05. İNSANLARLA GÜZEL GEÇİNMEK

06. ASIL GAYEMİZ



Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.

Bi’smil’lâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ hayri halkıhî muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’d-dîn...

Muhterem cemaat-i müslimîn!

Caminizde misafir olarak bulunuyorum. El-hamdü lillâh namazı kıldık. Kısa birkaç söz söylememi istedi arkadaşlarım. Sizi yormayacak bir miktar, birkaç şey hatırlatacağım. Ondan sonra beraberce dua ederiz, dağılırız.

Sözüme bir kıssa ile başlayacağım. O kıssadan hisse alırız, ibret alırız inşâallah!


a. İbrâhim ibn-i Edhem’in Hikâyesi


Horasan’ın meşhur bir şehri var, Belh şehri. Şu Konya’daki meşhur Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri de o şehirdenmiş. Bu Belh şehrinde zamanın birinde, İbrâhim ibn-i Edhem isminde bir hükümdar yaşarmış. Babasının adı Edhem, kendisi İbrâhim adlı bir sultan.

Bir gece yatağına yatmış, henüz daha uykuya dalmadan, sarayının çatısında gürültüler duymuş. Tabii hükümdarın sarayının çatısında, hükümdarın uyuduğu yerde, yukarıda, tam uyuma vaktinde kim cesaret edebilir gürültü yapmaya? Seslenmiş:

“—Kimdir o yukarıda dolaşan, gecenin bu vaktinde gürültü yapan?” diye.

Yukarıdaki şahıs kimse, o da ona seslenmiş aşağıya doğru:

“—Devemi kaybettim de, devemi arıyorum.” demiş.

Onun üzerine hükümdar bu sefer hem şaşırmış, hem kızgınlıkla:

“—Behey şaşkın! Deve çatıda mı aranır? Kaybolduysa deve bahçede aranır, tarlada aranır, sokaklarda aranır. Çatının üstünde deve olur mu?”

O öyle söyleyince, yukarıdaki şahıs da cevabı yapıştırmış:

183

“—Behey şaşkın! Allah-u Teàlâ Hazretleri de öyle atlas döşeklerin içinde, öyle nimetlerin içinde mi aranır? Öyle bulunur mu?”


Anlamış ki, yukarıda dolaşan bildiği insanlardan değil. Tabii sonra, bakmışlar yukarıda kimse yok. Epeyce düşündürmüş İbrâhim sultanı bu hadise… Sabahleyin üzüntülü ve düşünceli kalkmış. Beyleri her zamanki gibi toplanmışlar toplantı odasında, sağlı sollu askerler... O kadar ihtişamlıymış ki, önünden arkasından böyle işlemeli, altınlı gümüşlü asker, muhafızlar, böyle tantanalı askerler gider gelirmiş bir yere gideceği zaman. Toplantı salonunda böyle otururken, vezirler karşısında, takalar, beyler karşısında, askerler çepeçevre...

Bir aksakallı adam, heybetli adımlarla yürümüş yürümüş yürümüş, tâ hükümdarın yakınına kadar gelmiş, oturmuş bir yere... Herkes de hayret etmiş. Yâni bu yabancı buraya kadar nasıl girer? O kadar asker var, o kadar muhafız var, kapılar kapalı, bu asker buraya, bu kadar askerin içinden nasıl geçti de, bu adam böyle pervâsızca geldi? Hükümdara bir hürmet emâresi göstermedi, ondan sonra da otur demeden, geçti oturdu.

Hükümdar demiş ki:

“—Sen kimsin?”

“—Ben yolcuyum.” demiş.

“—Allah Allah! Ne arıyorsun burada?” “—E burası kervansaray değil mi, konmaya geldim. Yâni yolcular nasıl hanlarda, otellerde dinleniyorlarsa ben de burada dinlenmeğe, mola vermeğe geldim.” deyince, demiş ki:

“—Burası kervansaray filan değil, benim sarayımdır.” “—Yok! Burası kervansaraydır.” “—Değildir.” deyince, sormuş:

“—Pekiyi senden evvel kimindi bu senin dediğin saray?” İbrâhim sultan cevap vermiş, demiş ki:

“—Babamındı.” “—E babandan önce kimindi?” “—Dedemindi.” “—E dedenden önce kimindi?” “—Filanca şahsındı.” O zaman demiş:

184

“—Onlar nereye gittiler? Hani onlarındı onlar nerede şimdi?” “—Onlar göçtüler.” “—E birisinin gelip oturduğu, ötekisinin gittiği, göçtüğü yer kervansaray değildir de nedir?” demiş.

Ondan sonra gene kaybolmuş, gitmiş.


O zaman, hükümdarın aklı daha beter karışmış. Geceleyin böyle bir şey duydu, gündüz böyle bir hadiseyle karşılaştı.

“—Hadi biraz gönlümüz açılsın, hazırlık yapın, atları hazırlayın, av malzemesini hazırlayın, biraz avlanalım da, şu sıkıntım dağılsın.” demiş.

Rivayete göre ava gitmişler, arkadaşlarından ayrı bir geyik görmüş. Onun peşinden koşarken, arkadaşlarından epeyce bir ayrılmış. Ondan sonra, biraz oklayıp onu avlamak istemiş ama, kulağına bir ses gelmiş onu kovalarken;

185

اِنْتَبِهْ، اِنْتَبِهْ


(İntebih, intebih) diye... İntebih, uyan demek; gözünü aç, uyan! Pek dikkat etmemiş söze. Kulağına gelmiş bu söz ama dikkat etmemiş. Biraz daha sürmüş geyiği, o zaman —Tezkiretü’l-Evliyâ

kitabı öyle yazıyor— geyik dönmüş, demiş ki:


أَلِذٰلِكَ خُلِقْتَ، أَمْ بِذٰ لِكَ أُمِرْتَ؟


(E lizâlike hulikte, em bi-zâlike ümirte?) “Sen bu iş için mi yaratıldın, yoksa bu işi yap diye sana emir mi ettiler? Yâni başka hiç işin yok da, sadece işin böyle hayvan kovalayıp zavallı masum hayvanları öldürmek midir?” filan diye söyleyince, oradan artık anlamış ki etrafındaki dönen hadiselerin hepsinin bir mânâsı var. Onun üzerine dönmemiş askerlerinin arasına… Giderken, karşısına kendi sürülerini otlatan bir çoban çıkmış. Çobana demiş ki:

“—Gel buraya!”

“—Buyurun efendim…” “—Al şu elbiseleri, ver sendeki elbiseleri!” Çoban elbiselerini almış, kendi sırtındaki elbiseleri çıkartmış, ondan sonra terk-i diyâr etmiş, gitmiş. “Allah-u Teàlâ Hazretleri kendisini neden yarattı, bu hayatın mânâsı nedir, gayesi nedir?” diye arayıp bulmağa, bu hususu öğrenmeğe, araştırmağa karar vermiş, terk etmiş hükümdarlığı. Bağdat taraflarına gelmiş.


İmâm-ı Azam Hazretleri ile de tanışmış rivayete göre. Hatta İmam-ı Azam Hazretleri’nin meclisine girdiği zaman, İmam-ı Azam Hazretleri ayağa kalkarmış, “Hoş geldiniz efendim!” dermiş ama, üstünde eski püskü kıyafetler var. Yâni derviş, boynu bükük fakir bir kimse görünüşlü... İmam-ı Azam’ın etrafındaki talebeleri:

“—Efendim! Buna efendim diyorsun, (yâ seyyidî) diyorsun, ey efendim diyorsun, bunun efendiliği nereden oluyor?” “—Onun ma’rifetullahı, Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne aşinâlığı bizden yüksektir, fazladır.” diye ona hürmet edermiş.

186

Şimdi bu hikâyeyi Tezkiretü’l-Evliyâ kitabı yazar. Buradan bize çıkacak ders nedir? Olmuş bir hadise. Belh şehrinde böyle İbrâhim ibn-i Edhem denilen zât yaşamış, ondan sonra eski hayatını değiştirmiş, İslâmiyet’in, imanın inceliklerini öğrenmiş, yolunu Allah’ın istediği şekle getirmiş, o yola girmiş, büyük velilerden bir kimse olmuş.

