• /
  • Kütüphane
  • /
  • Haccın Fazîletleri ve İncelikleri
  • /
  • 11. HACCIN FAZİLETLERİ, İNCELİKLERİ
10. AMELLER NİYETLERE GÖREDİR

11. HACCIN FAZİLETLERİ, İNCELİKLERİ



Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm...

Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm...

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh... Kemâ yenbağî li- celâli vechihî ve li-azîmi sultànih... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ ve üsvetüne’l-haseneh, ve tâci ruusünâ ve tabîbi kulûbünâ muhammedini’l-mustafâ... Ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin zevi’s-sıdkı ve’l-vefâ...


a. Allah’ın Nimetleri


Allah-u Teàlâ’nın kullarına verdiği nimetler, sayılamayacak kadar çoktur.


وَإِنْ تَعُدُّوا نِعْمَةَ الِلَِّ لاَ تُحْصُوهَا (ابراهيم:٤٣)


(Ve in teuddû ni’meta’llàhi lâ tuhsûhâ) [Allah’ın nimetlerini sayacak olsanız, sayamazsınız.](İbrâhim, 14/34) Çünkü, her şeyimiz onun lütfudur, ihsanıdır. Ama bu nimetlerin en büyüğü, müslüman olmak nimetidir. Çünkü insan, ancak mü’min olduğu zaman, ahiret saadetini garantileyebiliyor. Ancak imanlı olduğu zaman, cennete gidebiliyor. Müşrik ise, kâfir ise, itikadsız inançsız ise; bu dünya mühim değil, gelip geçiyor ama, ebedî hayatı mahvoluyor.

O bakımdan, sayılamayacak kadar çok nimetleri içinde, Rabbimizin biz kullarına en büyük nimeti, bizi müslüman olmak şerefine sahip kılmış olmasıdır. Çok şükür, şu anda müslümanız.

Allah bizi müslüman bir anneden babadan, müslüman bir diyarda dünyaya getirdi. Çok şükür, haramlara günahlara mümkün olduğu kadar bulaşmamağa çalışarak yaşadık. Bu nimetin içinde bu günlere geldik. Allah bu nimeti, ömrümüzün

206

sonuna kadar devam ettirsin... Ve şu can emânetimizi de Allah’a, yine bir mü’min kulu olarak teslim etmemizi, ahirete mü’min kulu olarak göçmemizi nasîb eylesin... Huzuruna sevdiği, razı olduğu bir kul olarak çıkmayı nasîb eylesin...


Bu dünyadan firavunlar gelmişler geçmişler. Tantanalı, saltanatlı, debdebeli, şaaşaalı hayatlar sürmüşler. Nice insanlar kendilerine hizmet etmiş, hazineleri altın, gümüş, cevher dolu olmuş ama, kıymeti yok... Firavunların, Nemrutların, kayserlerin, kisrâların hepsi imanı olmadıktan sonra, bu dünyada ellerinde olan hazinelerin, sarayların hesabını vermekten aciz durumda... Ahirette perişan durumda...

Biz el-hamdü lillâh müslümanız ve Allah-u Teâlâ Hazretleri neyi emrettiyse, onu yapmağa niyetliyiz. Diyoruz ki, “Yâ Rabbi emret, emrini tutalım!” ve bildiğimiz kadar da emirlerini yerine getirmeğe çalışıyoruz.

Bizim memleketimiz böyle sıcak değil... Memleketimizde az çok kurulmuş bir düzenimiz vardı. Böyle bu kadar sıcağa, izdihama,

207

sıkıntıya; Arafat’taki o çeşitli meşakkatlere; Müzdelife’deki o derbederliğe, dağınıklığa; Mina’daki sıkışıklığa niye katlanıyoruz?

Allah rızası için, sevap olduğu için... Allah râzı olsun diye yapıyoruz.

Demek ki, el-hamdü lillâh bir derece güzel bir halimiz var ki, malımızdan, canımızdan, rahatımızdan Allah için fedâkârlık yapacak bir durumdayız. Allah bize bu imanı, bu iz’anı, bu irfanı nasîb etmiş; çok şükür...

Elbette burası rahat yeri değil... Elbette burası keyf ve sefâ yeri değil... Burası, çok ince mânâlarla, sırlarla dolu olan; çok ibretli, çok hikmetli, çok ilâhî bir seyahat ve bir ziyâret yeri...

Allah-u Teâlâ Hazretleri emir buyurmuş, mühim bir emir olarak... Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm:


وَ لِلَِِّ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنْ اسْتَطَاعَ إِلَيْهِ سَبِيلًً (اۤل عمران:٧٩)


(Ve li’llâhi ale’n-nâsi hiccu’l-beyti menistetaa ileyhi sebîlâ) “Bu Beytullah’ı haccetmek, ziyaret etmek, usûlüne uygun olarak hac vazîfesini yapmak, Allah’ın gücü yeten kullarının boynuna yazdığı bir farîza, bir vecîbedir.” (Âl-i İmran, 3/97)

Bunu emretmiş Allah-u Teâlâ Hazretleri... El-hamdü lillâh, bu vazîfeyi yapmağa çalışıyoruz.


Hep duyuyoruz ki, “Haccınız mebrûr olsun! Haccınız mebrûr olsun! Haccınız mebrûr olsun!” diyorlar. Biz de sizlere onu temennî ederiz şimdi: Allah, şu yaptığınız haccınızı mebrûr bir hac eylesin... Sa’yinizi meşkûr bir sa’y eylesin... Amellerinizi kabul eylesin... Günahlarınızı mağfiret eylesin... Bunları temennî ediyoruz. Ama, hac-ı mebrûr nedir? Ne demek mebrûr hac? Mebrûr hac hakkında, benim gördüğüm bir iki hadis-i şerif var... Câbir RA’dan rivayet edildiğine göre, buyurmuş ki:31



31 Hàkim, Müstedrek, c.I, s.658, no:1778; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VI, s.362, no:6618; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.V, s.262, no:10170; Beyhakî, Şuabü’l-

208

سُئِلَ رَسُولُ الِلَِّ صَلَّى الِلُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ : مَا بِرُّ الْحَجِّ؟ قَالَ:


إِطْعَامُ الطَّعَامِ، وَطِيبُ الْكَلًَمِ (ك. عن جابر)


(Süile rasûlü’llah SAS) Rasûlüllah SAS’e soruldu: (Mâ birrü’l- hac) “Hacc-ı mebrûr nedir, nasıl olacak?”

(Kàle) Buyurdu ki: (İt’amü’t-taàm) “Yemek yedirmek, ziyâfet çekmek. (Ve tıybü’l-kelâm) Tatlı, hoş, güzel söz söylemek.

İkisinin de altında yatan mânâ ne? Yemek yedirmek... Yâni, bu karşındaki adamın parası yok mu? Aç mı, açık mı? Bunun altında yatan mânâ gönül yapmak, gönlünü hoş etmek! Tatlı sözle de insan karşısındakinin gönlünü alabilir, yemek yedirmekle de... “Bizim eve buyur, misafirimiz ol lütfen! Soframızı şereflendir; Allah ne verdiyse, bir şeyler yiyelim!” diyorsun. O da bu yakınlıktan memnun oluyor. Geliyor evinize, sofranıza oturuyor. Bir samîmiyet oluyor. Netice itibarıyla gönül yapmaktır.


Peygamber SAS Hazretleri, şu bizim ziyâret ettiğimiz Kâbe-i Müşerrefe’ye dedi ki:32


لَقَدْ شَرَّفَكِ الِلَُّ ، وَكَرَّمَكِ، وَعَظَّمَكِ؛ وَالْمُؤْمِنُ أَعْظَمُ حُرْمَةً مِنْكِ

(طس عن ابن عمرو)


(Lekad şerrefeki’llâhi, ve kerremeki, ve azzameki) “Yâ Kâbe-i


İman, c.III, s.480, no:4119; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.238, no:1718; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.329, no:1091; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.V, s.23, no:11881; Câmiü’l-Ehàdîs, c.V, s.191, no:3964 ve c.XI, s.103, no:10349.


32 Taberâni, Mu’cemü’l-Evsat, c.VI, s.36, no:5719; Abdullah ibn-i Amr RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.164, no:817; Câmiü’l-Ehadis, c.XVII, s.432, no:18527.

209

Müşerrefe! Allah seni ne kadar şerefli, ne kadar mübârek, ne kadar kıymetli, ne kadar azametli kılmış… Ne kadar şereflisin, ne kadar izzetli, kıymetlisin! (Ve’l-mü’minü a’zamü hürmeten minke) Amma, Allah indinde bir mü’minin kalbi senden daha kıymetlidir.” dedi.

Bakın, Kâbe’ye ne kadar hürmet ediyoruz! Dönerken nasıl ağlıyoruz. Örtüsüne sarılıp nasıl gözyaşı döküyoruz. Ellerimizi duvarına yapıştırıp, yanağımızı taşlarına koyup, nasıl hüngür

hüngür ağlayıp dua ediyoruz. Ne kadar kıymetli o Kâbe! Bakın, dünyanın üzerinden iki milyon altı yüz bin insan, nice fedâkârlıklarla buraya gelmiş, etrafında dönüyorlar. İzdihamdan kimisi eziliyor, ölüyor... Ötekiler yine korkmuyor, yine bu vazifeleri yapıyor. Ama Peygamber Efendimiz yemin ediyor, “Vallahi mü’minin kalbi senden daha şerefli, daha kıymetli!” diyor.

Muhterem kardeşlerim! Bu hadisi, Kâbe’yi ziyaret etmeyen bir insan anlayamaz! Ama, Kâbe’yi ziyaret eden, Kâbe’ye insanların ne kadar hürmet ettiğini, ne kadar sevgi duyduğunu, nasıl ona itibar ettiğini gören bir insan, bu hadisin mânâsını canlı olarak

210

yakalar.

Mü’minin kalbi Kâbe’den kıymetli... Onun için, galibâ Molla Câmî’dir, Farsça bir söz söylüyor; diyor ki o sözünde:


Dil bedest aver ki hacc-ı ekberest

Ez hezârân Kâ’be yek dil bihterest


Kâ’be bünyâd-ı Halîl-i Âzerest

Dil nazargâh-ı Celîl-i Ekberest.


[Kalp ele getir (kazan), çünkü o en büyük hacdır. Binlerce Kâbe’den bir kalp (kazanmak) daha iyidir.

