nasıl eriyorlar o mertebelere? İlim ile. İlmini tatbik ederek... İlmini tatbik edince Allah-u Teàlâ Hazretleri ona başka kapıları açtığı için.
E sen ilmini tatbik etmezsin, namazı kılmazsın, orucu tutmazsın, Kur’an okumazsın, okusan mânâsını bilmezsin, namazı şuurla yapmazsın... O zaman tabii feyz de alınmıyor. Kırık sene geçiyor, elli sene geçiyor, kişi olduğu yerde sayıyor. Halbuki terakkî edecek, vâsıl-ı ila’llàh olacak, Allah’ın sevdiği, sevgili kulu haline gelecek. Allah’ın sevgili kulu haline gelince, Allah her şeyi ona âsân edecek. Ona eremiyor... Onun için ilmi böyle teşvik etmiş dinimiz.
Biz de, teşvik edildiğine göre ilme şevk duyalım. Elhamdü lillah çok güzel kitaplar neşrediliyor. Her gün bir kitaptan on beş- yirmi sayfa okuyalım. Çoluk çocuğumuza okutalım. Kendimiz çocuksak evdeki diğer büyüklere okuyuverelim. Böylece ilimden bir bahis öğrenmek hakkında daha önceki haftalar ne kadar büyük mükâfatlar verildiğini okumuştuk. İlim öğrenenler zümresine girelim. Bildiğimizi başkasına öğretelim, öğreticiler zümresine girelim. Allah’ın rızasına vâsıl olalım.
“—Efendim, ben kadınım; bana ilim lâzım mı?” Kadına da lâzım!
“—E ben yaşlıyım…” Beşikten mezara kadar ilim. Bunun zamanı yok. En son dakikaya kadar, insan bir şey öğrenmek içinde olacak. En son dakikaya kadar, bildiği bir şeyi başkasına öğretmek durumunda olacak insan.
Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlemizi hayırlı ilimlerle mücehhez eylesin... Öğrendiği ilimlerle amel eden kimselerden eylesin...
“Amelsiz ilim vebaldir.” Biliyor, yapmıyor, o zaman vebaldir. “İlimsiz amel dalâldir.” Yâni, cahil amel işliyor, o zaman o da sapıtır, bilemez neyin doğru olduğunu, neyin eğri olduğunu. Gider türbelere:
“—Seksen tane mum yaktım. Herhalde uçacağım havalarda.” der.
Yâ seksen tane değil, yüz seksen tane mum yaksan, türbeye mum yakmaktan ne olacak!
“—Efendim, Helvacı Baba’nın etrafında dokuz defa dolaşırsan, yarım kilo helvayı dağıtırsan şu olur bu olur...”
Helvacı Baba da Allah’ın kulu değil mi? Sen Allah’a iyi kulluk et, Allah sana doğrudan doğruya versin. Ne oluyor dokuz defa dolaşmak? Nereden çıkmış, hangi kitap yazmış onu? Peygamber Efendimiz mi buyurmuş?
Yâni, ilim olmayınca sapıtır insan. Onun için, ilimle olacak ameller.
c. Nuh AS’ın Oğulları
Bu hadis-i şerif’te Peygamber Efendimiz, Nuh AS’ın üç
oğlunun ismini zikrediyor. Onlardan birisi Sam imiş. Buyuruyor ki:230
سَامُ أَبُو العَرَبِ، وَحَامُ أَبُو الحَبَش، وَيافِثُ أَبُو الرُّومِ (حم. ت. حسن، وابن سعد، ع. طب. ك. ض. عن سمرة)
RE. 295/6 (Sâmün ebü’l-arabe, ve hàmün ebü’l-habeşi, ve ya’fesün ebü’r-rûm.)
“Sam Arapların ecdadıdır.” Arapların babasıdır demek ecdadıdır demek. Yâni, Araplar Nuh AS’ın Sam adlı oğlunun sülâlesinden gelmişler, o soydan gelmişler.
“Hàm adlı oğlunun sülâlesinden de Habeşistanlılar, Sudanlılar gelmişler.”
Sûd, esved kelimesi siyah demek, Sûdan oradan geliyor. Bu Sudanlılar, esmer renkte oldukları için, siyah renkli olduklarından o ismi almışlar. O siyah derililer, o oğlundan gelmiş.