Hatta bir kere, dere kenarında urbasını yamıyormuş, elbisesinin bir yerini dikiyormuş. Gelmişler, demişler ki onu tanıyanlar:

“—Sen ne ettin böyle tantanayı bıraktın, zenginliği bıraktın, koca bir şehir senin emrindeydi, hazineler senin emrindeydi... Sen ne yaptın böyle fakir hale düştün?” Öyle deyince hiç ses çıkartmamış, elindeki iğneyi suyun içine atmış, ondan sonra,

“—Ey balıklar! Benim iğnemi getirin!” demiş.

Balıklardan bir tanesi yakalamış iğneyi, böyle uzatmış ağzıyla, almış. Yâni, demek istiyor ki:

“—Bak o sultanlığı terk ettim, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin

187

rızasını bulmak için bir değişiklik yaptım. Evet, elimden para pul gitmiş gibi görünüyor ama, bak Allah-u Teàlâ Hazretleri neler ihsân etmiş kendi yolunda giden kimseye!” demiş oluyor.


b. Hayatımızın Gàyesi


Şimdi Peygamber ASS Efendimiz buyurmuş ki:73


لاَ عِبَادَةَ كَالتَّفَكُّرْ (طب. هب. والقضاعي عن علي)


(Lâ ibâdete ke’t-tefekkür) “Düşünmek kadar yüksek, sevaplı, değerli bir ibadet olmaz.”

İnsanoğlu öteki mahlûklardan düşünmesiyle ayrılıyor. Yâni, insana Allah-u Teàlâ Hazretleri bir düşünme kabiliyeti vermiş. El-hamdü lillâh gözünü yumar, oturduğu yerden düşünür. En büyük nimetlerden biridir. Akıl nimeti, düşünme nimeti en büyük nimettir.

İnsanoğlunun bu düşünmesi... “Ben neden dünyaya geldim? Benim bu dünyadaki maksadım, gayem ne? Bu dünyanın sonunda iş nereye varacak? Bu ölenler, gidenler, aramızdan ayrılanlar nereye gidiyor? Bundan sonra bizim başımıza ne gelecek? Bu daha sonraki işler hakkında kimler ne demiş, bizden öncekilerden nice insanlar gelmiş geçmiş, kimisi hakîm, kimisi nebî, kimisi velî... Birçok insanlar gelmiş geçmiş, bunlar bunun hakkında ne demiş?” diye düşünmek lâzım!

Tabii, Kur’an-ı Kerim’de bu hususta bizi —el-hamdü lillâh— irşâd eden pek çok ayet-i kerime var. Meselâ, Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki:




73 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.III, s.68, no:2688; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.IV, s.157, no:4647; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.38, no:836; İbn-i Ebi’d- Dünyâ, el-Vera’, c.I, s.122, no:216; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c.VI, s.240; İbn-i Hibbân, Mecrûhîn, c.II, s.306, no:1014; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.V, s.179, no:7889; Hz. Ali RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XVI, s.163, no:44135, 44136; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.2039, no:3038; RE. 482/3.

188

الَّذِي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيَاةَ لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلاً (الملك٢)


(Ellezî haleka’l-mevte ve’l-hayâte li-yeblüveküm eyyüküm ahsenü amelâ) “Bu ölümü ve hayatı Allah-u Teàlâ Hazretleri yaratmıştır, o Allah’tır ki ölümü ve hayatı yaratmıştır; neden? (Li- yeblüveküm eyyüküm ahsenü amelâ) Hanginiz daha güzel amel işleyeceksiniz diye.” (Mülk, 67/2)

Sonra bir başka ayet-i kerimede buyuruyor ki:


وَذَكِّرْ فَإِنَّ الذِّكْرٰى تَنفَعُ الْمُؤْمِنِينَ (الذاريات:٥٥)


(Fezekkir feinne’z-zikrâ tenfeu’l-mü’minîn) “Müslümanlara, insanlara hatırlat, bildir; çünkü bu hatırlatma, anma, andırma fayda verir.” (Zâriyât, 51/55)

Söylersin, sözün, hatırlatmanın faydası vardır.


وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلإِنْ سَ إِلاَّ لِيَعْبُدُونِ (الذاريات:٦٥)


(Ve mâ halaktü’l-cinne ve’l-inse illâ li-ya’büdûn) “Ben azîmü’ş- şân, insanları da, cinleri de başka bir şey için değil, ancak ve ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyat, 51/56) buyuruyor Allah-u Teàlâ Hazretleri.


مَا أُرِيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَا أُرِيدُ أَنْ يُطْعِمُونِ (الذاريات٥٧)


(Mâ ürîdü minhüm min rızkin ve mâ ürîdü en yut’imûn) “Ben onlardan rızık istemiyorum. Beni doyurmalarını da istemiyorum.” (Zâriyât, 51/57)

Yâni, “Rızık peşinde koşup da ahireti unutmalarını; dünya metaını kazanacağız diye uğraşıp uğraşıp da, asıl vazifeleri olan kulluğu ihmal etmelerini istemiyorum. Ne istiyorum? Bana ibadet etmelerini, bana itaat etmelerini istiyorum, benim emirlerimi tutmalarını istiyorum!”

189

إِنَّ اللهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ (الذاريات:٥٨)


(İnna’llàhe hüve’r-rezzâku zü’l-kuvveti’l-metîn) [Şüphesiz rızık veren, güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır.] (Zâriyât, 51/58)

Çünkü Rezzâk-ı âlem, insanlara rızıkları tevdî eden zaten Allah-u Teàlâ Hazretleri’dir. Onun bize ne ihtiyacı var ki, bize rızkı zaten o kendisi veriyor. Biz ona ne yapabiliriz, aciz naçiz mahlûklar olarak?


Demek ki, bizim asıl maksadımız, asıl çalışmamız, asıl gayemiz ne olmalı? Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne iyi kulluk etmek olmalı! E rızık? Rezzâk-ı alem zaten rızkı tekeffül etmiş, rızkı verecek. Helâlinden rızık için çalışacağız ama, rızık için çalışacağız diye ahireti, Allah’ın emirlerini unutmak veya emirleri çiğnemek yok.

Yazmışız duvara:


اَلرِّزْقُ عَلَى اللهِ


(Er-rızku ale’llàh) “Rızk Allah’ın üzerinedir.” Yâni, “Allah-u Teàlâ Hazretleri cümle mahlûkatın rızkını ihsân eder, gönderir.” diye, ondan sonra haram alış verişler ile rızk teminine çalışıyoruz.

Sonra söylüyorsun:

“—Yâ şu haram şeyleri alma, satma, yapma, etme ki günaha girmeyesin, Allah sonra bunun hesabını sorar.” “—E onu satmadığım zaman kazanamıyorum.” diyor.

O zaman o levhayı indir oradan. Madem oraya o levhayı yazdın, rızk Allah’ın üzerinedir dedin, o zaman o levhayı indir inanmıyorsan! İnanıyorsan, öteki o haram şeyleri satma! Değil mi?


O halde hayatımızın gayesi, bu ayet-i kerimelerden bize bildiriliyor ki, bizim bu dünyadaki vazifemiz, Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni bilmek, bulmak ve onun emirleri ve yasakları neyse ona göre hareket etmek.

Sonu ne olacak? Yine ayet-i kerimede buyruluyor ki:

190

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللهََّ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلاَ تَمُوتُنَّ إِلاَّ وَأَنْتُمْ مُسْلِمُونَ (اۤل عمران:٢٠١)


(Yâ eyyühe’llezîne âmenü’t-teku’llàhe hakka tukàtihî) “Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak gerekiyorsa öyle korkun! (Ve lâ temûtünne) Sakın ha ölmeyin, sakın ha asla ve kat’a ölmeyin; (illâ ve entüm müslimûn) ancak ve ancak müslüman kimseler olarak ölün, başka bir şekilde ölmeyin!” diyor. (Âl-i İmrân, 3/102) Demek ki asıl gaye, insanın bu dünyada Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni bilmesi, imanını taklitten kurtarıp imanın hakikatine ermesi, tahkîke ermesi ve kâmil bir müslüman olarak canını teslim etmesi... Öyle olmazsa, demek ki ne kadar fena şeyler başına gelecek ki, (ve lâ temûtünne) diye tehdit ediyor Allah-u Teàlâ Hazretleri. “Sakın ha ölme! Başka bir şekilde ölme! Sakın başka bir şekilde benim karşıma gelme; ancak, kâmil bir müslüman olarak karşıma gel!” buyuruyor.