(Çünkü,) Kâbe Âzer’in oğlu Halil’in yapısıdır; Kalb ise, en büyük olan Allah’ın nazar ettiği yerdir.] “Kâbe netîce îtibâriyle Halil İbrâhim Peygamber’in binâ ettiği bir yapıdır. Amma gönül, mü’minin gönlü, Allah’ın nazar ettiği, teveccüh eylediği bir mahaldir. Onun için, Kâbe’yi ziyaret etmekten, gönül yapmak daha önemlidir.” demiş. Şiirin baş tarafında öyle bir mânâ var.


Şimdi muhterem kardeşlerim, biz hac yaptık ama, it’àmü’t- taàm yapmadık! Belki bazı arkadaşlar, bazı arkadaşları kahvaltıya çağırmıştır... Belki elindekinden bir şeyler yedirmiştir... Fakat çok yapmadık bunu! Ama burada, bir de kesenin ağzını açıp da, Allah rızası için fedâkârlık yapmak meselesi var yâni...

Bizim önümüzde bir tır duruyordu... Zengin birisi gelmiş:

“—Bunun içinde ne kadar ayran var, meşrubat var, satacağın malzeme var?”

Tır kocaman, bu duvardan öbür duvara kadar...

“—Kaç para bunlar?”

“—Şu kadar...”

“—Al parasını, sebil dağıt benim nâmıma!” demiş.

Bakın, nasıl biliyor adam kârını! İnsan, sevdiği için fedâkârlık yapar. Mü’min de çok çok sevdiği Rabbi için, nisbeten sevilen malından, parasından fedâkârlık

211

yapar. Hani, “Mal canın yongası...” demişler. Para da seviliyor; çünkü her şey parayla alınıyor. Allah için o da fedâ edilir.


b. İbrâhim AS’ın İmtihanı


Sonra İbrâhim AS’ı düşünelim: İbrâhim AS’ın Sâre Vâlidemiz’den çocuğu olmadı uzun zaman... Evlât istediler. Hangi karı-koca evlât istemez? Evlât istediler; olmadı. Sonra Hâcer Vâlidemiz’den İsmâil AS dünyaya geldi. Düşünün, bir baba yıllar yılı evlât bekliyor. Bir ana-baba evlât bekliyor. Sonra bu evlât büyüyor. Evlât güzel mi, güzel... Terbiyeli mi, terbiyeli... Anlayışlı mı, anlayışlı... Gözünün bebeği... Sonra, Allah CC rüyada İbrâhim AS’a, o evlâdını kurban etmesini emretti.

Peygamberlerin rüyası oyuncak değildir. Rüya, vahyin bir bölümüdür. Çünkü, onların gönülleri uyumaz. Peygamber Efendimiz öyle buyuruyor:

“—Benim gözüm uyur, kalbim uyumaz!” diyor.

“—Ben önden de görürüm, arkamdakini de görürüm.” diyor.

Çünkü, görme dediğimiz şey gözde değildir. Göz ışınları alıyor, sinirlere götürüyor. —Doktor kardeşlerimiz bilir— sinirler beyne sinyal götürüyor. Beyin kafatasının içinde, kemiklerin içinde, dışarısını hiç görmeyen bir varlık olduğu halde, o gelen sinyallerden önünü görüyor. Allah, uygun sinyali verirse, arkayı da gösterir, sağı da gösterir, uzağı da gösterir, yakını da gösterir.


Şimdi İbrâhim AS, evlâdını kestiğini gördü rüyada... Kendinizi olayların içindeki şahısların yerine koyarsanız, iyi anlamak mümkün olur. On iki yaşına gelmiş bir çocuğunuz var, erkek çocuk... Beklemişsiniz, olmuş;

“—El-hamdü lillâh, Allah bana levent gibi bir erkek evlât verdi.” demişsiniz.

Erkek evlât daha da isteniyor. Tabii kız da olsa, erkek de olsa hepsinin hayırlısı da; eski devirde, erkek evlât daha da önemliymiş. Hattâ bu Araplar, kız çocuklarını gömerlermiş eskiden... Utanırlarmış, perdenin arkasına saklanırlarmış

212

utançlarından; kız çocuk doğdu diye...

İbrâhim AS, Halîlu’llah, Allah’ın dostu... Allah vermiş bu sıfatı:


وَاتَّخَذَ الِلَُّ إِبْرَاهِيمَ خَلِيلًً (النساء: ١٥٢)


(Ve’ttehaza’llàhu ibrâhîme halîlâ) “Allah İbrâhîm’i samîmî dost, hakîkî dost edindi.” (Nisa, 4/125) buyuran Allah’ın kendisi... Neden? Çünkü İbrâhim AS, önüne iki yol çıktı mı, dâimâ Allah için olan tarafını tercih edermiş. Ölçermiş, —keyfi için, nefsi için, para için, menfaati için değil— hangisi Allah’ın sevdiği yolsa, onu tercih edermiş.

Hiç bir sofrasına misafirsiz oturmamış. Dâimâ misafir... Yâni, cömertliği var, halim selimliği var; ince, rakîk, rikkatli bir kalbi var. Bakın, bu da önemli:


إِن إِبْرَاهِيمَ َلأَوَّاهٌ حَلِيمٌ (التوبة:٤١١)


(İnne ibrâhîme leevvâhün halîm.) [Gerçekten İbrahim AS, çok ah eden, ince duygulu, merhametli ve yumuşak huylu idi.] (Tevbe, 9/114)

Bu ayet-i kerimeyi de hatırımızda tutalım. Evvâh, çok ah eden, çok duygulu, çok hassas insan demek... Halîm de, hilim sahibi, yumuşak demek... İbrâhim AS’ı kaşı çatık bir insan sanmayın! Halim selim, duygulu, gözü yaşlı, sevimli, çok hassas bir insan...

Katı bir insan, çocuğuna kaşlarını çatar, bağrına taş basar, “Eh, öldürsünler.” filân diyebilir. İbrâhim AS, öyle değil...


Şimdi, “Evlâdını keseceksin!” diye emir geliyor. İbrâhim AS, tereddüt etmiyor, evlâdını kesecek... Dürüst de bir insan... Gidiyor, o İsmâil AS’a da açıyor konuyu... İsmâil AS, on-on iki yaşında... İlkokulu bitirmiş, ortaokula yaklaşmış bir çocuk gibi; yaş seviyesi olarak... Diyor ki:

213

يَابُنَي إِنِّي أَرَى فِي الْمَنَامِ أَنِّي أَذْبَحُكَ فَانظُرْ مَاذَا تَرٰى

(الصافات:٢٠١)


(Yâ büneyye, innî erâ fi’l-menâmi ennî ezbehuke fe’nzur mâzâ terâ) “Evlâdım, ben rüyamda seni kesme emri, kurban etme emri aldım; düşün bakalım, sen ne dersin bu işe?”

Manzarayı düşünebiliyor musunuz? O rüyayı gören İbrâhim AS’ı anlayabiliyor musunuz? Bu hüküm kendisine bildirilen İsmâil AS’ı anlayabiliyor musunuz?

Anlıyoruz hepimiz; tüylerimiz diken diken oluyor.

Ne cevap veriyor İsmâil AS:


قَالَ يَاأَبَتِ افْعَلْ مَا تُؤْمَرُ، سَتَجِدُنِي إِنْ شَاءَ الِلَُّ مِنَ


الصَّابِرِينَ (الصافات:٢٠١)


(Kàle yâ ebeti’f’al mâ tü’mer!) “Ey benim sevgili babacığım! Allah sana neyi emretmişse yap onu! (Setecidünî inşâallahu mines sâbirîn.) İnşaallah babacığım, beni sabredenlerden bulursun!” (Sàffât, 37/102) diyor. Kolay değil kafası kesilmek...

Çocuktaki asâlete bak, duyguya bak! Yâni benim tüylerim ürperiyor, terliyorum.

Sonra bıçağı alıyor İbrâhim AS... Kesmeye teşebbüs ediyor ama, Allah kestirtmiyor. Koç gönderiyor yerine...


قَدْ صَدَّقْتَ الرُّؤْيَا، إِنَّا كَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ . إِنَّ هٰذَا


لَهُوَ الْبَلًءُ الْمُبِينُ (الصافات:٠١٥-٠١٦)


(Kad saddakte’r-rü’yâ) “Rüyânı doğruladın, ihlâsını isbat ettin.

214

(İnnâ kezâlike neczi’l-muhsinîn) Biz iyileri böyle mükâfatlandırırız. (İnne hâzâ lehüve’l-belâü’l-mübîn) Bu, gerçekten, çok açık bir imtihandır.” (Sàffât, 37/105-106) diyor.



وَفَدَيْنَاهُ بِذِبْحٍ عَظِيمٍ (الصافات:٧٠١)


(Ve fedeynâhü bi-zibhin azîm.) [Biz, oğluna bedel ona büyük bir

kurban verdik.] (Sàffât, 37/107) Büyük bir koç gönderiyor, “Bunu Kes!” diyor.

Bakın muhterem kardeşlerim! Allah CC, hepimizi imtihan ediyor. Sizi de, bizi de, herkesi de, peygamberini de... Peygamberinin oğlunu da... Herkes imtihanda... Bakın, ne kadar zor bir imtihan! İbrâhim AS’ ın imtihanı ne kadar zor bir imtihan! İsmâil AS’ ın imtihanı ne kadar zor bir imtihan! Ve, nasıl başarmışlar?

Rüyâda oğlunu kesmeyi görüyor, kesmeğe kalkışıyor. Oğul, kendisinin kesilmesini hükmünü duyuyor; boyun uzatıyor, kabul ediyor. Fedâkârlığın büyüklüğüne bakın! Otuz tane evlâdı olsa

215

insanın, bir sürü evlâdı olsa, altı tane yedi tane evlâdı olsa; “Hadi bir tanesi fedâ olsun. Ne yapalım, sabredeyim.” filân diyebilir insan... Ama böyle kıymetli, böyle güzel, böyle asil bir evlât...


İmtihan hepimizin başında... Siz sanıyor musunuz ki, buraya gelirken imtihan geçirmediniz? Burada imtihan görmediniz? Burada imtihan görmüyorsunuz? Burada imtihan görmeyeceksiniz? Şeytan sizi rahat bırakıyor; öyle mi sanıyorsunuz? Mümkün mü? İbrâhim AS’la İsmâil AS’ın, şeytan peşine düşmedi mi? İbrâhim AS’ı döndürmeğe, Allah’a âsî etmeğe çalışmadı mı? İsmâil AS’ı kışkırtmadı mı, onu döndürmeğe çalışmadı mı?