“—Öteki Ya’fes adlı oğlundan da bu Anadolu ahalisi, Orta Asya ahalisi, Avrupa ahalisi türemiş.” diye bu hadis-i şerifte zikrediliyor.
Bununla ilgili daha başka hadis-i şerifleri de uzun boylu zikretmiş. Onun için, Arap kavimlerine Sâmî ırktandır derler.
Sâmî kavimlerden veyahut İbrânice, Süryânice, Arapça Sâmî dillerdendir diye sayarlar. Ne demek? Yâni, o gruba mensup insanların dilleri, kabileleri mânâsına geliyor.
Bu hadis-i şerifi bu kadarla geçelim. Bundan sonraki hadis-i şerif:
230 Tirmizî, Sünen, c.V, s.365, no:3231; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.9, no:20111; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.VII, s.210, no:6871; Taberânî, Müsnedü’ş- Şâmiyyîn, c.VI, s.30, no:2645; İbn-i Sa’d, Tabakàtü’l-Kübrâ, c.I, s.42; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LXII, s.276; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.335, no:3512; Semüre ibn-i Cündeb RA’dan. Mecmaü’z-Zevâid, c.I, s.457, no:933; Kenzü’l-Ummâl, c.XI, s.716, no:32393, 32395; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.298, no:790.
d. Müslümana Söğmek
Abdullah ibn-i Mes’ud RA rivâyet etmiş ve bu hadis-i şerifi; sahih hadis kitapları Buhârî, Tirmizî, Neseî, Ahmed ibn-i Hanbel hep zikretmişler:231
سِبَابُ المُسْلِمِ فُسُوقُ، وَقِتَالُهُ كُفْرٌ (حم. خ. م. ت. ن. عن ابن مسعود؛ ه. عن أبي هريرة؛ )
RE. 295/7 (Sibâbü’l-müslimi füsûkun, ve kıtàlühû küfrün)
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:
(Sibâbü’l-müslimi) “Müslümanlara sövüp saymak, müslümanlara hakaret etmek, onların ırzlarına, şereflerine kusur isnad etmek, ayıplayacak, onları hor düşürecek sözler söylemek, hakàretâmiz sözler söylemek, küfretmek, söylemek, —sövmek diyoruz Türkçe’de biz sibâba— müslümanlara sövmek (füsûkun) fâsıklıktır.” Yâni Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne itaatten dışarı çıkmaktır.
Müslümana söz söylenmez. Müslümanın aleyhine söz söylenmez. Müslümana sövülmez. Müslümana hakaret edilmez. Neden? Müslüman. İman etti. Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne inanmış, ehli kıble, kıbleye dönüyor, Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne Allahu ekber deyip, secde edip namaz kılıyor. Müslüman... Allah’ın varlığını, birliğini kabul etmiş. O şeref ona yeter.
Eski büyüklerden birisi kapıya çıkmış da:
231 Buhàrî, Sahîh, c.I, s.27, no:48; Müslim, Sahîh, c.I, s.81, no:64; Tirmizî, Sünen, c.IV, s.353, no:1983; Neseî, Sünen, c.VII, s.121, no:4105; İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.27, no:69; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.385, no:3647; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XIII, s.266, no:5939; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.I, s.145, no:325; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.IX, s.55, no:5119; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VII, s.106, no:34552; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.I, s.138; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan. Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VI, s.37, no:5723; Ebû Hüreyre RA’dan. Mecmaü’z-Zevâid, c.IV, s.305, no:6865; Kenzü’l-Ummâl, c.XV, s.1370, no:43595; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.444, no:1459.
“—Yok mu bir Allah diyen, ayağını öpeyim!” demiş.
Elini bırakıyor da, ayağını öpmek istiyor.
Allah diyor, Allah’ın kulu. Allah’ın varlığını kabul etmiş. Sen ona nasıl söversin?
“—Efendim tahsili yok...” Olsun. Sana Allah akıl vermeseydi, sen de Allah’ın bir deli kulu olurdun. Tahsil ne kelime, hiç kimse yüzüne bakmazdı. Hiç olmazsa onun o şeyi var.