Pekiyi, ne yapacağız? Bu gayeyi anladık. Hayat, demek ki bir imtihan yeriymiş Demek ki, hangimiz daha güzel amel işleyeceğiz diye Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi bir müddet bu dünyada tutuyor, ondan sonra ahirete çekiyor. Hayatta yapmamız gereken şeyi bildirmiş, nasıl ölmemiz gerektiğini, hangi hal üzere ölmemiz gerektiğini de bildirmiş. O halde ne yapacağız?

O halde, evvelâ içinde bulunduğumuz hali düşüneceğiz. Yâni, benim halim acaba Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin isteğine uygun bir hal mi, değil mi diye düşüneceğiz. Değilse, halimiz iyi bir hal değilse; meselâ Allah’ın emirlerine, yasaklarına aykırı bir yolda gidiyorsak, haramdan para kazanıyorsak, başkasına zulmediyorsak, gafilsek, cahilsek; bu gafillikten, bu cahillikten, bu zalimlikten, bu kötülükten döneceğiz. Bu dönmeğe ne deniliyor? Tevbe deniliyor.


يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا تُوبُوا إِلَى اللهَِّ تَوْبَةً نَصُوحًا (التحريم٨)

191

(Yâ eyyühe’llezîne âmenû!) “Ey iman edenler! (tûbû ila’llàhi tevbeten nasûhâ) Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne tevbe-i nasûh ile tevbe edin!” (Tahrîm, 66/8)

Tevbe-i nasuh ne demek? Bir daha hiç bozmayacak gibi, samimi bir şekilde, cân u gönülden, yürekten Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne yönelmek.


c. Cuma Günü, Günlerin Hayırlısı


Bu hususta şöyle bir hadis-i şerif vardı yanımda, onu da okuyayım. Hatırda daha iyi kalır böyle hadiseler... Sözler unutuluyor da, böyle fıkralar, kıssalar insanın hatırında iyi kalıyor. İbn-i Abbas RA, yâni Peygamber Efendimiz’in amcası Abbas var, onun oğlu var Abdullah. Ona İbn-i Abbas diyorlar, yâni Abbas’ın oğlu. Peygamber Efendimiz’in yeğeni olmuş oluyor.

Çok gençmiş Peygamber Efendimiz’in peygamberliği zamanında... Ama çok dikkat etmiş, İslâmiyet’i çok iyi öğrenmiş, çok ileri bir alim olmuş. Ashabın alimlerinden... Şimdi o demiş ki:


وعن ابن عبَّاس رضى الله عنهما حين سئل: ماخير الأيَّام، وما خير الشهور، وما خير الأعمال؟ فقال:خير الأيَّام يوم

الجمعة، خير الشهور شهر رمضان، خيرالأعمال الصلوات

الخمس لوقـتها.


(Hîne suile: Mâ hayrü’l-eyyâm, ve mâ hayru’ş-şuhûr, ve mâ hayrü’l-a’mâl?) Bu ibn-i Abbas’a gelmişler, sormuşlar. Yâ Abbas’ın oğlu Abdullah! Acaba günlerin en hayırlısı hangi gündür? Ayların en hayırlısı hangi aydır? Amellerin, insanoğlunun yaptığı işlerin en hayırlısı hangisidir?” diye sormuşlar. Bakalım ne cevap vermiş:

(Fekàle: Hayrü’l-eyyâmi yevmü’l-cumuati) “Günlerin en hayırlısı cuma günüdür.” Neden en hayırlıdır? Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin pek çok hikmetleri var tabii. Cuma günü ne zaman başlar? Perşembe günü akşamüstü, akşam ezanı okunduğu zaman başlar cuma günü. Akşam ezanıyla beraber, perşembenin güneşi

192

battı mı ufuktan, perşembenin güneşi gitti, artık oradan itibaren cuma başlar.

Demek ki, yatsı namazı, cumanın namazı oluyor. Perşembe günkü yatsı namazı cumaya ait oluyor, gecesi cuma gecesi oluyor. Sabahı sabah namazı oluyor, cuma günü cuma namazı kılıyoruz, ikindiyi kılıyoruz, akşam ezanı okununcaya kadar cuma devam ediyor, akşam ezanı okundu mu cumartesi giriyor.

En hayırlı gün cuma günüymüş. Çünkü, cuma gününde bir saat vardır ki, o saatte kim dua ederse duası reddolmaz, kabul olunur diyor Peygamber Efendimiz.


Cuma günü mü’minlerin amelleri ninelerine, dedelerine, babalarına, büyüklerine arz olunur. Hadis-i şerifte bildiriliyor:74


تُعْرَضُ الأَعْمالُ يَوْمَ الاثْنَيْنِ وَالخَمِيسِ عَ لَى اللهِ؛ وَ تُعْرَضُ عَلَى


اْلأنْبِيَاءِ وَعَلَى اْلآبَاءِ وَاْلأُمَّهَاتِ يَوْمَ الْ جُمُعَةِ؛ فَيَفْرَحُونَ بِحَسَنَاتِهِمْ


وَتَزْدَادُ وُجُوهُهُمْ بَيَ اضًا وَ إِشْرَاقًا؛ فَاتَّقُوا اللهَ ، وَلاَ تُؤْذُوا مَوْتَاكُمْ

(الحكيم عن عبد الغفور بن عبد العزيز عن أبيه عن جده)


RE. 253/1 (Tu’radu’l-a’mâlü yevme’l-isneyni ve’l-hamîsi ale’llàh) “Bizim yaptığımız ameller, pazartesi ve perşembe günleri Allah’a arz olunur. (Ve tu’radu ale’l-enbiyâi ve ale’l-âbâi ve’l- ümmehâti yevme’l-cumuati) Cuma günleri de Peygamber Efendimiz’e ve büyüklerimize, ecdadımıza arz olunur:

‘—Bak senin ümmetinden filanca şahıs şu işleri yaptı… Bak senin zürriyetinden filanca şahıs şu işleri yaptı.’ diye. (Feyefrahûne bi-hasenâtihim ve yezdâdü vücûhehüm beyâdan ve işrâkan) [İyi amellerle onlar ferahlanır ve yüzlerinin beyazlığı, parlaklığı artar.] Sizin yaptığınız şeyler iyi ise, geçmişleriniz



74 Hakîm-i Tirmizî, Nevâdirü’l-Usül, c.II, s.260.

Kenzü’l-Ummâl, c.XVI, s.469, no:45493; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.307, no:991; Câmiü’l-Ehâdis, c.XI, s.292, no:10810.

193

memnun olurlar; kötü ise, üzülürler.

(Fe’tteku’llàhe ve lâ tü’zû mevtâküm) Onun için, Allah’tan korkun da mevtânızı, ahirete göçmüş eski büyüklerinizi, ölülerinizi sakın ezâlandırmayın!” diyor.

Demek ki, ben burada bir günah işlesem, ondan dedelerimin kemikleri sızlayacak. Cuma günü işte böyle bir gün...


Cumanın gecesinde ve her gece, gecenin bir miktarı geçtikten sonra, Allah-u Teàlâ Hazretleri kullarına seslenirmiş:75


هَلْ مِنْ سَائِلٍ، فَأُعْطِيَهُ! هَلْ مِنْ مُسْتَغْفِرٍ، فَأَغْفِرَ لَهُ!

(حم. ن. عن جبير بن مطعم)


(Hel min sâilin, feu’tıyehû) “Haydi, var mı bir isteği olan, istesin, istediğini vereceğim! (Hel min müstağfirin, feağfire lehû) Var mı tevbe ve istiğfar eden, tevbe ve istiğfar etsin, afv ve mağfiret edeceğim!” buyururmuş.

Hayırlı bir gün yâni, doğru söylemiş İbn-i Abbas RA. Allah râzı olsun, doğru söylemiş. Günlerin en hayırlısı cuma günüdür. Başka hayırlı günler var ama, cuma el-hamdü lillâh belli. Ne zaman olduğu hepimizce mâlûm bir gündür. Hem de her hafta geliveriyor. Çok şükür, o hayırlı güne her hafta kavuşuyoruz. İhyâ etmek bakımından söylüyorum. İnşâallah cumalara dikkat edelim, cumayı ihyâ etmeğe çalışalım!

Cuma günü nasıl ihyâ olunur? Bir kere sabah namazını camide kılarız. Ondan sonra cumadan evvel bir gusül abdesti alalım!