Mina’da neyi taşladık biz? Niye taşladık? İbrâhim AS taş attı şeytana: “—Defol mel’un! Ben Allah’ın emrini yapacağım! Sen ikide bir geliyorsun, fit koyuyorsun, vesvese veriyorsun, aldatmağa çalışıyorsun.” dedi.

Şeytanı taşladı İbrâhim AS... Biz de aynı şeyi yapıyoruz.

Şeytan bizi rahat bırakıyor mu? Bırakmıyor. Tam şeytanı taşlamağa gideceğiniz zaman, evde hanımla kavga ediyorsunuz; şeytan kavga ettiriyor. Tam taşlamış geliyorsunuz, bir imtihan oluyor; kaybediyorsunuz. Her an imtihandayız. O kadar bâriz; böyle insan ibret alsa, dikkat etse, gözünü açsa göreceği, o kadar bariz imtihanlar var...


Şimdi biz buraya muhterem kardeşlerim, Allah’ın bir lütfu ile geldik. Eğer müslüman olmasaydık, Allah’ın bizim üzerimizde İslâm nimeti olmasaydı, bizim buraların güzelliğinden haberimiz olmazdı.

Hindular gidiyorlar Ganj nehrine... Orada çimiyorlar, orada çamurlu suların içinde çıpıldaşıyorlar. Onların haccı öyle... Hristiyanlar bir âlem... Yahudiler ağlama duvarına gidiyorlar, Kudüs’te... Orada ağlıyorlar... filân.

Allah’a hamd ü senâlar olsun ki, Hazret-i Adem AS’dan, oğlu Şit AS’dan beri yapılmış, insanlığın tarihi kadar eski bir ibâdet

216

yerine; peygamberlerin dolaştığı, peygamberlerin gömüldüğü yere geldik biz!

Burada Peygamberler tarihini okudum geçen gün; çoğu Cebel-i Ebü’l-Kubeys’te defnedilmiş. Yâni, Safâ tepesinin arkasında, şimdi sarayın olduğu yerde medfûn... Bir kısmı rükn ile makam arasına defnedilmiş. İsmâil AS, Hicr-i İsmâil’de, Kâbe’nin o açık olan duvarının arkasındaki kısımda... Daha nice nice peygamberlerin olduğu rivâyet ediliyor.

Buranın kıymetini melekler de biliyor, peygamberler de biliyor, evliyâullah da biliyor. Çoğu orada yaşamış, burada yaşamış ama; gelmiş sonunda, Kâbe-i Müşerrefe’nin çevresinde defnolunmuş; kabri filân buralarda...


Şimdi bize el-hamdü lillâh, Allah nasîb etti müslümanız. Ama, müslümanların da çeşitleri var. Bir kısmı ibâdetine, tâatine mukayyed değil, aldırmıyor, bilmiyor. Namazını kılmıyor.

“—Niye kılmıyorsun?” diyorsun;

“—Allah affeder.” diyor.

İçkisini içiyor.

“—Niye içiyorsun?” diyorsun;

“—İşte gençlikten, bilmem neden... Bırakırız inşaallah... Tevbekâr oluruz hocam!” vs. diyor.

Haramı yiyor, faizi yiyor... Allah’ın bütün yasaklarını yapıyor, bütün emirlerinden kaçıyor. O da müslüman... Müslümanlığı da kimseye bırakmıyor. Sana da, bana da bırakmıyor:

“—Ben daha iyi müslümanım! Siz biraz sofusunuz.” diyor. “O kadar da öyle olmamak lâzım! Eğlenme zamanında eğlenmek lâzım, ibâdet zamanında ibâdet etmek lâzım!” filân diyenler var...

Bunları hepiniz kulağınızla duyuyorsunuz, gazetelerde okuyorsunuz.

Allah bizi kendisine bağlı, edepli kullarından eylesin... Âsî etmesin... Şeytana aldananlardan, nefse uyanlardan eylemesin...


El-hamdü lillâh, biz haccın kıymetini anlamışız. Hacca geleceğiz diye paramızdan para ayırmışız, mürâcaat etmişiz. Allah

217

da nasîb etmiş, buraya gelmişiz. Müslümanlığı nasîb etmiş, müslüman olmuşuz. Haccın kıymetini anlamışız, mürâcaat etmişiz. Mürâcaat edenlerden nice nice gelemeyen insanlar var... Bize kapı açılmış; o da Allah’ın bir lütfu... Gelmişiz el-hamdü lillâh, buralarda ibâdet ediyoruz.

Şöyle ben etrafıma bakıyorum, sû-i zancı bir insan değilim, her şeyi kötüye yormam ama, hacıların çoğunun haline, tavrına bakıyorum; buralardaki ibâdetin kıymetinden haberi yok! Bu ibâdetin ne kadar önemli bir ibâdet olduğunun farkında değil...

Ben şimdi bir iki hadis-i şerif okuyayım, kıymeti bilinsin diye:


c. Hacının Şefaati


Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:33


الْحَاج يَشْفَعُ فِي أَرْبَعَمِائَةِ مِنْ أَهْلِ بَيْتِهِ، وَيَخْرُجُ مِنْ ذُنُوبِهِ


كَيَوْمِ وَلَدَتْهُ أُمُّهُ (البزاز عن أبي موسى)


(El-hâccü yeşfeu fî erbaamieti min ehli beytihî, ve yahrucü min zünûbihî keyevmi veledethü ümmühû.)

Ebû Mûsel Eş’arî RA’dan el-Bezzâr rivâyet etmiş. Diyor ki Peygamber Efendimiz, müjde olarak sizlere ve bizlere:

“—Hacı ehl-i beytinden dört yüz kişiye şefaat edecek!” Dört yüz kişiye...

İnsanın üç tane, dört tane oğlu vardır. Bir anası, bir babası vardır. Bir kaç torunu vardır. İşte benim altı tane oldu, yedi tane oldu. Ötekisinin sekiz-on oldu. Dayısı, amcası vardır... vs. Düşünün ki, bir hacı dört yüz kişiye kıyamet gününde şefaat edecek! Ne kadar insanı kurtarıyor! Yâni, Allah’a hamd ü senâlar



33 Bezzâr, Müsned, c.I, s.479, no:3196; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.III, s.484, no:5289; Ebû Mûsâ el-Eş’arî RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.V, s.14, no:11841; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XII, s.182.

218

olsun... Hem kendisi kurtuluyor, hem başkalarını kurtarıyor. Tabii hacc-ı mebrûr yaparsa...

Yâni, gönül yıkmadan, cimrilik yapmadan, gönül alarak, yumuşak konuşarak, sabrederek, hoş konuşarak, iltifat ederek, cömertlik yaparak, ziyafet çekerek şöyle bir tatlı hac yaparsa; kendisi bir kere cennetlik oluyor:34


الْحَج الْمَبْرُورُ لَيْسَ لَهُ جَزَاءٌ إِلاَّ الْجَنَّةُ (خ. م. ت. ن. ه. ح م. عن أبي هريرة؛ حم. طس. هب. عن جابر)


(El-haccü’l-mebrûru leyse lehû cezâün ille’l-cenneh) “Başka bir mükâfatı yok, cennetlik oluyor el-hamdü lillah...” Bu bir...

Bir de ehl-i beytinden dört yüz kişiye şefaat hakkı var... Parayla alınır mı bu? Veya para gidecek diye endişe ederek bu fırsat kaçırılır mı? Bu kadar kıymetli bir fırsat kaçırılır mı?


Buyuruyor ki Peygamber Efendimiz, başka bir hadîs-i



34 Buhàrî, Sahîh, c.II, s.629, no:1683; Müslim, Sahîh, c.VII, s.71, no:2403; Tirmizî, Sünen, c.III, s.272, no:933; Neseî, Sünen, c.V, s.115, no:2629; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.964, no:2888; İmam Mâlik, Muvatta’ (Rivâyet-i Yahyâ), c.I, s.346, no:767; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.246, no:7348; İbn-i Huzeyme, Sahîh, c.IV, s.131, no:2513; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.IX, s.9, no:3696; Taberânî, Mu’cemü’l- Evsat, c.I, s.278, no:905; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XII, s.11, no:6657; Abdü’r-Rezzak, Musannef, c.V, s.4, no:8799; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.III, s.120, no:12639; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.III, s.471, no:4091; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.343, no:8506; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.II, s.322, no:3608; Begavî, Şerhü’s- Sünneh, c.III, s.317; Bezzâr, Müsned, c.II, s.477, no:8956; Hamîdî, Müsned, c.II, s.439, no:1002; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.318, no:2425; Buhàrî, Târih-i Kebîr, c.I, s.132, no:399; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.IX, s.61; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d- Duafâ, c.VI, s.223; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXIII, s.384; Ukaylî, Duafâ, c.II, s.124; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.309, no:630; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.147, no:2753; Ebû Hüreyre RA’dan. Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.325, no:14522; Taberânî, Mu’cemü’l- Evsat, c.VIII, s.203, no:8405; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.III, s.480, no:4119; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.VI, s.135; Ukaylî, Duafâ, c.I, s.141, no:173; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.V, s.4, no:11785, 11834, 12293-12295; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XII, s.164, no:11687, 11688 ve c.XIV, s.369, no:14515; RE. 201/8.

219

şerifinde:35


اَلْحَاجُّ الرَّاكِبُ، لَهُ بِكُلِّ خَطْوَةٌ يَضَعُهُ بَعِيرُهُ حَسَـنَـةٌ، وَالْمَاشِي لَهُ


بِكُلِّ خَطْوَةٍ يَخْطُوهَا سَبْعُونَ حَسَنَةٌ مِنْ حَسَنَاتِ الْحَرَمِ (الديلمي


عن ابن عباس)


(El-hâccü’r-râkibü lehû bi-külli hatvetin yedauhû baîruhû hasenetün, ve’l-mâşî lehû bi-külli hatvetin yahtûhâ seb’ùne hasenetün min hasenâti’l-harem.)

Bakın, bunun da kıymetini anlayalım! İbn-i Abbâs RA’dan...

Hacı ya binekli olurdu eskiden, ya yaya gelirdi. Bir de biz Allah’ın nimetlerini iyi anlayalım diye onu da ortaya koyalım: Biz, İstanbul’dan buraya üç saatte geldik, değil mi? Uçtuk, üç saatte geldik. Eski insanlar, üç ayda geliyorlardı. İki ihtimal vardı: Zenginse atı veya devesi vardı. At veya deve kiralıyordu, onunla geliyordu. Ya da, yaya geliyordu. Tabanvayla, ayaklarıyla yürüyerek geliyordu.