“—Efendim parası az...” Parayı, pulu Allah nasib ediyor insana. Bir zaman gelir, sen fakirleşirsin, o zenginleşir. Bilinmez ki. Allah-u Teàlâ şahları indiriyor, fakirleri şah ediyor. Belli olmuyor ki bu iş. Her zaman okunan o ayet-i kerimede nasıl buyruluyor:
Estaîzü bi’llâh:
قُلِ اللَّهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْ كَ مِمَّنْ
تَشَاءُ، وَتُعِزُّ مَنْ تَشَاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَاءُ، بِيَدِكَ الْخَيْرُ، إِنَّكَ عَلَى
كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (آل عمران:٦٢)
(Kuli’llàhümme mâlike’l-mülki) De ki: “Ey Allah’ım, ey mülkün sahibi Allah’ım! (Tü’ti’l-mülke men teşâü) Mülkü, egemenliği, hakimiyeti dilediğine verirsin; (ve tenziu’l-mülke mimmen teşâü)
ve mülkü dilediğinden geri alırsın. (Ve tüizzü men teşâ) dilediğini azîz edersin, yüksek edersin, şerefli, kıymetli edersin; (ve tüzillü men teşâ) dilediğini de hor, zelîl, aşağı edersin! (Bi-yedike’l-hayr) Hayır hep senin elindedir. Sen ne dilersen, nasıl istersen öyle olur. (İnneke alâ külli şey’in kadîr) Sen her şeye kàdirsin yâ Rabbi! Muhakkak ve muhakkak her şeye kudretin yeter. Hiç bir şey senin için güç değildir. Ol dersin, olur.” (Âl-i İmrân, 3/26)
تُولِجُ اللَّيْلَ فِي النـهَارِ وَتُولِجُ النَّهَارَ فِي اللَّيْلِ ، وَتُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ
الْمَيِّتِ وَتُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَيِّ، وَتَرْزُقُ مَنْ تَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ
(آل عمران:٧٢)
(Tûlicü’l-leyle fi’n-nehâr) “Geceyi gündüzün içine sokarsın, (ve tûlicü’n-nehâra fi’l-leyl) gündüzü gecenin içine sokarsın. Yâni peşpeşe getirirsin, birbirinin arkasından getirirsin. (Tuhricü’l- hayye mine’l-meyyiti ve tuhricü’l-meyyite mine’l-hay) Ölüden diri çıkartırsın, diriden ölü çıkartırsın. (Ve terzuku men teşâü bi-gayri hisâb.) Dilediğine de sayısız rızık verirsin.” (Âl-i İmrân, 3/27)
Allah her şeye kàdir.
Onun için, fakiri de kınayamazsın, kendi zenginliğine de güvenemezsin. Tahsile de bir şey diyemezsin. Hepimiz Allah’ın kuluyuz. Hepsi Allah’ın rızasına bağlı şeyler. Allah râzı olursa; çoban da olsa, köylü de olsa, câhil de olsa sultan olur ahirette... Köledir bu dünyada, hizmetçidir, hizmet buyurursun, emredersin, yapar. Allah’a iyi kulluk etmiştir, cennette yüksek bir mertebeye çıkar, ahirette o sultan olur, sen onun kölesi olmayı temennî edersin ve onu bile olamazsın. Onun için müslümana sövülmez, hor görülmez, aleyhinde söz söylenmez.
(Ve kıtàlühû küfrün) “Müslümanlarla savaşmak kâfirliktir.” Ya hakikaten bir insan müslümanlarla çarpıştı mı kâfir olur; veyahut da örfendir, yâni küfrün lügat mânâsıyladır. Yâni, müslümanlarla kalkıp mücadele etti mi insan, mücadele etti mi, husumet etmiş olur ve Allah’ın nimetini reddetmiş olur, iman kardeşliğinin gereğini yapmamış olur. Kötü bir duruma düşürmüş olur kendisini.
Bu hadis-i şerife benzer başka bir hadis-i şerif daha var. Onda da buyruluyor ki:232
232 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.446, no:4162; Taberânî, Mu’cemü’l- Kebîr, c.X, s.159, no:10316; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.IX, s.55, no:5119; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VII, s.106, no:34552; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.I, s.138; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan.