75 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.81, no:16791, 16793; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.II, s.134, no:1566; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.125, no:10321; Dârimî, Sünen, c.I, s.413, no:1480; Bezzâr, Müsned, c.II, s.9, no:3439; İbn-i Ebî Âsım, es-Sünneh, c.II, s.15, no:407; Rûyânî, Müsned, c.IV, s.153, no:1442; Cübeyr ibn-i Mut’im RA’dan. İshak ibn-i Râhaveyh, Müsned, c.I, s.250, no:215; Ebû Hüreyre RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.II, s.104, no:3356; Mecmaü’z-Zevâid, c.X, s.235, no:17246;

Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXIV, s.259, no:27107.

194

Çünkü Peygamber ASS Efendimiz diyor ki:76


اِغْتَسِلُوا يَوْمَ الْ جُمُعَةِ! فإِنَّهُ مَنِ اغْتَسَلَ يَوْمَ الجُمُعَةِ، فَلَهُ كَفَّارَةُ مَا


بَيْنَ الجُمُعَةِ إلى الجُمُعَةِ، وَزِيَادَةُ ثَلاثَةِ أيَّامٍ (طب . عن أبي أمامة)


(İğteselû yevme’l-cumuati) “Cuma günü guslediniz! (Feinnehû meni’ğtesele yevme’l-cumuati) “Muhakkak ki, kim cuma günü inanarak, sevabını Allah’tan bekleyerek gusül abdesti alırsa...” Boy abdesti alıyor, temizleniyor, yıkanıyor yâni. “Öyle bir abdest alırsa, (felehû keffâratün mâ beyne’l-cumuati ile’l-cumuati) geçen

cumadan bu cumaya kadarki işlenmiş günahlara kefaret olur; (ve ziyâdetü selâseti eyyâm) bir de üç gün ziyadesiyle. Yâni, geçmiş haftanın günahları üç gün ziyadesiyle affolunur.” diyor.

Başka bir hadis-i şerifte buyruluyor ki:77


اَلْحَسَنَةُ بِعَشْرِ أَمْثَالِهَا (خ. د. ه. حم. عن أبي هريرة؛ خ. م. ن. حب. عن ابن عمرو)



76 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.VIII, s.178, no:7740; Taberânî, Müsnedü’ş- Şâmiyyîn, c.II, s.40, no:881; İbn-i Ebî Hàtim, İlel, c.I, s.208, no:601; Ebû Ümâme RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.VII, s.1290, no:21242; Mecmaü’z-Zevâid, c.II, s.389, no:3057; Câmiü’l-Ehàdîs, c.V, s.135, no:3874.

77 Buhàrî, Sahîh, c.I, s.24, İman 2/30, no:41; Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan.

Buhàrî, Sahîh, c.II, s.670, Savm 36/2, no:1795; Ebû Dâvud, Sünen, c.I, s.148, no:343; İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.525, no:1638; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.234, no:7194; Dârimî, Sünen, c.V, s.148, no:21353; İbn-i Huzeyme, Sahîh, c.III, s.130, no:1762; Ebû Hüreyre RA’dan.

Buhàrî, Sahîh, c.II, s.697, Savm 36/55, no:1875; Müslim, Sahîh, c.II, s.812, Savm 13/39, no:1159; Neseî, Sünen, c.IV, s.210, no:2391; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.II, s.64, no:352; Abdullah ibn-i Amr RA’dan.

Tirmizî, Sünen, c.V, s.175, no:2910; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan.

Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.195, no:1690; Dârimî, Sünen, c.II, s.405, no:2763; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.31, no:227; Ebû Ubeyde ibni’l-Cerrah RA’dan.

Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.148, no:21353; Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.269, no:7605; Ebû Zerri’l-Gıfârî RA’dan.

195

(El-hasenetü bi-aşri emsâlihâ) “İyiliğin karşılığı on mislidir.” Onun için, on günlük günahının affına vesîle oluyor.

Ondan sonra, cuma namazına erken gelelim! Yâni, tam ezan okunduğu zaman gelmek değil de, erkenden gelelim; Kur’an okuyalım, zikredelim, ibadet edelim, sevabı kaçırmayalım! Neyse... Cuma hakkında tabii sözler çok da onu geçelim. Günlerin en hayırlısı Cuma demiş.


d. Ayların Hayırlısı, Ramazan Ayı


(Hayru’ş-şuhûri şehru ramazân) “Ayların en hayırlısı Ramazan ayıdır.” buyurmuş. Neden? Çünkü Ramazan’da göğün kapıları açılır; cehennem kapıları kapatılır, cennet kapıları açılır; yedi göğü Allah-u Teàlâ Hazretleri bezer; şeytanları bukağılar, zincirlere bağlar. Müslümanlara feyz ü bereketini bol bol ihsân eder Ramazan ayında. Allah-u Teàlâ Hazretleri tekrar tekrar kavuştursun ve feyzinden istifade ettirsin bizi...

O da doğru... Ramazan da öyle.... Ramazan’ın içinde hele bir Kadir gecesi var ki,


لَيْلَةُ الْقَدْرِ خَيْرٌ مِنْ أَلْفِ شَهْرٍ (القدر:٣)


(Leyletü’l-kadri hayrun min elfi şehr) “Kadir Gecesi bin aydan daha hayırlıdır.” (Kadir, 97/3) Bin ay da, 83 sene filân ediyor. Yâni, bir ömre bedel bir gece var.

Demek ki, insan bir Ramazan’da, o Kadir Gecesi’ni ihyâya muvaffak olsa, bir ömürlük sevabı ihsân edecek Allah-u Teàlâ Hazretleri… Ne kadar büyük bir şey ve biz ne kadar aciz ve cahiliz, ne kadar gàfiliz ki, bir ömre bedel bir gece var da Ramazan’da, dişimizi sıkıp da kendimizi ibadete tahsis etmiyoruz. Bak, ne kadar ahiret ticaretinden gàfil insanlarız.

Peygamber SAS Efendimiz:78



78 Buhàrî, Sahîh, c.II, s.710, no:1916; Müslim, Sahîh, c.II, s.828, no:1169; Tirmizî, Sünen, c.III, s.158, no:792; İmam Mâlik, Muvatta’ (Rivâyet-i Yahyâ), c.I, s.319, no:693; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.VI, s.56, no:24337; İbn-i Ebî Şeybe,

196

تَحَرَّوْا لَيْلَةَ الْقَدْرِ فِي الْعَشْرِ اْ لأَوَاخِرِ مِنْ رَمَضَانَ (خ. م. ت. حم. ش. ق. عد. كر. عن عائشة)


(Taharrev leylete’l-kadri fi’l-aşri’l-evâhiri min ramadàn) “Kadir Gecesi’ni Ramazan’ın son on gününde arayın!” buyurmuş ve Ramazan’ın son on gününde camide i’tikâfa girmiş.

İ’tikâf ne demek? Evine gitmeyeceksin, hanımının, çoluk çocuğunun yanına gitmiyorsun, “Ben sana ibadete geldim yâ Rabbi, ben senin misafirin oldum.” der gibi, camide yatıyorsun, kalkıyorsun. Zikirle, ibadetle, Kur’an okumakla, namaz kılmakla meşgul oluyorsun. Allah bize bunu nasib etsin...

Bu müekked sünnet; yâni, Peygamber Efendimiz’in çok riâyet etmiş olduğu bir sünnettir. Hatta o kadar önemlidir ki, bir şehirde, bir beldede, bir köyde, bir kasabada hiç bir kimse çıkmasa, Ramazan’ın son on gününde i’tikâf eden hiç kimse olmasa, hiç kimse yapmasa bu işi, hepsi mes’ul olurlar. Ama birkaç tanesi yapınca, ötekileri de sorgudan sualden kurtarmış oluyor.

İnşâallah Ramazan’ın son on günü gelsin de, siz burada, biz de bulunduğumuz yerde i’tikâfa girelim! Duyanlar bu i’tikâf sünnetini de yapsın. Belki o arada Kadir Gecesi’ne de isabet eder de, bir ömre bedel sevapları elde ederler inşâallah!


e. Amellerin Hayırlısı, Beş Vakit Namaz


Üç şey sormuştu soruyu soran, İbn-i Abbas RA da cevap veriyor idi. “Günlerin en hayırlısı cuma günü, ayların en hayırlısı Ramazan ayı.” dedi. (Ve hayrü’l-a’mâli) “Amellerin en hayırlısı nedir?” diye sormuştu ya, bak ne kadar önemli!