Şimdi biz ne yapıyoruz? Biz sabah namazını memleketimizde kılıyoruz, uçağa biniyoruz, yatsı namazında buradayız... Veya ikindide buradayız... Belki, öğlende buradayız. Yâni el-hamdü lillâh, bir vakit ya geçiyor, ya geçmiyor; hiç o sıkıntıları çekmiyoruz.


Eski zamanda haccetmiş bir hacının defterini, eski kitapların arasında buldum. Almanya’da, bir kütüphânede buldum. Yazmış; İstanbul’dan yürüyor hacı... Bir günde nereye geliyor, tahmin edin? Kartal’a geliyor. Bir günde Kartal’a geliyor, mola veriyor.



35 Bezzâr, Müsned, c.II, s.195, no:5119; Mecmaü’z-Zevâid, c.III, s.480, no:5278; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.

Kenzü’l-Ummal, c.V, s.25, no:11892; Câmiü’l-Ehâdis, c.XII, s.160, no:11676.

220

İkinci günde yürüyor, Gebze’ye geliyor. Yazmış bunları... “Gebze’de Hazret-i Osman’ın hattıyla yazılmış Kur’an-ı Kerim vardı; onu da ziyaret ettik.” diyor. Kendi hatıralarını yazmış; okudum ben...

Üçüncü gün, İzmit körfezini geçiyor, İznik’e geliyor. Yürüyerek veya hayvanla... Lüks tarafı hayvana binerek...

Bilmiyorum, içinizde hayvana binen vardır muhakkak... Köydekiler çok iyi bilirler. Şehirdekiler de az çok görmüşlerdir, bilirler. İnsanın oturak yerleri yara olur. At, güya lüks... Ben bir iki defa heves ettim, bindim de; kaç gün ağrıdı, acıdı. Yine de atın, devenin rahat olduğu düşünülüyor.


Buyurmuş ki Peygamber Efendimiz:

(El-hâccü’r-râkibü) “Binekli bir hacı için, (lehû bi-külli hatvetin yedauhû baîruhû hasenetün) hayvanının attığı her adım için bir hasene verilecek.” Kaç adım atıyorsa artık, yüz binlerce, milyonlarca adım... Her adımı için bir hasene verilecek. Bu bir...

(Ve’l-mâşî) Mâşî, yürüyen demek... “Yürüyerek, yayan hac yapan kimseye, (lehû bi-külli hatvetün yahtûhâ seb’ûne hasenetün min hasenâti’l-harem) her adımı için yetmiş hasene verilecek.”

Allah’ın lütfuna bakın ki, zengin veya ihtiyar veya yürümeye tâkati olmayan, bineğe biniyor; o rahat biraz... Rahat olduğu zaman atının attığı her adıma bir hasene veriliyor. Amma, yayanın attığı her bir adıma yetmiş hasene veriliyor. Ne kadar? Yetmiş misli daha fazla... Görüyor musunuz, fakiri nasıl kolluyor Allah! İkincisi, zahmeti nasıl mükâfatlandırıyor; görüyor musunuz?

Öteki rahat, az zahmetli... Berikisi sıkıntıda, çok zahmetli... “Ey kulum, sen benim için fedâkârlık yaptın, zahmet ediyorsun; al sana şu kadar mükâfat!” diyor.

Ama bir de arkasından bir söz daha var; diyor ki: (min hasenâti’l-harem) Şu Mekke’nin hasenesi... İstanbul’un hasenesi değil... Mekke’nin ölçeğiyle hasene, İstanbul ölçeğiyle değil... İnsan İstanbul’da bir sevaplı iş yapsa, Allah ona bir hasene, bir mükâfat verecek.

221

Allah indinde, yapılan ibadetlerin, iyiliklerin mükâfatları en aşağı bire ondur:36


اَلْحَسَنَةُ بِعَشْرِ أَمْثَالِهَا (خ. د. ه. حم. عن أبي هريرة؛ خ. م.

ن. حب. عن ابن عمرو)


(El hasenetü bi-aşri emsâlihâ) “Yapılan iyiliğin mükâfatı en aşağı on mislidir.”

Veyahut, güzel yapmışsa bire yetmiş verir. Veyahut bire yedi

yüz verir. İstanbul hasenesi diyelim buna... Konya, İstanbul, Sivas, Samsun hasenesi... Harem’in dışındaki bir yerin hasenesi...

Harem-i Şerif’in hasenesi, yüz bin mislidir. Burada, Harem-i Şerif’te bir namaz kıldığımız zaman, İstanbul’da kıldığımız namaza göre bu, yüz bin misli fazladır. Hadis-i şerifle sabit... Peygamber Efendimiz’in mescidinde kılınan İstanbul’a göre bin



36 Buhàrî, Sahîh, c.II, s.670, Savm 36/2, no:1795; Ebû Dâvud, Sünen, c.I, s.148, no:343; İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.525, no:1638; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.234, no:7194; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.419, no:1046; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.I, s.290, no:950; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.X, s.353, no:5947; Dârimî, Sünen, c.V, s.148, no:21353; İbn-i Huzeyme, Sahîh, c.III, s.130, no:1762; Ebû Avâne, Müsned, c.II, s.164, no:2676; Bezzâr, Müsned, c.II, s.399, no:7973;

İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.325, no:665; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.III, s.345; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VI, s.273; Ebû Hüreyre RA’dan.

Buhàrî, Sahîh, c.II, s.697, Savm 36/55, no:1875; Müslim, Sahîh, c.II, s.812, Savm 13/39, no:1159; Neseî, Sünen, c.IV, s.210, no:2391; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.II, s.64, no:352; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.IV, s.156, no:3859; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.II, s.128, no:2700; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.IV, s.172, no:3032; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.380, no:773; Abdullah ibn-i Amr RA’dan.

Buhàrî, Sahîh, c.I, s.24, İman 2/30, no:41; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.419, no:1046; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.297, no:957; Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan.

Tirmizî, Sünen, c.V, s.175, no:2910; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan.

Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.195, no:1690; Hàkim, Müstedrek, c.III, s.297, no:5153; Dârimî, Sünen, c.II, s.405, no:2763; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.31, no:227; Ebû Ubeyde ibni’l-Cerrah RA’dan.

Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.148, no:21353; Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.269, no:7605; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.V, s.265; Ebû Zerri’l-Gıfârî RA’dan. Kenzü’l-Ummâl c.I, s.69, no:265; Câmiü’l-Ehàdîs, c.II, s.319, no:1359-1362.

222

misli... Yol açık olsaydı, Kudüs’te kılsaydık, beş yüz... Köy mescidinde kılsaydık, yirmi beş... Şehirdeki mescidde kıldığımız zaman, elli...


İnsan evinde namaz kılsa cemaatle... “Çoluk çocuğu topluyor, namaz kılıyorum.” diyor. Evinde kılıyorsun ama camideki kadar sevabı olmaz. “Mahalledeki mescidde kılıyorum hocam...” Mahalledeki mescidde, köydeki camide kılarsın amma, şehirdeki kadar olmaz. Ona yirmi beş, ötekisine elli misli...

Arazide elini kulağına dayadı ezan okudu. Dağlara taşlara Allah’ın varlığını birliğini ilân etti. Ondan sonra kamet getirdi, bir namaz kıldı. Bunun sevabı ne kadar? Bire elli... O da çok sevap...

Onun için, insan böyle seyahatlerde, otobüsten indiği zaman ve

sâirede, yanında seccâde ile gezmeli... Bizim bir arkadaşımız vardı, beline bağlardı. Bir tanesi vardı, muşambayı arka cebine koyardı şöyle... Çamur olsun, toz olsun, toprak olsun; nerede olsa yayardı, orda kılardı.

Yâni, siz arazide ezan okuduğunuz zaman, böyle ilân edip de namaz kıldığınız zaman, elli oluyor. Ama burada, yüz bin...

Yürüyerek hac eden bir insanın her adımına yetmiş hasene veriyor Allah... Ama, Mekke hasenesi veriyor. Yâni yüz bin... Yüz

binle yetmişi çarpınca ne ediyor? Yedi milyon hasene veriyor bir adıma... Yedi milyon hasene, yedi milyon hasene, yedi milyon hasene... Adımcık adımcık, bunu kazana kazana geliyor.


Şimdi, Kafkasya’nın Çeçenistan’ından, bizim Şeyh Şâmil’in torunları, evlâtları, müridleri... kimlerse, yaya hacca yola çıkmışlar bu sene... Çeçenistan Kafkasya’da, bizim Batum’dan ilerde, Gürcistan’dan ötede... Oradan yaya yola çıkmışlar. Tebük valisi, bu mübarekleri karşılamış, “Siz mübarek insanlarsınız, yaya hac yapıyorsunuz.” diye ziyafet filân çekmiş. Ondan sonra araba teklif etmiş:

“—Bundan sonrasını araba ile gidin!” demiş.

“—Yok!” demişler, “Sen bizi aldığın yere; sarayına yemek yedirmek için, ziyafet çekmek için getirdiğin yere geriye götür! Biz

223

oradan burayı da yürüyeceğiz. Öyle kimseye ecri kaptırmak istemeyiz!” demişler. Bineği de reddetmişler. Anlaşılan bu hadis-i şerifi biliyorlar. Yâni her adımına yetmiş Harem hasenesi...

Buradaki bazı hacı kardeşlerimiz de, “Hiç olmazsa Mina- Müzdelife-Arafat, Arafat-Müzdelife-Mina arasını öyle yapalım!” diye, şevk ile, aşk ile —el-hamdü lillâh— yaya yürüdüler; Allahu a’lem o sevabı da aldılar.

İşte, hac böyle sevaplı...


d. Allah’ın Himayesinde Olan Kimseler


Başka bir hadis-i şerif daha okuyalım:37


الحاج، والمُعْتَمِرُ، والغازي في سَبيِلِ الِلِ، والمُجَمِّعُ فِي ضَمَانِ الِلِ؛


دَعَاهُمْ فَأَجَابُوهُ، وَسَأَلُوهُ فَأَعْطَاهُمْ (الشرازي عن جابر)


RE. 201/4 (El-hàccü, ve’l-mu’temiru, ve’l-gàzî fî sebîli’llâh, ve’l- mücemmiu fî damâni’llâh; deàhüm feecâbûhü, ve seelûhü fea’tàhüm.) Câbir RA’den rivâyet edilmiş. Bu da bizimle ilgili bir müjde...