سِبابُ المُسْلِمِ فُسُوقٌ، وَقِتَالُهُ كُفْرٌ، وَحُرْمَةُ مَالِهِ كَحُرْمَةِ دَمِهِ (حم. طب. ع. ش. حل. عن ابن مسعود)
(Sibâbü’l-müslimi füsûkun) “Müslümanlara sövmek fasıklıktır, onunla mukatele etmek, savaşmak küfürdür. (Ve hurmetü mâlihî kehürmeti demihî) Onun malının muhteremliği, kanının muhteremliği gibidir.” Yâni, nasıl onun kanını dökemezsen, müslümanı öldüremezsen, o yasaksa, günahsa, onu yapmağa müsaade yoksa; malı da muhteremdir. Malına da el uzatamazsın. Aldatamazsın, çar çur edemezsin gasb edemezsin. Onun malına hürmet etmek zorundasın.
İşte bak müslümanlık böyledir. Yâni müslümanların bu hadis-i şeriften alacağı çok dersler var.
O halde müslüman müslümanın aleyhinde bulunmaz, dil uzatmaz.
“—Kusuru var..”
Kusurunu o yokken söylersen gıybet olur, günaha girersin. Onun gıyabında onun kusurunu söylemeğe fayda yok. Eğer söylemek istiyorsan, çok hevesliysen git erkeksen erkekçe, mertçe yüzüne karşı de ki:
“—Kardeşim! Ben seni seviyorum. Ben sende şöyle bir kusur gördüm, şu kusuru bırak. Acaba bunun başka bir sebebi mi var?” de.
İkiniz tenha yerde söyleyin ki, o da herkesin içinde böyle söylenince yüzü kızarıp mahcup olmasın. Evet düzeltecek iyi niyetliyse.
O yokken bir toplantıda söylüyorsun onun aleyhinde, ona karşı yüzüne gülüyorsun: Nasılsın, iyi misin? Allah ömürler versin bilmem ne... Bu riyâkârlıktır. Bu da yakışmaz müslümana.
Bir müslümanın ayıbını örtenin, Allah-u Teàlâ Hazretleri kıyamet gününde ayıbını örteceğini vaad ediyor. Onun için, biraz affedici olalım, biraz ayıp örtücü olalım, biraz kusur yerine meziyet görücü olalım! Gülün dikeni vardır ama, gül güzeldir. Güzel kokar, hoş bir çiçektir. Dikeni de vardır... Eh o da daha bir
zaman gelir, inşâallah düzelir dersin, arkasından dua edersin. Bir kimse günah işlemişse, o günahtan dolayı kendisi bir ceza çekecek ya, günah işledi, bundan dolayı bir cezaya uğrayacak o kimse. Allah affederse, tevbe ederse o müstesna.
Şimdi günah işleyene zarar veriyor, başkasına da zarar verirmiş. Hadis-i şerifte bildiriyor. Nasıl zarar verir:233
اَلذَّنـْبُ شُؤمٌ عَ لٰى غَيْرِ فَ اعِلِهِ: إِنْ عَيَّرَهُ، أُبـْتُلِيَ بِهِ؛ وإِنِ اغْتَابَهُ، أَثِمَ؛
وإِنْ رَضِيَ بهِ، شَارَكَهُ (الديلمي عن أنس)
RE. 208/17 (Ez-zenbü şu’mün alâ gayri fâilihî) “Günah, işleyenden başkası için de uğursuzluktur, belâdır.”
1. (İn ayyerahû, übtüliye bihî) “Günahı işleyeni ayıplarsa, ayıpladığı kendisine gelir.” Yâni, ayıpladığı günahı Allah ona da yaptırırmış. Günahkârı ayıplamağa gelmez, dua edin, ayıplamayın. Çünkü o hale Allah düşürüverir. Allah korusun...
2. (Ve ini’ğtâbehû, esime) “Onun yaptığı günahı gıybet eder, söylerse filanca şu günahı işledi diye... Gıybet günahına uğrar ki, büyük zarardır kendisi için.”
3. (Ve in radiye bihî, şârekehû) “Günaha râzı oldu mu, iştirak eder, ortak olur ona; aynen o günahı o da alır.” diyor Peygamber SAS Efendimiz. Eğer râzı olursa, onun işlediği günaha...