(Hayrü’l-a’mâli es-salâvâtü’l-hamsü bi-vaktihâ) “Amellerin en hayırlısı, vaktinde kılınan beş vakit namazdır.” buyurdu.


Musannef, c.II, s.249, no:8660; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.307, no:8310; İshak ibn-i Râhaveyh, Müsned, c.II, s.170, no:670; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.IV, s.200, no:1011; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LVII, s.393; Hz. Aişe RA’dan. İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.II, s.249, no:8662; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.

197

Bak şuraya geldik el-hamdü lillâh, yatsı namazını cemaatle kıldık... Az bir iş yapmadık yâni. Bu iş fevkalâde mühim, fevkalâde sevaplı bir iştir. Kim bir yatsı namazını böyle cemaatle kılarsa, bütün gecesini ibadetle geçirmiş gibi, Allah sevap verir. Kim sabah namazını böyle cemaatle kılarsa, bütün gündüzünü ibadetle geçirmiş gibi Allah bol sevap ihsân eder.

Böylece, yatsıyla sabahı cemaatle kılmağa gayret etmek lâzım, kaçırmamak lâzım! Çünkü gündüz hani ticareti, işi oluyor insanın, bulunamayabiliyor ama bunlar mühim. Hatta Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyurmuş ki:

“—Mü’minliğin alâmetidir bu sabah ve yatsı namazlarına gelmek.”

Çünkü, yatsı namazına ve sabah namazına münafıklar gelemezlermiş. Neden? Yatsı karanlık. Zahmet çekip de oraya gelemiyor. Sabah neden gelemiyor? Uyku tatlı. Yorganın altında, sıcacık yataktan kalkıp da Allah’ın emrini tutacak, camiye gelecek... Onu münafık yapamıyormuş.

Onun için, eğer biz de sabah namazına gelemiyorsak, yatsıya gelemiyorsak; “—Aman yâ Rabbi! Münafıklara benzer hale düşmeğe başladım!” diye Allah’a sığınıp, kendimizi kurtarmağa çalışmalıyız.


Beş vakit namazı vaktinde kılmak, amellerin en hayırlısıdır. “—Neden?” “—Namaz mü’minin Mi’râcıdır” da ondan.

Biz namaz kıldığımız zaman, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin huzur-u âlisine çıkıyoruz. Yâni lalettayin bir şey değil.

Peygamber Efendimiz’in torunlarının bazılarından rivâyet ediliyor ki... İmâm Câfer-i Sâdık meselâ, Hazret-i Hüseyin Efendimiz’den naklediyor: Sabah namaz vakti geldiği zaman, sapsarı kesilirmiş.

“—Hasta mı oldun hayrola, neyin var?” diye sordukları zaman: “—Yapacağım iş çok mühim. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin huzuruna çıkacağım. Nasıl heyecanlanmayayım, nasıl telaşlanmayayım.” dermiş.

Sapsarı olurmuş yâni heyecanından. Demek ki, namaz mü’minin Mi’râcı olduğu için, böyle önemli.

198

Sonra, namazın en üstün zikir olduğu zikrediliyor. Hani zikir, elimize tesbih alıyoruz, Allah Allah diyoruz, Lâ ilàhe illa’llàh diyoruz, Sübhàna’llah diyoruz, El-hamdü li’llâh diyoruz... Hepsi var namazın içinde… Bütün gök ehlinin, meleklerin yaptığı ibadetler, namazın içinde toplu halde bulunuyor. Koleksiyon yâni, ibadet koleksiyonu mübarek! Her çeşit hayır var.

Onun için, namazları bu gözle, biraz daha itina ederek, dikkatle, itina ile kılalım! Çünkü amellerin en hayırlısıdır. Namaz hakkında da çok şey söylenebilir. Ramazan hakkında da çok söz söyleriz, söylenecek şeyler vardır, cuma hakkında da çok şeyler vardır ama, bakalım şimdi bu ne olmuş:


f. Hz. Ali RA’ın Cevapları


فَمَضٰى عَلَى ذٰلِكَ ثَلاَثَةُ ايَّامٍ فَبَلَغَ عَلِيًّا رَضِيَ اللهُ عَنْهُ، أَنَّ ابْنَ


عَبَّاسٍ رَضِيَ اللهُ عَنْهُمَا سُئِلَ عن ذٰلِكَ فَأَجَابَ بِكَذَا.


(Femadà alâ zâlike selâsetü eyyâm) “İbn-i Abbas RA bu sözü söyleyince dinlemişler, hatırlarında tutmuşlar, üç gün geçmiş aradan. Üç gün geçtikten sonra, (febeleğa aliyyen radiya’llahu anhu enne’bne abbâsin radiyallahu anhümâ süile an zâlike feecâbe bi-kezâ) Bu İbn-i Abbas RA’ya böyle sual sorulduğu ve o suale de o mübareğin böyle cevap verdiği Hazret-i Ali Efendimiz’e iletilmiş.”

Hazret-i Ali Efendimiz kim? Dördüncü halife. Müslümanların çocuklarından genç yaşta ilk müslüman olan zât, Peygamber Efendimiz’in amcazâdesi, Peygamber Efendimiz’in mübarek damadı, Peygamber Efendimiz’in mübarek kızı Fâtımatü’z- Zehrâ’nın, cennet kadınlarının efendisi Hazret-i Fâtıma’nın kocası, Peygamber Efendimiz’in gözbebeği Hasan’la Hüseyin’in

babası Hazret-i Ali… Hayber’in kahramanı, Allah’ın arslanı Hazret-i Ali. Ona sorulmuş.

Bak ne kadar zarif insanlar... Ne kadar zarif, ne kadar hoş, ne kadar tatlı, edepli, terbiyeli insanlar... Allah bizi onların yolundan ayırmasın, şefaatlerine nâil etsin... Ne kadar kibar söz söylüyor

199

bakın!


فقال عليٌّ رض ي الله عنه: لوسئل العلماء والحكماء والفقهاء مِنَ


المشرق الى المغرب، لَمَا أَجَابُوا بِمِثْلِ مَا أَجَابَ بِهِ ابْنُ عَبَّاسٍ .


إِلاَّ أَنِّي أَقُولُ : إِنَّ خَيْرَ الأَعمال مَا يقبل الله تعَ الٰى مِنْكَ، وَخــير


الشهُور مَا تتوب فيه الى اللهِ تَوْبَةً نَصُوحًا، وَخَيْرَ اْلأَيَّامِ مَا تخرج


فيه من الدنيا الى الله تعالى مؤ منًا بالله.


(Fekàle aliyyün radiya’llàhu anhu) Bunun üzerine Hazret-i Ali Efendimiz buyurdu ki:

(Lev süile’l-ulemâu ve’l-hukemâu ve’l-fukahâu mine’l-meşrıki ile’l-mağribi, lemâ ecâbü bi-misli mâ ecâbe bihi’bnü abbâsin illâ ve ennî ekùlü)

İlk önce iltifat ediyor, ilk önce güzelce diyor ki:

“—Eğer maşrıktan mağribe kadar, doğudan batıya kadar ne kadar âlim varsa, ne kadar hakîm varsa, hikmet ehli varsa, ne kadar fakih varsa, din bilgini varsa, onların hepsine bu sual sorulmuş olsaydı bu ibn-i Abbas RA’nın verdiği cevap gibi güzel cevap veremezlerdi. Ona benzer, ona denk başka bir cevap veremezlerdi. Ya öyle söylerlerdi onlar da... Ancak bu kadar söylenir. Yâni, çok güzel söylemiş.” diyor.

Ne kadar güzel! İlk önce hakkını veriyor hak sahibinin. İbn-i Abbas’ı ilkönce methediyor. “Güzel söylemiş, çok doğru, mağribden maşrıka cümle ulemâya, fukahâya, hukemâya sorulsa onlar daha güzelini söyleyemezlerdi. Aşk olsun, ağzı dert görmesin, güzel söylemiş.”diyor ilk önce. Ondan sonra diyor ki:

(İllâ ennî ekùlü) “Fakat ben de derim ki...” Demek, kendisi de bir şeyler söyleyecek bize. Bakalım ne diyecek şimdi:

200

إِنَّ خَيْرَ الأَعمال مَا يقبل الله تعَ الٰى مِنْكَ،


(İnne hayre’l-a’mâli mâ yakbelu’llàhu teàlâ minke) “Amellerin en hayırlısı Allah’ın kabul etmiş olduğudur. Kabul etmemişse ne yapayım ben? Mühim olan kabul etmiş olmasıdır.” diyor. Bak ne kadar ince bir noktaya temas ediyor.