(El-hâccü) “Hac yapan insan, (ve’l-mu’temiru) umre yapan insan, (ve’l-gazi) cihad eden insan...” Gazâya giden Bosna’ya, Kafkasya’ya, Afganistan’a... Var bizim kardeşlerimizin, gençlerimizin arasında böyle kahramanlar, el-hamdü lillâh... Allah rızâsı için gazâya gidiyorlar.

Bundan sonra, (ve’l-mücemmiu) “Cumaya giden insan...” Hacı, umreci, gazi ve cumaya giden kimse; bunların hepsi, (fî damâni’llah) Allah’ın garantisi altındadır.” Allah bunları himâyesine almıştır. Hac yapmak isteyeni, umre yapmak isteyeni, gazâya gideni, cumaya gideni Allah himâyesine almıştır.



37 Kenzü’l-Ummâl, c.V, s.13, no:11814; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XII, s.162, no:11679.

224

(Deâhüm feecâbûhü) Neden himâyesine almıştır? Çünkü, Allah onları çağırdı. İbrâhim AS’a buyurdu ki:


وَأَذِّنْ فِي النَّاسِ بِالْحَجِّ يَأْتُوكَ رِجَالاً وَعَلَى كُلِّ ضَامِرٍ يَأْتِينَ


مِنْ كُلِّ فَجٍّ عَمِيقٍ (الحج:٧٢)


(Ve ezzin fi’n-nâsi bi’l-hacci ye’tûke ricâlen ve alâ külli dàmirin ye’tîne min külli feccin amîk.) “Yâ ibrâhim, seslen bütün insanlara... İnsanlar arasında haccı ilân et ki, gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde Kâbe’ye gelsinler.” (Hac, 22/27)

İbrâhim AS dedi ki:

“—Yâ Rabbi, ben bu ekin bitmez vâdide, ıssız yerde bağırsam kaç kişiye duyurabilirim? Burada kimse yok!”

“—Sen çağır; duyurması bizden!” buyurdu.

Nihayet çıktı, Safâ’nın arkasındaki tepeye... Duyurmak Allah’ın kudretine kalmış bir şey... Allah CC, onları evine dâvet etmiş, “Beytullah’ı ziyâret edin!” demiş olduğu için, Allah’ın himâyesine girmiş oluyorlar. Ev sahibinin misafiri bunlar...


Sizin, bizim, hac yapan kimselerin güzel vasıflarından biri, en güzel vasfımız nedir? Benim çok hoşuma gidiyor, keyfim geliyor, böyle levhalarda filân gördüğüm zaman... Cidde’den gelirken siz de belki —eski yazıyı okumayı biliyorsanız— görmüşsünüzdür:


مرحبًا بضيوف الرحمن


(Merhaben bi-duyûfu’r-rahmân!) “Ey Rahmân’ın misafirleri merhaba, hoş geldiniz!” diye levhalar yazmışlar. İnsanın içi bir hoş oluyor yâni, hoşuna gidiyor.

Biz neyiz burada? Biz “Duyûfu’r-Rahmân”ız. Rahmân’ın misafirleriyiz biz... Rahmân’ın evine gelmişiz. Ev sahibi misafire

225

ikram eder ve korur. Ev sahibinin himayesindedir misafir... Misafirine dokundurtmaz, “Ben bunu himaye ediyorum!” der. Köpeğine ısırttırmaz, komşusuna saldırttırmaz; himayesine alır. Biz de şimdi Allah’ın dımânında, garantisinde, hıfz ü himâyesindeyiz.


(Deâhüm) “Allah bu hacıyı, umreciyi çağırdı evine; (feecâbûhü) onlar da lebbeyk dediler.” Lebbeyk ne demek? Biz Türkçe’de birisini çağırdığımız zaman; meselâ, “Ahmed, buraya gel!” dediğimiz zaman, “Buyur!” der. Buyur, emret demek... Araplarda da birisi birisini çağırdığı zaman; (Taal hünâ!) “Ey filânca, gel!” dediği zaman, Arap, (Lebbeyk!) der. “Evet duydum, emrindeyim, buyur!” demek o da... “Emrindeyim, hem de kat kat emrindeyim!” demek... “Bir kere değil katmerli katmerli, kat kat emrindeyim, buyur!” demek...

Şimdi Allah bizi mânevî bakımdan çağırmış, biz de dâvetine icâbet etmişiz; lebbeyk diye diye geliyoruz. İstanbul’dan beri, veyahut ihrama girdiğimiz huduttan beri...


لَبيْكَ، اللَُّهمَّ لَبَّيْكَ! لَبَّيْكَ لاَ شَرِيكَ لَكَ لَبَّيْكَ! إِنَّ الْحَمْدَ،


وَالنِّعْمَةَ لَكَ وَالْمُلْكَ! لاَ شَرِيكَ لَكَ!


(Lebbeyk, allàhümme lebbeyk) “Emret yâ Rabbi, buyur yâ Rabbi! Çağırdın, geliyoruz yâ rabbi! Tamam yâ Rabbi, koşarak geliyoruz yâ Rabbi! (Lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk) Senin şerîkin, nazîrin yok!”

(İnne’l-hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülk) “Senin bize verdiğin nîmetler sendendir; biliyoruz. Hamd ü senâ sana lâyıktır; biliyoruz. Mülk, azamet, egemenlik, hakimiyet, kâinâtın yönetilmesi, mukadderatın tanzimi... hepsi senin; hep biliyoruz, her şey senden yâ Rabbi! (Lâ şerîke lek.) Şerîkin, nazîrin yok; teksin, eşsizsin, misalsizsin, emsalsizsin yâ Rabbi!” diyoruz, lebbeyk çeke çeke

226

geliyoruz. Mânâsı bu... Çağrıldık, onun için...

(Deâhüm feecâbûhü) “Çağırdı Allah onları; onlar da daveti kabul ettiler, geldiler. (Seelû ve a’tâhu) Onun için, isterler ve Allah da onların istediklerini verir. Ne isterlerse...”


Onun için biliyorsunuz ki, hacı evinden çıktığı zamandan, tekrar evinin kapısının içine girince kadar duası makbuldür. Duası makbul insanlardan birisi hacıdır, birisi gâzidir. Hacı, umreci, gâzi; evinden çıktığından tekrar evine dönünceye kadar duası makbuldür.

O bakımdan, memlekete vardığınız zaman hemen evinize gitmeyin, biraz dolaşın şöyle... Evinize geç gidin! Köyünüze gidin, bilmem nereye gidin de biraz sağa sola dua edin, istifade etsinler sizden... Duanız makbul çünkü...

Evinize gittiniz mi, program bitiyor, tamam oluyor. Evinize biraz dolaşarak gidin! Ondan sonra, önünüze gelene, sevdiklerinize bol bol dua edin! Çünkü siz Allah’ın davetine icâbet ettiniz, emrini tuttunuz diye, Allah istediğinizi verecek.

Mükâfat böyle işte, hacının mükâfatı...

Başka bir hadis-i şerifte şöyle buyruluyor:38


الْحَجُّ يُكَفِّرُ مَا بَيْنَهُ وَبَيْنَ الْحَجِّ الَّذِي قَبْلَهُ، وَرَمَضَانُ يُكَفِّرُ مَا


بَيْنَهُ وَبَيْنَ رَمَضَانَ الَّذِي قَبْلَهُ، وَ الْجُمُعَةِ تُكَفِّرُ مَا بَيْنَهَا وَبَيْنَ


الْجُمُعَةِ الَّتِي قَبْلَهَا (أبو الشيخ عن أبي أمامة)


RE. 201/11 (El-haccü yükeffiru mâ beynehû ve beyne’l- hacci’llezî kablehû, ve ramadànu yükeffiru mâ beynehû ve beyne ramadàne’llezî kablehû, ve’l-cumuatü tükeffiru mâ beynehâ ve beyne’l-cumuati’lletî kablehâ.)



38 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.148, no:2758, Ebû Ümâme RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.V, s.21, no:11836; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XII, s.170, no;11698.

227

Ebû Ümâme RA’dan bu hadis-i şerif de. Peygamber Efendimiz müjdeliyor:

(El-haccü yükeffiru mâ beynehû ve beyne’l-hacci’llezî kablehû) “Hac, kendisinden evvelce yapılmış olan öteki hacla aradaki işlenmiş hataların, günahların affına sebep olur. Bir mükeffirdir, yâni kefaret olur, siler.

(Ve ramadànu yükeffiru mâ beynehû ve beyne ramadàne’llezî kablehû) Ramazan, kendinden önce tutulmuş olan Ramazan’la bu seneki Ramazan arasındaki günahların affına sebep olur, yâni kefaret olur.

(Ve’l-cumuatü tükeffiru mâ beynehâ ve beyne cumuati’lletî kablehâ) Cuma, daha önceki hafta kılınmış olan cumayla bu cuma

arasındaki günahların affına sebep olur, yâni kefaret olur.”


Diyor ki Peygamber Efendimiz: “Hac, —daha önce hac yapmışsa bir insan— daha önceki hac ile şimdiki arasındaki günahları affettirir.” İlk hac yapanı da, anasından doğduğu gündeki gibi yine affettiriyor. İkinci defa haccettiği zaman da, önceki hacla aradaki günahları affettiriyor. Yâni, hepsini affettiriyor.

Ramazan da, bir önceki Ramazan’la aradaki günahları affettirir. Cuma da, bir önceki cuma ile aradaki günahları affettirir.” buyuruyor.

Onun için, biz buraya geldik mi, haccı yaptık mı, el-hamdü lillâh böyle, bu kadar büyük mükâfatlara nâil oluyoruz.


e. Hacı Adaylarının Eğitimi


Muhterem kardeşlerim, bana kalsa, ben hacı olacak insanları ilkönce memlekette bir büyük yerde toplarım. Onlara bir hafta, o gün bu ayetleri, bu hadisleri bir anlatırım. “Bakın, hac oyuncak değil! Hac, ömürde bir defa ele geçen muazzam bir fırsattır. Çok sevaplıdır, çok kıymetlidir, çok esrarlıdır... Çok tatlıdır, çok güzeldir... Çok meşakkatlidir, çok imtihanlıdır... Çok sabır ister, çok dikkat ister... Çok nezâket ister, çok edeb ister, çok zerâfet

228

ister!” diye, bu hadis-i şerifleri okuyup da anlatmak lâzım hacılara...