“—İyi ki yapmış... Ben olsaydım ben de yapardım. Ne olacak, orada o yapılır. Düğünde içki içmiş... Eh öyle iyi bir günde neşeli bir günde insan birkaç kadeh içiverir. Ben olsam ben de içerdim.” dedi mi, içmiş gibi günaha girdi. Râzı oldu çünkü. Günaha rızâ gösterdi mi, günaha ortak olur.
Onun için, günahkârı ayıplamağa gelmez, gıybet etmeğe gelmez. Kötü söz söylemeyeceğiz...
“—Efendim filanca adama çok kızıyorum. Yakalasam kör testereyle keserim.” diyenler var.
233 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.249, no:3169; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.145, no:5536.
“—Filanca adam cezaya uğramak üzere, cezaya uğrasın, kurban keseceğim.” diyenleri duyuyorum.
Allah Allah! Yâni, ne biçim kardeşlik, ne biçim şey. Ötekisi cezaya uğrayacak, başına bir musibet gelecek, ötekisi oynayacak. Allah râzı gelir mi? Bir kere bu terbiyesizliğe râzı gelmez Allah. Haklı da olsa, ötekisi hakikaten onu kızdıracak bir şey yapmış bile olsa, başkasının felaketine sevinmek erkeğe yakışır mı? Müslümanın o güzel ahlâkına uyar mı? Acıması lâzım!
Kötü söz söylemek yok. Çarpışmak hiç yok. Yakasına yapış, suratına yumruk patlat, burnunu kanat, kulağını kopar, bacağını kır, yarala, hastaneye düşür, öldür... Böyle şeyler hiç olmaz. Ya ne olacak?
إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ (الحجرات:٠١)
(İnneme’l-mü’minûne ihvetün) “Müslümanlar ancak kardeştir.” (Hucurat, 49/10) Müslümanlar birbirini sevmedikçe, kâmil imana sahip olamazlar; kâmil imana sahip olmadıkça, cennete giremezler. Cennete girmenin yolu, müslümanın müslümanı sevmesidir. Müslüman müslümanı sevecek, alıştıracak kendisini, sevmeyi öğrenecek müslüman.
“—E nasıl seveyim canım, kusurları çok?” Kusurları çok ama, iyi tarafını görmeğe çalış.
Peygamber Efendimiz ashabıyla bir yerden bir yere giderken köpek leşi varmış yolun kenarında, herkes burnunu tıkamış, başını öbür tarafa çevirmiş; “—Aman ne kadar kötü kokuyor!” diyerek geçmişler oradan.
Bak Peygamber SAS Efendimiz o zaman demiş ki:
“—Ama dişleri ne kadar muntazam, bembeyaz!” demiş.
Köpek leşi, demek böyle ağzının derisi sıyrılmış, dişleri meydana çıkmış, bembeyaz böyle dişleri... “Ama dişleri ne kadar güzel!” demiş.
Köpek leşinde bile, dişleri muntazamdı diye güzel tarafını söylüyor. Neden söylüyor?
“—Ey müslümanlar! Kötü tarafları görmeğe alıştırmayın kendinizi, iyi tarafları görmeğe alıştırın!” diyor.
İyi tarafları göre göre, insan kendisi de rahat eder. Yâni kötü tarafları görmek sanki kendisine fayda mı verir? İçine bir bardak kezzap içse insan ne olur? Kezzap, hani şu ..... foşur foşur köpürten bir bardak kezzabı içse ne olur insan? Ya ölür, ya hastanelik olur değil mi. Midesini deler çünkü o kezzap. İnsanın başkasına kızması, kin duyması, böyle bir bardak kezzap gibi bir şeydir içinde. İçini böyle oyar insanın.
Onun için, sevmek bir bardak süt gibi bir şeydir. Yâni, ülseri olan sütü içiyor da midesinin yarasını tedavi ediyor. Sevmek tedavi eder, yarayı kapatır. Sen başkasının kusurunu gördükçe, kendi kendine zarar verirsin. Kezzabın mermeri deldiği gibi, kendi kendini yer bitirirsin. Faydası yok. Onun için, müslüman müslümanla da uğraşmayacak.
Üçüncüsü... Öteki hadis-i şerifte yâni, buradaki metinden ayrı, üstünde geçmişti. Orada da diyor ki: Malı da muhteremdir müslümanın. Kanı muhterem, evet kanını şey yapmayacağız.