Çünkü Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifine: “Öyle kimseler var ki...” diyor, bunu izah için söylüyorum yâni bunun dışında olarak, “oruç tutar ama akşama kârı sadece ve sadece aç ve susuz kalmaktan ibarettir.” Neden hiçbir ecir alamaz? Onun sebebi var. Oruç tutmak sadece aç ve susuz kalmaktan ibaret değil. Aynı zamanda ahlâken de oruç tutacak insan. Meselâ gözüne oruç tutturacak, diline oruç tutturacak, kulağına oruç tutturacak... Her azasına oruç tutturacak. Meselâ ona gıybet etmiş, buna ağır söz söylemiş, ötekisinin kalbini kırmış, berikisine yalan söylemiş, ötekisini kırmış, kötü şeyler dinlemiş filan... O zaman tabii orucun sevabı kalmıyor. Akşama kârı ne oluyor? Elde bir şey yok, kâr filan yok, sadece aç ve susuz kalmak. Demek ki oruç tuttuğu halde kârı olmayabiliyor insanın. Allah kabul etmiyor.

Sonra namaz da böyle, Kur’an-ı Kerim de böyle. Meselâ yine hadis-i şeriflerde var ki, söz uzamasın diye kısa geçiyorum: “Nice Kur’an okuyan kimse vardır ki Kur’an-ı Kerim ona lanet eder.” diyor Peygamber Efendimiz. Neden? Boğazından aşağıya geçmiyor ki Kur’an, boğazı söylüyor, gönül iştirak etmiyor. Halbuki gönül iştirak etmedi mi olmaz ki.

Münafıkùn Suresi’nin başında diyor ki:


إِذَا جَاءَكَ الْمُنَافِقُونَ قَالُوا نَشْهَدُ إِنَّكَ لَرَسُولُ اللهَِّ، وَاللهَُّ يَعْلَمُ إِنَّكَ


لَرَسُولُهُ، وَاللهَُّ يَشْهَدُ إِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَكَاذِبُونَ ( المنافقون:١)


(İzâ câeke’l-münâfikùne kàlû neşhedü inneke le-rasûlüllah) “Münafıklar sana gelirler yâ Rasûlüm, derler ki: ‘Şehadet ederiz ki sen Allah’ın Rasûlüsün!’ (Va’llàhu ya’lemu inneke lerasûlüh)

201

Allah-u Teàlâ biliyor ki elbette sen onun Rasûlüsün, o gönderdi, elbet biliyor, (va’llàhu yeşhedü inne’l-münâfikìne lekâzibûn) Ama Allah şehadet eder ki, münafıklar yalan söylüyor.” (Münâfikùn, 63/1)

Neden? Gönülden söylemiyor da ondan. Dili, “Sen Allah’ın rasûlüsün.” diyor ama, gene yalancı gene yalancı… Neden? Gönülden söylemedi, içinden iştirak etmiyor dili söyledi diye.

Onun için Kur’an okuyan nice insanlar da vardır ki Kur’an ona lanet edecek, davacı olacak, yakasına yapışacak bazı kimselere.

Nice namaz kılan kimse vardır ki, kıldığı namaz ancak onu Allah’tan uzaklaştırmağa yarar, Allah’la arasındaki mesafeyi açmaya yarar. Neden? Namaz kılar, aklı başka yerdedir veyahut bir günah üzerinde namaz kılmaktadır, meselâ gasbedilmiş bir elbiseyle namaz kılmaktadır, ........ vardır başka şeyler vardır filan diye... Demek ki Hazret-i Ali Efendimiz el-hak doğru söylemiş. Amelin en hayırlısı Allah’ın kabul ettiğidir. Kabul etmedikten sonra...

Meselâ bir başka hadis-i şerif var ki, uzun bir hadis-i şerif. Onu ravi rivâyet ederken soruyorlar kendisine: “Sende bir hadis-i şerif varmış, sen rivâyet ediyormuşsun o hadis-i şerifi, onu bize söyle.” deyince, o hadisi hatırlayınca düşüyor bir bayılıyor. Hadis-i şerifin dehşetinden bir düşüyor, bayılıyor, başında bekliyorlar, kendine geliyor, kalkıyor, “Dur ben size o hadis-i şerifi söyleyeyim.” derken yine gözleri doluyor, aklı gidiyor, küt bir daha düşüyor, bayılıyor. Öyle bir hadis-i şerif, uzun bir hadis-i şerif. Orada diyor ki: Meselâ Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne ameller arz olunur. Yedi kat semayı geçer, arz olunur ama getiriyor ki melekler, her semanın meleği bu amelleri götüren melekleri durdururlarmış,

“—Dur! Nereye gidiyorsun, ne götürüyorsun, kiminkini götürüyorsun?”

“—Filanca şahıs işte şu kadar namaz kıldı, bu kadar oruç tuttu, şu kadar Kur’an okudu, onun sevabını götürüyorum.” “—Git bu yaptığın ibadetleri onun yüzüne çarp! Çünkü o riyâkâr idi. Allah-u Teàlâ Hazretleri bana emretti ki: ‘Riyâ ehlinin amelini bu semâdan öbür tarafa getirme.’ dedi bana, ben onu geçirmem yukarıya, git onun yüzüne çarp!” diyor.

Bak ravinin bayılması kadar var yâni bayıldığı kadar var.

202

Müthiş bir hadis-i şerif.


Demek ki, Hazret-i Ali Efendimiz el-hak doğru söylemiş, amellerin en hayırlısı Allah’ın kabul ettiği. Kabul etmezse halimiz ne olacak? Gece gündüz ağlayalım, yalvaralım da bunun çaresini arayalım, bulalım. Nereden hangi doktorlar bunun çaresini söylüyor ise, hangi profesör bu işin mütehassısı ise gidelim, acaba bizim bu amelimizin böle yüzümüze çarpılmaması için ne yapmamız lâzım, hangi ameli Allah-u Teàlâ Hazretleri nasıl kabul eder diye bunun çaresine bakalım.

Birazcık bağrın sıkıştığı zaman, kalbin fazla attığı zaman doktora gidiyoruz ya hepimiz, bu ahiret işi için niye gitmezsin? El- hak, güzel söylemiş. Allah şefaatine nail etsin. Şimdi bakalım sonra ne demiş:


وَخــير الشهُور مَا تتوب فيه الَ ى اللهِ تَوْبَةً نَصُوحًا،


(Ve hayru’ş-şuhûri mâ tetûbu fîhi ila’llahi tevbeten nasûhâ) “Ayların hayırlısı içinde tevbe-i nasuh ile Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne tevbe edip de yoluna girdiğin aydır.”

“—Sen nasıldın?” “—Aman kardeşim sen benim eski halimi hiç sorma, ben eski filanca... Eskiden o meyhane senin, bu meyhane benim giderdim, mahallenin kabadayısıydım, önümden geçeni yumruklardım, arkamdan geçeni tekmelerdim, şu kadar insana şu zulmü ettim,

bu kadar insana şu haksızlığı yaptım filan...” “—Eee, sonra ne oldu?” “—İşte sonra şöyle hadise oldu, böyle hadise oldu, hatamı anladım, tevbe ettim, hak sahiplerinden helalleştim, bu yola girdim.” İşte bunun gibi. Tevbe-i nasuh ile kötü yolu bırakıp da hak yola girdiğin ay. Ayların hayırlısı o.


E Ramazan hayırlı dersin de Ramazan’dan istifade etmemiş isen o Ramazan’ın hayrından sana ne?

Bak “Ramazan’da amellerin kabul edilmediğinin alâmeti...” diyor hadis-i şerifte, “Ramazan’dan sonra insanın Ramazan

203

içindeki güzel halinin devam etmemesidir.” Yâni bir Ramazan içinde sen sabahları geliyordun, camide mukabeleyi dinliyordun, gündüzleri oruç tutuyordun, sigarayı bırakmıştın, içkiyi bırakmıştın, melek gibi bir hale bürünmüştün, akşamleyin gelip iftarını yapıyordun, ondan sonra yatsıya geliyordun camiye, hocanın konuşmasını dinliyordun, namazı kılıyordun, melek gibi evine gidiyordun, tamam.