Çünkü, hacı bilmiyor. Hacı valizini omuzuna alıyor, eline de çantasını alıyor. Şimdi Avrupa’ya turistik bir seyahate gitmiyorsun sen! İstanbul’dan başlıyor gürültüye, patırtıya... Taksi şoförüyle münâkaşadan başlıyor, havaalanında münâkaşada devam ediyor. Uçakta yer kavgası yapıyor. İndikten sonra, beklediği zaman canı sıkılınca kavga ediyor. Falanca yerde kavga ediyor, arkadaşlarıyla bozuşuyor. Oda meselesinde problem çıkarıyor. Halbuki imtihanda... Ve şeytan peşinde...

Şeytan çatlıyor; “Şimdi bu hacı haccedecek, sevabı kazanacak, Allah’ın sevdiği bir kul olacak!” diye peşinde... Yâni mafya çetesi sizin peşinizde... “Silâhlı haydutlar size kasdetmek için peşinizde!” desek, nasıl korkarsınız! İşte şeytanlar peşinizde... Sizi aldatacak, sizi kandıracak... Sizi günaha sokacak, sizi sevabdan mahrum edecek. Peşinize düşüyor.

Hacı bunu bilmiyor. Her yerde münâkaşa yapıyor, sevabını kaçırıyor... Her yerde kavga ediyor, sevabını kaçırıyor. Nereden biliyorsun bunu? Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm:


الْحَج أَشْهُرٌ مَعْلُومَاتٌ، فَمَنْ فَرَضَ فِيهِنَّ الْحَجَّ فَلًَ رَفَثَ وَلاَ


فُسُوقَ وَلاَ جِدَالَ فِي الْحَجِّ (البقرة:٧٩١)


(El-haccü eşhurün ma’lûmât) “Hac belli aylardadır. Bu aylarda, (femen farada fîhinne’l-hacce felâ refese ve lâ füsûka ve lâ cidâle fi’l-hac.) Refes yok, füsuk yok, cidal yok hacda...” (Bakara, 2/197)

Hac belli aylarda yapılır. Senenin her zamanında olmaz. İşte bu Zilhicce’de olacak; o kadar... Senede bir defa olur. “Bu ayların içinde, hac yapma imkânına bir insan nâil oldu mu, sahip oldu mu; hacda refes yok, füsûk yok, cidal yok!”

229

Refes ne demek? Refes, zinâ ile ilgili fiil veya onun sözü demek... Küfür demek; ağız bozukluğu, küfürbazlık demek...

Şimdi hacda, hem onun fiilî durumu yok, hem onun lafı yoktur. Hani, adamın ağzı küfürbaz alışmış oluyor. Kalaycı oluyor yâni... Kızdığı zaman, karşı tarafı kalaylıyor... Haa, hacda bu yok, hac yolunda bu yok! Sözü de yok, fiili de yok...

Füsuk da, Allah’ın emrine aykırı iş yapmak, Allah’a itaatten çıkmak demek... Bu da yok hac yolunda...


Sonra, cidal de yok... Cidal, karşılıklı çekişmek demek... Hacda cidal yok; ama, bizim hacılarda var... Bizim hacılar deyince, sade siz alınmayın; sizde de var, bende de var... Şu bizim iki milyon altı

yüz bin hacının hepsi mücâdeleci... İtmiyor muyuz birbirimizi? Kavga etmiyor muyuz? “Şuraya müsaade et, oturayım!” diyorum; omuzunu böyle yapıyor. Ben safın içine girmek istiyorum; o beni itiyor. Namaz kılacağım yâ! Her zaman gözümüzün önünde böyle olaylar oluyor. Araya girmek isteyen, ötekisine kızıyor diyor ki:

(E hâzâ mekânü ebîke?) “Burası babanın yeri mi?”

Ötekisi de diyor ki:

(Haram hâzâ!)

Neresi haram yâ? Safların sık olması sevap... Sahabe-i Kirâm’ın omuzları eskirdi. Neden? İşte böyle sıkışık dururlardı. Çünkü, safın sık olması makbul... Saf gevşek oldu mu, şeytan girer araya... Sıkışık olacağız.

Hacı baba genişliyor, kurbağa gibi şişiyor, yanına kimseyi sokmuyor. Cidal ediyor, kavga ediyor. Geçmek isteyeni geçirmiyor.


Arafat’tan döndük işte, hepiniz gördünüz: O araba öbür arabaya yol vermez. O şoför, öteki şoförle kavga eder. O onun tamponunu ezer, o ötekisine bilmem ne yapar. Bu cidal değil mi? Cidal...

Tavaf ediyorsunuz, cidal yok mu? İranlı orda karısını namaza durdurmuş, tam böyle selin önünde... Böyle de eğilmiş. Arkasını itiyor, sağını itiyor, solunu itiyor; “Namaz kılıyor!” diyor. Yâhu, bu

230

koca Harem-i Şerif’te namaz kılacak yer bulamadın mı be adam? Ona mollası, “Makam-ı İbrâhim’de namaz kılmak sevap!” diye söylemiş veya kitapta yazmış; orda mücadele ediyor.

Orda başkasına ezâ veriyorsun; haram işte o! Hacılar orda sıkışıyor, karışıyor. Sonra, kendisi de tehlikede... Düşer, ezilir, barsaklarının vicirgesi çıkar orda... Çünkü, bu insan selinin önünde durulmaz. Bunların hepsi cidal işte...

(Hacılardan birisi:)

“—Malezyalılar, Endonezyalılar çok kibar!” Allah hepimizi kibar eylesin... Kibar olan kazanıyor, cidal eden kaybediyor. İmtihan burası...


Ben, hacca gidecek kardeşlerim, “Hocam, müsaadenizle elinizi öpeyim. Hakkınızı helâl edin! Biz hacca gidiyoruz.” dedikleri zaman, onlara diyordum ki İstanbul’da:

“—Bakın, hac imtihandır, sabır imtihanıdır. Damarınıza basacak şeyler mutlaka olacak. Aman dikkat edin, sabırlı olun!” diyordum.

Çünkü, insanı burada sabrından, Allah mutlaka imtihan eder. İbrâhim AS’ı nasıl imtihan etmiş! Bıçağı eline alıp da, çocuğunun ensesine dayayıncaya kadar, “Bakalım yapacak mı, yapmayacak mı?” diye nasıl imtihan etmiş! Burası imtihan yeridir.

Onun için, her şey tıkırında gitsin diye hazırlarsın; Allah bir problem çıkartır. Şimdi bizim arkadaşlar var... Herkesin kurbanı kesilmiş, iki tanesininki kalmış. İlle onlarınki olmamış. Güldüm ben... “İşte bakın, sizi nasıl ayırdı Allah!” dedim. Problem çıkartıyor. Neden? “Bakalım sabredecek mi?” diye... Sabrederse, mükâfat alacak; sabretmezse, kaybedecek. İmtihan...

Bu Müzdelife’de olur, Mina’da olur, Arafat’ta olur. Meselâ, Arafat’ta geldiler zenci hacılar, bizim ayırdığımız yere girmek istediler. Biz de sokmak istemedik. Ayırmışız biz, ailemiz var, vs. Eh bir şeyler oluyor işte, imtihan oluyor. Onun çadırı şurası, bizim çadırımız burası... “Sen bir karış bu tarafa git!” diyor. Canım işte burası senin yerin, öbür tarafı benim... Yâni geriye gelmeyiveriyoruz.

231

Neticede haccın nasıl olması lâzım geliyor? Tatlı dilli, güleç yüzlü, sabırlı, cömert; bağışı, iyiliği çok yapan bir insan tarzında olması gerekiyor.


Muhterem kardeşlerim, geldi geçti tabii... Biz bunu şimdi, iş işten geçtikten sonra size hadisleri okuyoruz. Ne fayda, iş işten geçti. İnşallah bir dahaki sefere, dua edelim, sizleri tekrar tekrar hac yapmalara muvaffak eylesin... O zaman bu tecrübeye dayanarak, daha sabırlı olursunuz. Yol arkadaşlarınızla kavga etmezsiniz. Karşınıza gelen çeşitli problemleri sabırla çözmeye çalışırsınız. İmtihanları inşaallah kazanırsınız.

Tabii bir şey daha var: Biz memlekete gidiyoruz, Kâbe burada kalıyor; ama, insanların gönülleri karşımızda... Kâbe kadar muhterem, Kâbe’den daha önemli olan kalbler, Türkiye’de de karşımızda... Burada Kâbe’ye hürmet ettiğimiz gibi, orda da gönüllere hürmet etmeyi unutmayalım!

Burada Kabe’ye hürmet etmeyi gördük, öğrendik. Tavaf ettik,

232

hac ettik... Bileceğiz ki, —Peygamber Efendimiz’in ifadesiyle— insanın gönlü Kâbe gibi muhteremdir; hattâ Kâbe’den daha muhteremdir. O halde, gönül yapmağa gayret edeceğiz! Yâni, benim hacı olduğum; hacdan sonra Türkiye’ye döndüğüm zamanki halimden, tavrımdan, değişmeden belli olmalı...


Bizim bir müdür vardı bir yerde... Ben o zaman talebeydim. Bir gün geldi: “—Es’ad Hocam, tarikata girdim.” dedi.

Birisine intisab etmiş o zaman...

“—E hayırlı, mübârek olsun!” dedim ben...

Sonra aradan bir zaman geçmiş. Hanımı demiş ki: “—Yâ efendi, sen bir değiştin. Ne oldu sana?” demiş.

Tabii değişir. Biz de böyle olacağız işte...

“—Yâhu komşu, sen değiştin!” demesi lâzım birilerinin bize...

Bizi tanıyanların: “—Yâhu, sen bu seyahatten önce başka türlü bir insandın. Şimdi bir değiştin; mâşâallah, lokum gibi oldun! Kaymaklı kadayıf gibi oldun!” filân, bir şey demesi lâzım...

Gittiğimiz zaman değişmemiz lâzım!


Biliyorsunuz, Ramazan ayındaki ibâdetlerin makbul olmasının alâmeti ne idi? Peygamber Efendimiz ne buyurdu? Ramazan’dan sonra, Ramazan’daki gibi, melek gibi ibâdet ehli olarak devam edebiliyorsa; Ramazan’ın ibâdetleri kabul oldu. Ramazan bitmesiyle beraber, yine Ramazan’dan evvelki kötü huylarına devam ediyorsa; sigara, içki, kumar, kavga, gürültü, namazsızlık, niyazsızlık... filân. Demek ki, ramazan kabul olmadı. Peygamber Efendimiz böyle bildiriyor.

Ramazan’dan sonra, insanın Ramazan’daki güzel hali devam ediyorsa, Ramazan’ın kabulüne alâmettir; devam etmiyorsa, Ramazan’ın kabul olmadığına alâmettir.