Benim çalıştığım yerde [Ankara İlâhiyat Fakültesi’nde] gelirlerdi çocuklar, derlerdi ki:
“—Filanca arkadaşlar bize çatıyorlar...”
E çatsın, kenara çekil! “—Koridorda giderken omuz vuruyor bize hocam.”
Kenara çekil! “—Laf atıyor...”
Duymazlıktan gel!
Yâni, istiyor ki, “Madem öyle yapıyor, sen de onlarla biraz uğraş!” diyeyim. Ben dedim ki:
“—Sen onun burnuna bir yumruk vurduğun zaman, yere bir damla kanı damladı mı, onun hesabının içinden ne sen çıkarsın, ne ben çıkarım!”
Müslüman çünkü. Ama kusurlu müslüman... Yâni, adı Ahmed, Ali, Veli... O da camiye geliyor, namaz kılıyor... Birbirinize düşman olmuşsunuz, kızıyorsunuz...
İki koç karşı karşıya geldi mi toslaşır dururlar. Ne işleri var?. Yâni neden toslaşırlar? Toslaşıyor işte... Koçluk var ya...
İki horoz karşı karşıya geldi mi birbirlerinin ibiklerini kanatıncaya kadar uğraşırlar. Etrafına bir sürü insan toplanır, horoz dövüşü seyreder. Yazık... Kendileri kopartıyorlar,
parçalıyorlar ne oluyor, başkası mı faydalanıyor yâni ondan?
Yâni, yere bir damla kan damladı mı onun hesabı verilmez.
Onun için, tamam kanı haram, kanını dökmeyeceğiz.
“—Pekiyi malı?”
Malı da muhterem… Kanı gibi malı da muhterem… Müslümanın malını da aldatıp alamazsın, kandırıp alamazsın. Daha başka usüller, bin bir çeşit usül olur. Şu sırada sıralayamam. Onun için, müslümanın müslümanı sevmesi lâzım, malına hürmet etmesi lâzım, canına hürmet etmesi lâzım, aleyhinde konuşmaması lâzım.
Ah biz bu kaidelere riâyet etseydik, bizim cemiyetimiz bu hale düşer miydi? Kâfirler bizim muhabbetimizi görüyorlar da, muhabbetimizi bozmak için, onlar sokuyorlar aramıza bu fitneleri, fesatları.
Birbirimize kızıyoruz, incir çekirdeğini doldurmaz şeyden; senin partin o, benim partim bu... E ne olacak? Partiler nedir?
Memlekete hizmet hususunda programları farklı olan teşekküller. Ne kızıyorsun? Memlekete hizmeti düşünmeyecek miydin? O öyle hizmeti düşünüyor, sen böyle hizmeti düşünüyorsun. Kızmadan yap yapacağın işi. Kızmadan yürüt.
e. Fitneler ve Gece Namazı
Bir hadis-i şerif daha okuyalım, bitirelim:234
سُبْحَانَ اللهِ مَاذَا أُنْزِلَ اللَّيْلَةَ مِنَ الْفِتَنِ؟ وَمَاذَا فُتِحَ مِنَ الْخَزَائِنَ؟
أَيْقِظُوا صَوَاحِبَ الْحُجَر؛ِ فَرُبَّ كَاسِيَةٍ فِي الدُّنْيَا ، عَارِيَةٌ فِي
234 Buhàrî, Sahîh, c.I, s.54, no:115; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.II, s.466, no:691; Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.554, no:8552; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XXIII, s.355, no:833; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.II, s.273, no:1962; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XII, s.421, no:6988; Ümm-ü Seleme RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.XI, s.170, no:30843.
الآخِرَةِ (حم. خ. ت. عن أم سلمة)
RE. 295/8 (Sübhâna’llàh, mâzâ ünzile’l-leylete mine’l-fiteni, ve mâzâ fütiha mine’l-hazâini, eykızû savâhibe’l-hucer; ferubbe kâsiyetin fi’d-dünyâ, àriyetün fi’l-âhireh.)
Ümm-ü Seleme RA Validemiz’den rivâyet edilmiş. Peygamber Efendimiz’in zevcelerinden birisi hikâye ediyor bize, naklediyor, anlatıyor ki: Peygamber Efendimiz bir gece kalkmış, buyurmuş ki:
(Sübhâna’llah) “Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni tesbih ederim.”