Bak bunların hepsi güzel. Ramazan’dan sonra ne oldu sen orasını söyle bana. Ramazan’da öyleydin de Ramazan’dan sonra ne yaptın?


Hocam hiç orasını sorma! Gene içkiye başladık, gene sigaraya başladık, gene ibadetleri unuttuk, gene evde hanımı, bağırıp çağırıp üzmeye başladık, gene şöyle ettik... Kabul olmamış. Etme hocam, hakikaten öyle mi?

Ben söylemiyorum. Rasûlüllah SAS Efendimiz diyor. Bir Ramazan içinde insanın ibadetleri kabul olmuşsa onun alameti Ramazan’dan sonra o insanın hak yolda devam etmesidir. Etmiyorsa olmamış, tutmamış demek ki.

Hani ağacı bazen dikiyoruz da, tutmuyor ya, kuruyuveriyor. Bir ay geçiyor, iki ay geçiyor, öyle anlıyoruz. Çamı meselâ dikiyorsun, yemyeşil duruyor. Acaba tuttu mu, tutmadı mı filan derken, iki ay üç ay sonra bakıyorsun yaprakları, iğneleri kurumağa başladı... Bu çam tutmadı diyorsun. Onun gibi.

O Ramazan senin için hayırlı değil. Çünkü istifade edemedin hayrından. Ramazanın kendisi hayırlı ama kâfirlere, mücrimlere o Ramazanın hayırlı olmasının bir faydası olmadığı gibi, sana da fayda etmez.

E o zaman ayların hayırlısı hangisi? Ayların hayırlısı içinde senin tevbe-i nasuh ettiğin. Yolunu tam döndürüp de Allah adamı olduğun zaman. Allah’ın yoluna girdiğin aydır. Bu da güzel! Çok doğru söylemiş.


Gelelim üçüncüsüne:


وَخَيْرَ اْلأَيَّامِ مَا تخرج فيه من الدنيا الى الله تعالى مؤ منًا بالله.

204

(Ve hayre’l-eyyâmi) “Günlerin en hayırlısı hangisidir? (Mâ tahrücü fîhi mine’d-dünyâ ila’llahi teàlâ mü’minen bi’llâhi) Günlerin en hayırlısı o gündür ki, sen o gün dünyayı terk edersin, emâneti sahibine teslim edersin de iman-ı kâmil ile Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne kavuşursun. En hayırlı gün işte odur.”

Neden?


الأمور بخواتمها


(El-umûru bi-havâtimihâ) “İşler sonuna bakılarak bilinir.” Yâni bir ömürde insanın nasıl bir insan olduğu hâtimesinden belli olur. Yâni işin sonunda ne olacak? İnsan başında başka türlü olabilir de işin sonunun iyi gelmesi lâzım. Sonunun düzgün gitmesi lâzım. Onun için sen mü’min-i kâmil olarak emaneti teslim edebiliyorsan Allah’a, iman ile göçebiliyorsan ne mutlu sana! İman ile göçemezsen... O zaman burada yaptığın şeylerin kıymeti yok.


Çünkü öyle kimseler var ki —Allah korusun— iman etmiş, mü’min olmuş, ondan sonra bir şeye kızmış, çıkmış doğru yoldan, raydan çıkmış, paldır küldür gitmiş. Böylelerine mürtet diyorlar, irtidat etmiş, dönmüş, hak yoldan dönmüş.

Meselâ Yemen’in kabilesinden bir kabile reisi pazar yerinde bir adam kendi ayağına bastı kalabalıkta yanlışlıkla... Kalabalıkta ayağına basıverdi... Sen misin adamın ayağına basan, kaldırdı bir tokat çatlattı ayağına basan kimseye... E eski devir değil ki İslâm geldi! O eski Arapların cahiliye devri değil ki İslâm geldi, Hazret-i Ömer’in çağı, adalet zamanı. Adam gitti şikâyet etti tokadı yiyen. Dedi ki:

“—Yâ emîre’l-mü’mîn! Ben çarşıda yanlışlıkla adamın ayağına bastım. Bu adam beni çarşıda dövdü.” Şikâyet etti. Ne olacak? Döven kim? Filanca kabilenin reisi, başkan, itibarlı bir kimse ama hükmeden kim? Hazret-i Ömer. O başkanlığı filan dinler mi... Dedi ki:

“—O sana vurduysa bu sefer ona kısas lâzım geldi. Kendisine sopa vurulan da aynı şekilde ötekisine vuracak. Kısas... Dişe diş, göze göz, cana can kısas... Sen ona vurmasaydın. Madem vurdun,

205

sen de yiyeceksin o sopayı!”

E şimdi o kabile reisi, onuruna yedirememiş, kibirli bir kimse demek ki. Sabırsız... Zaten tokadı vuruşundan da belli sabırsız olduğu... Haydi, kalktı İslâm diyarından kaçtı. Dosdoğru Bizans’a gitti, tanassur etti, yâni hristiyan oldu, bıraktı İslâm dinini, kâfir olarak yuvarlandı gitti, irtidad etti. Onun bir ara camide namaz kılmasının kıymeti var mı? Yok, işin sonu mühim…

Onun için Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlemize hüsn-ü hâtimeler nasib eylesin... Allah-u Teàlâ Hazretleri yolundan ayırmasın cümlemizi...


Tabii zaman geçmiş olmasa, daha söylenecek sözler de buluruz, var ama fazla da uzatmak istemiyoruz. Yalnız şu var ki: İşin sonu şimdiden ayarlanıyor. Yâni birden bire olmuyor o iş... Bak meselâ, hakikaten Allah’tan korkan takvâ ehli insanlar en son deme, en son zamana göre ayarlamışlar hayatı. Düşünmüşler, taşınmışlar mübarekler. Kitaplarını okuyoruz:

“—Acaba insan nasıl olur da, ne yapar da, en sonda:


أَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهَُّ، وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ .


(Eşhedü en lâ ilâhe illa’llàh ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlühû) der de, emanetini mü’min olarak nasıl teslim eder?” diye çok düşünmüşler.

Bakmışlar, görmüşler ki en son devir, en son çağ, en son dem, en son zaman korkunç bir zaman... Azrâil AS, insanın karşısına çıkıverdi mi;

“—Ver bakalım emaneti!” diye, öyle müthiş bir manzarası varmış ki...

Mübarek melek tabii, Allah’ın emriyle vazife yapıyor ama, öyle müthiş bir manzarası varmış ki; o Azrail’i görmek elli kılıç darbesi yemekten daha zormuş. Yâni kılıcı şöyle bir vursalar, bir yerden bir yerini keser insanın. Bir daha vursalar burasını keser... Elli yerden... Yâni, vücudu lime lime kesilse, nasıl acır, insanın her tarafı sızlar, ondan daha zor diyorlar, kitaplarda öyle okudum.


E o zaman, akıl kalır mı insanda? Yâ ben ne diyecektim, hangi

206

kelimeydi o? Akıl filan bir şeycik kalmaz.

Onun için, Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlemize hüsn-ü hâtime nasib etsin... Onun hazırlığı, şimdi bu zamandan başlıyor. Her zaman belli miktarda, alacaksın eline tesbihi Allah diyeceksin, Lâ ilàhe illa’llàh diyeceksin, Allah’ın yolunda gideceksin, öyle o hale getireceksin ki, sen elinle iş yaparken bile Allah diyecek için.

“—Der mi hocam?”

Der.

“—Nereden söylüyorsun?” Gördüm ve duydum, biliyorum oradan söylüyorum. Birisini hatırlıyorum ki, horul horul uyuyordu, aynı yerde yatıyorduk, horul horul uyuyordu, derin bir uykuda, horluyor... Bir taraftan da horultusu içinde, “Allah, Allah, Allah, Allah…” diye devam ediyor. Hem horluyor, hem devam ediyor. Yâni şu kulaklarımla duydum, biliyorum ki olur. Olduğunu da biliyorum. Kitaplardan da biliyorum, bizzat da gördüm, biliyorum.

İşte o hale gelirse ne mutlu! O hale getireceksin. Onun için de çalışacaksın. Şimdiden çalışacaksın. Çünkü Peygamber ASS Efendimiz buyuruyor ki:


تموتون كما تعيشون، وتبعثون كما تموتون.


(Temûtûn) “Ölürsünüz...” Nasıl ölürsünüz? (Kemâ taîşûn) “Nasıl yaşadıysanız öyle ölürsünüz.”