Oradan bu tarafa gelebiliriz. Hacdan sonraki hali insanın, güzel olmazsa, belki haccın kabul olmadığına alâmet olabilir. Yâni, kendimize dikkat ve ihtimam edelim! Karşımızdaki mü’min

233

kardeşlerimizin gönüllerinin, Kâbe gibi muhterem olduğunu bilelim! Nasıl haccı mebrûr için, it’âmüt taâm ve tıybül kelâm

gerekiyorsa; ziyafet çekmek, gönül almak, tatlı konuşmak gerekiyorsa; inşâallah Türkiye’de de ona dikkat edelim!


f. Hac ve Umre Sevabı


Benim hatırlatmayı düşündüğüm bir şey daha vardı. Sahih hadis-i şeriflerle, Peygamber SAS Hazretleri buyurmuş ki: “Bir insan, sabah namazını... Okuyalım: Enes RA’dan İmam Tirmizi Rh.A’in rivâyet ettiği ve hasen hadistir diye bildirdiğine göre… Bunu bizim camimiz cemaati kardeşlerimiz bilir de, burada camimizin cemaati olmayan misafirlerimiz de var; onlar da duysun diye söylüyorum:39


مَنْ صَلَّى الْفَجْرَ في جَمَاعَةٍ، ثُمَّ قَعَدَ يَذْ كُرُ الِلَ حَتَّى تَطْلُعَ


الشَّمْسُ، ثُمَّ صَلَّى رَكْعَتَيْنِ، كانَتْ لَهُ كَأَجْرِ حَجَّةٍ وَعُمْرَةٍ


تَامَّةٍ تَامَّةٍ تَامَّةٍ (ت. حسن عن انس)


RE. 426/14 (Men salle’l-fecre fî cemâatin) ‘Kim sabah namazını cemaatle camide kılarsa, (sümme kaade yezküru’llàhe hattâ tatlua’ş-şems) sonra Allah’ı zikrederek zamanını değerlendirmek sûretiyle, güneş doğup kerahat vakti çıkıncaya kadar oturursa...”

O ne demektir? Güneş altıda doğuyorsa, altı buçuk demektir. Yarım saat, yirmi beş dakika, kırk dakika geçtiği zamana kadar demektir.

(Sümme sallâ rek’ateyn) “Sonra kerahat vakti geçtikten sonra, kalkıp iki rekât namaz kılarsa; (kânet lehû) sabahleyin böyle



39 Tirmizî, Sünen, c.II, s.481, no:586; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.II, s.9; Enes ibn-i Mâlik RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.VII, s.808, no:21508; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XX, s.496, no:22727.

234

ibâdet etmesi o kişi için, (keecri haccetin ve umretin tâmmetin tâmmetin tâmmeh.) tam bir hac ve umre yapmış gibi sevap kazanmasına sebep olur. Tam bir hac ve umre... Tam bir hac ve umre...” Şimdi muhterem kardeşlerim, bu hadis-i şerifi İmam Tirmizî var, bilirler erbâbı... Sahih hadis kitaplarından birisinin sahibidir. Bizim şu Özbekistan’daki Tirmiz’dendir. Çok büyük alimdir İmam Tirmizî... “Hasen hadis-i şeriftir.” diyor. Yâni zayıf demiyor, mevzû demiyor. İmam Ebû Davud’dan da rivâyet vardır. O da büyük hadis alimidir. Sıhah-ı Sitte’den birisinin sahibi de odur. O da Peygamber Efendimiz’in kendisinin de, fiilen böyle yapmayı sevdiğini, âdet-i seniyyesinin bu olduğunu bildiriyor.


Size neyi hatırlatmak istiyorum? Haccettiniz, umre yaptınız. Hacc-ı kıran veya hacc-ı temettû... Eğer hacc-ı ifrad yaptıysanız; şimdi artık gider, tekrar ihrama girip bir umre de yapabilirsiniz. Buradaki haccetmenin ne kadar zor olduğunu gördünüz.

Biz size çeşitli şekillerde faydalı olmağa çalıştık ama, tam güzel hizmet edememişizdir. Biz dediğim, bizim bu İSPA firması, bir ticârî firma değildir. Bu bir vakıftır. Bizim Hakyol Vakfı’mızın teşebbüsüdür. Eğer bu kazansaydı, —bu sene tabii kazanamadı, zarar etti; çünkü, vizeler filân çok büyük problemli oldu, dünyanın masrafı oldu— kazancıyla talebelere bakmak, vakfın hizmetlerini yürütmek gibi işler yapılacaktı. Yâni burda şahsî bir şey yok, vakfın bir hizmeti var... Tabii biz, çeşitli şekillerde size iyi davranmak istedikse bile, ben aşağıda soruşturdum:

“—Nasıl, hacılarımızı rahat ettirebildiniz mi?” dedim.

“—Yok hocam!” dediler. “Asansörler zırt bozuluyor, musluklar pat patlıyor, çatlıyor...” vs. Binanın bazı problemleri olduğunu söylediler. Tabii, çeşitli sıkıntıları oluyor.

Yâni rahat ettirmeğe çalışmışız. Nisbeten yakın bir binâdır burası... Tabii, güzelin güzeli vardır, kötünün de kötüsü vardır. Normal ölçülerle ölçülürse, fenâ değil yeri, güzel bir yerdir. Amma, uçağa bindiğiniz zamandan, Türkiye’de havaalanındaki sıkıntılardan, gümrüklerden geçmekten, Cidde havaalanındaki

235

bekleyişlerden, buradaki sıkıntılardan, tavaftaki sıkıntılardan, Arafat’taki izdihamdan, güneşten, vesâireden bu işin zor olduğunu gördünüz yâni; değil mi?


Şimdi bakın, Peygamber Efendimiz bu hadis-i şerifinde buyuruyor ki:

“—Kim sabah namazından sonra, oturup zikrullahla meşgul olursa, sonra kalkıp iki rekât namaz kılarsa; tam kabul olmuş bir hac ve umre sevabı alır. Tam bir hac ve umre... Tam bir hac ve umre... Tam bir hac ve umre...” diye üç defa söylüyor.

Ben bunu bir büyük ganîmet olarak görüyorum, şahsen kendim... Bunu size anlatmayı da, arkadaşlarıma bir gizli sırrı, kârlı bir işi açıklamak olarak görüyorum. Zevkle yapıyorum yâni bunu...

Mâdem ki sahih bir hadis-i şerif, hasen bir hadis-i şerifte, daha başka hadis-i şeriflerde Peygamber Efendimiz böyle buyurmuş... Haccın ve umrenin ne kadar zor olduğunu, ne kadar zaman aldığını, ne kadar paraya mal olduğunu da biliyorsunuz... Yirmi milyon, yirmi beş milyon gitmiştir her hacının kesesinden, bu işler için...

E helâl olsun, fedâ olsun; bire yedi yüz sevabı var... Allah yolunda canımız bile fedâ olsun...

Tamam ama, sabahleyin sabah namazından sonra bir saat uykundan fedâkârlık edersen, Türkiye’de de hac ve umre sevabı kazanabileceksin; bir daha ki hacca gelişine kadar... Bu da benden size bir sır, açıklama, müjde olarak hatırınızda kalsın.


Hazret-i Ömer RA rivâyet etmiş ki:

Peygamber SAS Efendimiz Medine’de bir ordu hazırlamış. Düşman müşrik kabilelerin üzerine göndermiş. Silâhlanmışlar, gitmişler mücâhidler... Sonra, çarçabuk dönmüşler. Hem de zayiat yok... Hem de koyunlar, develer, ganîmetler... Bir sürü ganîmetle dönmüşler.

Bir sevinmiş sahabe... Hurma bulamıyorlar, yiyecek bulamıyorlar. Bir hurmayı biraz birisi emiyor, ötekisine veriyor.

236

Bilmem ne... Örtünecek örtü bulamıyorlar. Adam geliyor camide namazı kılıyor; fırt camiden, dua etmeden çıkıyor. Karısına örtüyü veriyor; o da evde namaz kılıyor. Yoksulluk var yâni...

Birçok ganimetle kısa zamanda gitmişler. Ölüm de olmadan, telefat da olmadan ganimetle dönmüşler. Demişler ki: “—Oh oh, ne kadar güzel yâ! Çok kısa zamanda bu kadar büyük kâr…”

Peygamber Efendimiz buyurmuş ki:

“—Ben size bundan daha kârlı bir şey söyleyeyim mi?”

“—Söyle yâ Rasûlallah, buyur!” “—Bir insan, sabah namazından sonra oturup zikrullahla meşgul olur da, sonra kalkar iki rekât namaz kılarsa; bu onun için daha kısa zamanda, daha büyük kâr olur.”

Bu da bir başka hadis-i şerif... Bu da beş ciltlik Hadislerle Müslümanlık kitabında var. Yâni, çeşitli rivâyetler var... “Köle azâd etmiş gibi sevap kazanır. Rızkı bol olur. Ölecekse, iman ile göçer.” diye...


Açıkça size şunu söylemek istiyorum ki: “—Türkiye’ye gittiğiniz zaman da, sabah namazından sonra camiden çıkmayın, İşrak vaktine kadar bekleyin. Her gün bir hac ve umre sevabı kazanın mübârekler!” Bunu hatırlatmak istiyorum.

Bir de, Allah riyâyı sevmez, gösterişi sevmez, şöhreti sevmez; ibâdete mağrur olmayı, böbürlenmeyi sevmez. Onun için, hacıyım diye böbürlenmeyin! Hacıyım diye söylemeyin! Hacılık ünvanını kartvizitinize basmayın! Allah bilsin. Kabul ettiyse, Allah kabul etmiştir. Etmediyse, sen hacı diye kırk yere yazsan, elli yere yazsan kıymeti yoktur.

Ve kendinize de güvenmeyin, ibâdetinize de güvenmeyin! Çünkü bilmiyoruz ki, kabul oldu mu, olmadı mı? Yâni ümid ediyoruz, Allah kabul etmiştir, müjdeler var, sevaplar çok ama; kabul oldu mu, olmadı mı, yine de bilmiyoruz. Mechul...


Benim bir tanıdığım hacıları getirmiş otobüsle... Sonra

237

Türkiye’ye döndürdü. Geldi beni de ziyâret etti; ben üniversitede hoca iken...

“—Nasıl geçti seyahatin?” dedim.

“—İyi geçti hocam!” dedi.