Sübhàna’llah sözü, şaşıldığı zaman, hayret ettiği zaman söylenen bir söz daha ziyade. Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni tesbih ederim manasına… Biz de “Sübhânallah!” filan diyoruz ya, “Allah Allah!” diyoruz, onun gibi.
Sübhàna’llàh demiş geceleyin. Sonra demiş ki:
(Mâzâ ünzile’l-leylete mine’l-fiteni) “Bu gece fitnelerden yeryüzüne ne indi? (Mâzâ fütiha mine’l-hazâini) Hazinelerden ne açıldı?” Hazine nedir? İşte sevap hazineleri, insanların nâil olacakları mânevî mertebeler, dereceler. Demek ki birtakım fitneler, birtakım mükâfatlar bahis konusu. Uykusundan uyanıp böyle demiş.
Ve demiş ki: (Eykızû savâhibe’l-hucer) “Hücre sahibi kadınların hepsini kaldırın!” Peygamber Efendimiz mâlum mescid-i saadette ayrı hücreleri vardı, odaları vardı, oralarda kalırlardı. “Hepsini uyandırın!” diyor, “Hücre sahiplerini uyandırın!” diyor.
(Ferubbe kâsiyetin fi’d-dünyâ âmiyetün fi’l-âhireh) “Nice dünyada giyimli insan vardır ki, ahirette yoksul, çırıl çıplaktır.” diyor. “Dünyada giyimlidir, kuşamlıdır, ahirette yoksul, çırıl çıplaktır. Üzerinde üstün de başında hiç bir şey yoktur.” Ne demek? Yâni dünyada iyi durumdadır ama, işi iştir ama, ahirette berbattır. Dünyada biraz parası var, pulu var, evi barkı var, mevkii makamı var, arabası var filân... Etrafında adamları var, herkes hürmet ediyor... Ahirette ahiret fukarası. Dünyada böyle bir şey var, ama ahirette hiç bir şey yok.
Onun için, “Nice insan vardır ki dünyada örtülüdür, giyimlidir ama, ahirette çırıl çıplaktır.” demiş. Yâni, “Aman dikkat edin, hem fitneler iniyor, hem Allah’ın rahmet hazineleri var, bu hazineleri
elde etmek mümkün, kalkın!” demiş, geceleyin kaldırmış.
Bundan ne dersler çıkar? Bundan tabii çok dersler çıkıyor. Çıkan dersleri şöylece kısaca sıralayıp dersimizi bitirelim:
1. Bir kere soy sop insanlara para vermiyor. O ders çıkıyor bu hadis-i şeriften. Neden? Peygamber Efendimiz hanımlarına: “—Kalkın da ibadete düşün! Çünkü nice insan vardır, dünyada giyiniktir, ahirette çıplaktır.” diyor.
Demek ki, peygamber karısı bile olsa, Allah’a hàlis kulluk etmedikten sonra ahirette mahrum kalabilir, fakir kalabilir.
Nitekim ayet-i kerime var:
فَإِذَا نُفِخَ فِي الصُّورِ فَلاَ أَنسَابَ بَيْنَهُمْ يَوْمَئِذٍ وَلاَ يَتَسَاءَلُونَ
(المؤمنون:١٠١)
(Feizâ nüfiha fi’s-sùri felâ ensâbe beynehüm yevmeizin ve lâ yetesâelûn) [Sûra üflendiği zaman, artık aralarında akrabalık bağları kalmamıştır, birbirlerini de arayıp sormazlar.] (Mü’minûn, 23/101)
Ahirette soy sop para etmeyecek. Aralarında nesebler... Şu cennet ehlinin oğluydu, onu da cennete alalım... Yok öyle şey... Filancanın kardeşiydi, çok hatırlı iyi bir kimseydi... Öyle şey yok. Soy sop gitti. Dünyada öldü mü bir insan, soy sop bağları bitti. Ahirette öyle şey yok. Adam kayırmak, akrabalıktan dolayı itibar etmek yok.
Bir bu ders çıkıyor. Bundan sonra çıkan ders:
2. Uyandığı zaman insan tesbih çekecek. Yâni, geceleyin uyandığı zaman Sübhàna’llàh diyecek, El-hamdü lillâh diyecek, Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni zikr ü fikr edecek. Arada uyanıp, böyle deyip gene uyuyabilir. Yâni, uyandığı zamanlar böyle diyecek.