En son anda hep bir insan mesleğiyle ilgili sözleri söyler. Akıl gitti mi... Sekerâtü’l-mevt diyoruz, ne demek sekerâtü’l-mevt? Ölümün sarhoşlukları, (Ve câe sekretü’l-mevti bi’l-hak) ölüm sarhoşluğu... Ölümün sarhoşluğu geldi mi, akıl gitti mi o zaman zor olur iş. Nasıl ölürsün? (Kemâ taîşûn) Nasıl yaşadıysan öyle ölürsün. İyi hal üzere yaşadıysan iyi hal üzere ölürsün.

Bir kitapta okudum ki adamın birisi ayyaşmış... Ama ayyaştan ayyaşa da fark oluyor. Kimisi hata ettiğini, günah işlediğini bilir de kurtulmağa çalışır. Allah kurtulmak nasib etsin... Kardeşlerimizdendir, mü’mindir, şeydir... Çünkü günah işlemek insanı dinden çıkarmaz, kâfir etmez de günahkâr insan olur. Allah belki tevbe nasib eder, iyi olur gene. Dua edeceğiz öylelerine, ayıplamayacağız, inşâallah düzeltir.

207

Ama bu adam —kitapta okudum— bir kere tevbe etmiş, ondan sonra arkadaşları gene içmeye gidince canı çok çekmiş anlaşılan, pişman olmuş tevbe ettiğine. Ondan sonra bir söz söylüyor orada —kitapta okudum— diyor ki:


Tevbe ettim ki etmeyem tevbe,

Tevbeye tevbe-i nasuh olsun!


Yâni demek istiyor ki: Ben tevbe yaptım ama başka bir zamanlar, evvelki zamanlar, pişman oldum şimdi, bir daha kendi kendime söz veriyorum, hiç tevbe etmeyeceğim diyor. Lafa bak lafa! Ne kadar terbiyesizce bir laf… Acaba bu adamın sonu ne oldu şimdi? Kitabın aşağı tarafını açıyorum, okuyorum... Meyhane köşesinde çatladı öldü diyor. Yaa, öyle dersen... Ah zavallı kardeşim benim! Öyle dersen öyle ölürsün. Nasıl yaşadıysa, öyle ölür insan.


Onun için Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi, tevbe-i nasuh edip, hak, samimi, güzel bir tevbe ile tevbe edip yoluna dönenlerden eylesin... Yapmış olduğumuz günahları, kusurları, isyanları, hataları bağışlasın... Bundan sonraki ömrümüzde bizi hıfz u himâye eylesin, korusun...

Çünkü, şimdiye kadar yaptıklarımızdan bir korkuyoruz, bundan sonrasından bin korkuyoruz. Acaba halim ne olacak? Acaba dosdoğru durabilecek miyim yoksa ayağım takılıp düşecek miyim bilmiyorum ki. Allah lütfederse dururuz tabii. Ondan sonra da cümlemize hüsn-ü hàtime nasib eylesin...

Hakkı hak olarak görmek, hakka tâbi olmak nasib etsin... Batılı batıl olarak görmek, batıldan kaçmak nasib etsin... Günahlardan uzaklaşmak nasib etsin...


İman, hani şu koluna, göğsüne, eline kadınların ziynet diye taktıkları zümrütler, yakutlar, pırlantalar var ya, iman onlardan da kıymetli bir cevherdir. Çok kıymetlidir. Fevkalâde kıymetli bir cevherdir. Onun için o mübarek cevherin düşmanı çoktur, hırsızı çoktur. Nasıl sen şurana hakiki yakutu, iri yakutu taksan, koluna yakut bilezikleri, yüzükleri taksan hırsızlar nasıl gözlerini diker:

“—Şu adamı bir tenhada, şu kadını tenhada yakalasak da şu

208

mücevherlerini çalsak...” demezler mi?

Bu iman cevherinin de hakiki böyle azılı gangster düşmanları vardır. O düşmanlardan birisi nedir? Şeytan aleyhi’l-la’neh...

“—Nereden çıkarttın bu düşmanı?”

Ben çıkartmadım. Kur’an-ı Kerim’de söylüyor Allah-u Teàlâ Hazretleri. Yâsin Sûresi’ni okumaz mısınız?


إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُبِينٌ (يٰس:٠٦)


(İnnehû leküm aduvvün mübîn) “Şeytan sizin apaşikâr düşmanınızdır.” (Yâsîn, 36/60) demiyor mu orada? İşte o, imanı çalmak için dolaşır durur böyle. Pır pır döner insanın etrafında.

Ondan sonra:79


أَعْدٰى عَدُوُّكَ نَفْسُكَ الَّتِي بَيْنَ جَنْبَيْكَ .


(A’dâ adüvvüke nefsüke’lletî beyne cenbeyke) “En büyük düşmanın, şu senin içindeki nefsin, kendi nefsin!” Sana şu yemek yedirten, uyku isteten, hazların peşinde, zevklerin peşinde koşturtan bir nefsin var içeride, en büyük düşmanlardan bir tanesi o…

Ondan sonra kâfirler var, fâsıklar var, zalimler var, ehl-i dünya var... Hepsi bizim imanımızın peşindedir. Hepsi yalan yanlış bir şeyler ortaya atar, söylerler, bizi sapıtmak için. Kendisine benzetecek yâni. Cehenneme ortak arıyor, arkadaş arıyor. Beraber gideceğiz, kol kola gideceğiz, arkadaş yar arıyor kendisine, onun için bizi hak yoldan çıkartmağa çalışıyor.

Onun için, bu yol ince bir yoldur. Yâni, mü’min olmak kolaydır. Nasıl kolaydır? “Lâ ilâhe illa’llah muhammedün rasûlü’llah” dersin, mü’min oldun. Mü’min olmak kolaydır da, imanı muhafaza



79 Beyhakî, Zühdü’l-Kebîr, c.I, s.359, no:355; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan. Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.408, no:5248; Harâitî, İ’tilâlü’l-Kulûb, c.I, s.35, no:32; Ebû Mâlik el-Eş’arî RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.431, no:11263; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.143, no:412, 2144; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVIII, s.270, no:19379.

209

etmek zordur. O cevheri sonuna kadar götürmek, emaneti sahibine teslim edinceye kadar muhafaza etmek zordur.

Onun için, kestirme yollardan birisi ilim sahibi olmaktır. İnsan ilim sahibi olursa, ilmi ile hakkı batılı bilirse kendisini koruyabilir.

Kestirme yollardan birisi sàlih kimselerle arkadaşlık etmektir, ahbaplık etmektir, onların yanından, izinden ayrılmamaktır, eteğini bırakmamaktır. Çünkü bir insan ehl-i dünya değilse, bir insan onun bunun parasında, pulunda, malında gözü olan bir kimse değilse, ahirete ait bilgisi de fazlaysa, yâni kâmil bir insansa ondan sonra o insanı arayıp bulup eteğine sımsıkı yapışması lâzım ki ondan tehlikeleri öğrensin.


Sen şimdi hacca gitsen istemez misin, daha önce hacca gitmiş iyi bir hoca olsa da, onunla aynı kafilede gitsek; o bana ne yapmam gerektiğini söyleyi söyleyiverse... Ya hata edersem, haccım boşa giderse diye istemez misin?

Onun için, nasıl Kâbe’ye delil gerekiyorsa, bu hak yolda da yürümek için sàlih insanlarla beraber olmak lâzım! İlim erbâbı olmak lâzım, ilim öğrenmek lâzım! Ondan sonra da, her şeyin sahibi olan Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne çokça yalvarmak lâzım!

Öyle kenarda durmakla olmaz! Geceleri böyle seccadeyi ıslatmak lâzım! Ağlaya ağlaya, kimsenin olmadığı bir yerde... Başkasının yanında ağlamağa utanırsın, biliyorum da, kimse yokken ağla ağlayabildiğin kadar...

Hatalarını söyle, kusurlarını söyle, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nden af dile ki, ondan olacak zaten, her iş oradan bitecek. Eğer lütfederse, kerem eylerse, bağışlarsa, kabul ederse, kabul edecek. Eğer reddederse kapısından, gidecek başka hiç bir yerimiz yok... Onun için o kapıya sımsıkı yapışacağız, öyle bir gayret içinde olacağız!

Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi yolunda daim etsin!


10. 02. 1981 - İstanbul

210
07. Mİ’RAC’DAN HATIRALAR