3. Şaşırdığı zaman Sübhàna’llàh demek dersi çıkıyor. Peygamber Efendimiz hayretler içinde kalmış gördüğü şeylerden dolayı, Sübhàna’llàh buyuruyor. Demek ki, biz de Allah’ı tesbih edeceğiz bu gibi durumlarda. O ders çıkıyor.
4. Gece de olsa, insanlara hakkı tavsiye etmek gerektiği çıkıyor. Demek ki biz de hanımlarımıza, hanımlarımız da bize: “—Kalk ey efendi! Ey hanımefendi, uyuyup durma! Ahirette halimiz ne olacak bakalım? Bu dünyada böyleyiz ama, ahirette kâr mı edeceğiz, ziyan mı edeceğiz? Kalk da biraz Allah’a kulluk edelim!” diyecek demektir. Geceleyin namaz kılmak çok kıymetli bir şey. Çünkü namaz kılmağa kaldırıyor Peygamber Efendimiz. Uykusunu böldürüyor, tatlı uykusunu böldürüyor kendi zevcelerine, bizim analarımıza ve “Kalkın, namaz kılın!” diyor. Fitnelerden koruyor demek ki insanı gece namazı kılmak. Fitnelerden koruyor, mânevî hazinelere sahip kılıyor.
O halde bir fitneden korkuyorsak, dünyamızın, ahiretimizin sıkıntılarından korkuyorsak, biraz da kalkalım da geceleri Allah’a kulluk etmeyi öğrenelim! Dünyanın her şeyini öğrendik. Malını, mülkünü, kazanmayı, yaşamayı, gezmeyi, tozmayı, yüzmeyi... Her şeyini öğrendik. Biraz da Allah’a kulluk etmeyi öğrenelim. Sıkıntı zamanında, meşakkat zamanında, fitne zamanında, mihnet zamanında demek ki gece namazları fayda veriyor.
E zamanımız iyi mi? Güllük gülistanlık mı? Değil! Dünya cadı kazanı gibi kaynıyor. Her millet silahlanıyor. Her millet hazırlanıyor birbirini yemek için, birbirleriyle uğraşmak için. Kıyamet alâmetlerinin çoğu belirmiş. Ne kadar dünya böyle bu halde kalacak bu ihtiyâr dünya? Sonra nereye varacak bilmiyoruz. Bir sene mi var, beş sene mi var, on sene mi var? Ne olacağını bilmiyoruz. Eh o halde, biraz da Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne ibadet ederek, böyle geceleri kendimizi o tehlikelerden koruyalım.
Daha başka dersler de çıkabilir. Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlemize uyanıklıklar, şuurlar ihsan eylesin... Rızasına uygun, rızasını kazanmağa vasıta ve vesile olacak amelleri icrâ etmeyi cümlemize nasib ve müyesser eylesin... Amellerden de maksat, onlardan da övünülecek bir hale getirip Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin rızasını kazanmaktır. Rızasına bizi erdirsin.
فَمَنْ زُحْزِحَ عَنْ النَّارِ وَأُدْخِلَ الْجَنَّةَ فَقَدْ فَازَ (آل عمران:٥٨١)
(Femen zühziha ani’n-nâri ve udhile’l-cennete fekad fâz) “Kim cehennemden paçayı kurtarıp da uzaklaştırılırsa ve cennete konursa, o gerçekten kurtuluşa ermiştir.” (Âl-i İmran, 3/185)
Cennete dahil olup da kurtulamadın mı, gerisi hep boş laf.
“—Cehennemden kurtulabildin mi?” “—Kurtuldum.” “—Sırat köprüsünü geçebildin mi?” “—Geçtim.” “—Cennete girebildin mi?”
“—Girebildim.”
“—Oh o zaman rahatsın!” Yoksa, daha önünde cennet ve cehennem ikisi de birden dururken, insanın rahat rahat gülmeğe bile mecali olmaması lâzım! Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlemizi rızasına vâsıl eylesin...
Fâtihâ-i Şerîfe mea’l-besmele!
10. 05. 1981 - İskenderpaşa