“—Nasıl bizim hacılarımız?” “—Hocam, hacılarımız çok cahil! Gittikleri yerin kıymetini, mukaddesliğini anlayamıyorlar; ibadetlerini tam yapamıyorlar. Boş şeylerle meşgul oluyorlar, mâlâya’ni ile vakitlerini öldürüyorlar, ticâretle vakit geçiriyorlar. Şuursuzlar...” dedi.

Tabii, eğitim lâzım! Eğitim olmayınca nerden bilsin hacı, bu ayetleri, hadisleri? “—Yalnız birisini çok beğendim hocam!” dedi. “Medine’ye otobüsle ilk gittiğimiz zaman, otobüsten iner inmez yere bir yattı; kumları öptü... ‘Rasûlüllah Efendimiz acaba buraya ayağını basmış mıdır? Bu mübârek belde onun beldesidir.’ diye... Gözlerinden inci gibi yaşlar döküldü. Hem kendisi ağladı, hem bizi ağlattı. Aşık-ı sâdık bir kimseydi.” dedi. “İşte o aşk ile, o şevk ile haccını yaptı.” dedi.


Bakın muhterem kardeşlerim, asıl sonu önemli! Sonra dönüşte, Medine’de bir rüya görmüş. Rüyada Rasûlüllah SAS Efendimiz’i görmüş: “—Evlâdım, bir kâğıt getiriver de senin hacı olduğunu, haccının makbul olduğunu yazayım!” demiş, Peygamber Efendimiz SAS rüyasında ona...

O da sevincinden uçarak, kâğıt arayıp, kalem arayıp, bulayım, getireyim diye öbür odaya gitmiş. Oralardan, çekmecelerden kağıt bulmuş, kalem bulmuş. Peygamber Efendimizin olduğu odaya tekrar dönmüş, bakmış; orda, Peygamber Efendimiz’in oturduğu yerde, Peygamber Efendimiz yok; şeyhi oturuyor bu sefer... Şeyhini oturuyor görmüş.

Bu bir müjdedir tabii... Böyle bir rüya neyi gösteriyor? Hakîkaten bu aşık-ı sâdık kimsenin, Rasûlüllah tarafından sevildiğini ve haccının makbul olduğunu gösteriyor. Tabii, olabilir. Allah bazan kötülerin haccını da, iyilerin hürmetine kabul eder.

238

Bu da var yâni...


Allah haccımızı kabul eylesin... Mebrûr bir hac eylesin... Mükâfatı olarak cennetine bizi dahil eylesin... Tekrar tekrar buraları görmek, ziyaret etmek; Peygamber Efendimiz’in türbe-i saadetine varmak nasîb eylesin... Ama memleketimize döndüğümüz zaman da, burdaki melek gibi ibâdet ehli halimizi, ramazandaki halimiz gibi halimizi devam ettirmeyi; artık hacı olduktan sonra iyi insan olmamızı nasîb eylesin...

Gündüz öbür binâda bir konuşma yaptım; orada söylediğimi burada da söylemem lâzım! Peygamber SAS buyuruyor ki: “—Bir insan Hacerü’l-Esved’e istilâm ettiği zaman; elini sürüp öptü veya uzaktan, ‘Bi’smi’llâhi allàhu ekber’ dediği zaman, Allah- u Teàlâ Hazretleri’yle musafaha yapmış olur.”

Dikkat edin! Allah-u Teàlâ Hazretleri’yle musafaha yapmış, söz vermiş olur; o kadar şereflidir. Milletin orada birbirini kırması ondan... O şerefe nâil olayım diye...


Şimdi ben kendim doğru görmüyorum, oraya girip de, kimseye ezâ vermeyi... Çünkü ben girmek istesem, bizim avanemiz, ihvanımız —Allah râzı olsun— târumâr ederler ortalığı; evvelallah beş dakika öperiz ama, girmek istemiyorum.

Abdullah ibn-i Ömer girmiş. İtişmeden kakışmadan burnu kanamış. Tabii burnu kanayınca, çıkmış gitmiş; yeniden abdest almış. Burnu durmuş, bir daha girmiş... Yine burnu kanamış, yine çıkmış; bir daha girmiş. Bu Abdullah ibn-i Ömer, fakîh bu! Çok iyi bilir İslâm’ı... Neden bu rağbet? Hacerü’l-Esved, cennetten bir taş ve onu insan istilâm ettiği zaman, Allah-u Teàlâ Hazretleri’yle musafaha etmiş, söz vermiş, ahdetmiş gibi oluyor. Yâni, bu ahdinizi unutmayın!

Bu bir söz vermedir. “Bi’smi’llâhi allàhu ekber” dediniz, Allah- u Teàlâ Hazretleri’ne söz verdiniz. Artık siz, sıradan bir müslüman değilsiniz. Allah’a söz vermiş bir müslümansınız. Allah’la —lâ teşbih ve lâ temsil; Peygamber Efendimiz söylediği için, söylemekte mahzur görmüyorum— musafaha edip ahd etmiş,

239

söz vermiş insansınız yâni... Bundan sonraki hayatınız, bu sözünüze uygun olsun! Sabah namazlarından sonra, işrak vaktine kadar zikirle meşgul olmayı ve iki rekât namaz kılmayı da devam ettirin! Her sabah bir hac ve umre sevabı kazanmanız da mümkün olsun...


Biz bu hacılara hizmetin zorluğunu biliyoruz. Ben aslında korkuyorum da, biraz da —beni affedin— onuruma da dokunuyor. İstemiyorum da yâni, benim kendi başıma, kendi keyfime haccetmek varken, ne diye başkasının ahını alayım? Ne diye başkasının yükünü yükleneyim? Bunu neden yapıyoruz?

Biz eskiden bu yükü yüklenmiyorduk, hacıları filân getirmiyorduk buraya... Eskişehir’den hacı kardeşlerimiz geldiler, ağladılar:

“—Hocam, herkesin hocasının yeri belli, yurdu belli... Biz sizi Harem’de aradık, bulamadık...”

Baktım, iki gözü iki çeşme ağlıyor.

“—Ne yapalım, nasîb... Nasibde olmayınca görüşülmez.” dedim.

“—Olur mu öyle şey? Bilmem ne...”

Teselli olmuyor, biraz da sitem ediyor.

“—E bâri, beraber gidecek bir organizasyon kuralım da, hacı kardeşlerimizle, ihvanımızla beraber gidelim, beraber gelelim!” dedik; bu organizasyonu kurduk. Çok zor...

Yâni biz bu sene sizi hacca getirdik ya, —siz bilmezsiniz— öldük öldük dirildik biz... Siz hiç duymamışsınızdır, belki duymuşsunuzdur; vize vermediler. Daha önceki senelerden alabildiğimiz imkânlarla, yine vize alırız diye düşündük; vize vermediler. Düştük mü yalancı mevkiine?! Kışkırttık milleti, hacca gelin diye... Paralarını da aldık. Suud vize vermez... Hacılar kaldı arada... Başladılar gıybete... Başladılar dedikoduya... Başladılar ağır, hakaretâmiz sözler söylemeye...

Hadi söylesinler. Netice itibariyle diyeceğiz ki: “—Alın paranızı be! Allah Allah! Kaç para verdiniz?”

“—Şu kadar dolar!”

“—Alın paranızı!” diyeceğiz, çulumuzu halımızı satacağız;

240

ödeyeceğiz.

Bu bir şey değil ama; heveslendirdik, olmadı. Adam da kızıyor. Haklı... Ben olsam ne kadar sabrederdim, onu da bilmiyorum yâni... Kızar tabii... Fakat biz alamadık. Vermiyor adam... Eski ahbaplık, söz verme, vesâire... Söz vermişti, yapamıyor. Kral emretmiş, kontenjan bu kadar...

Yâhu sen Türkiye’den gelecek hacıların kontenjanını kısacağına, şuradaki cemselileri sokma buraya! Her sene bunlar haccediyor, senede kaç defa umre ediyor. Sen şu kendi ahaline, “Hacıları rahat bırakın!” de, onları sokma; biz rahat rahat haccederiz. Sen Türkiye’den hacıları kısmağa çalışacağına, Suud’dan hacıları kıs!

Suudluların, Kuveytlilerin hepsi de canavar gibi adamlar... Cemseleri var; kaldırımdan atlarlar, kumdan geçerler. Yolları tıkarlar. Asıl izdihamı yapan onlar...

Neyse, vermediler vizeyi... E ne yapacağız şimdi? Hadi bir arkadaşımızı tuttuk, Kafkasya’ya gönderdik... Bir arkadaşımızı gönderdik Almanya’ya... Bir arkadaşımızı gönderdik bilmem

241

nereye... Uğraş, didin... Uğraş, didin... Allah yüzümüzü ak etti. Hacıları ibâdetten mahrum bıraktırmadı.


Yâ sizin duanız, ya Allah bize acıdı? Yoksa bizi çiğ çiğ yerdiniz. İnsan eti yemek yok ama, pişirmeden yerdiniz bizi... Ya Allah bize acıdı, ya size acıdı? Nasıl olduğunu bilmiyorum. Veyahut her ikimize de acıdı. Bizi size yedirtmedi, sizi de Türkiye’de koydurtmadı, mahrum bırakmadı. Geldiniz burada haccettiniz.

E Tabii, hizmet edelim dedik, güzel binâ tutalım dedik. Bozuk musluklu binâ tutalım demedik ama, musluklar bozuldu. Tamir etmek zaman alıyor vs... Üç tane asansör var ama, ikisi çalışıyor, birisi çalışmıyor. Almışız bir vazifeyi, bunu yapmağa çalışıyoruz ama aksamalar oluyor.

Bu aksamalar imtihan! Size de imtihan, bize de imtihan... Biz vazifeyi güzel yapmazsak, imtihanı biz kaybederiz. Siz de ileri geri konuşursanız, gıybet dedikodu ederseniz; haccın sevabını da siz kaybedersiniz. Herkes imtihan oluyor, Allah çeşit çeşit imtihanlar çıkartıyor.


Allah-u Teàlâ Hazretleri eksiklerimize, kusurlarımıza rağmen ibâdetlerimizi kabul eylesin... Oldu geldi geçti işte... Ne izdiham kaldı, ne taşlama kaldı, ne tavaftaki terleme kaldı; hepsi geçti.

Bir şey beni böyle duygulandırır. Farsça Gülistan’da okumuştum, Şeyh Sâdî yazıyor:

Fukaracığın birisi... Geceleyin çok ayazmış. Sıfırın altında kaç derece, dışarıda kar yağmış, buz tutmuş her taraf... Ölecek soğuktan... Girmiş bir hamamın odunluk kısmına; ateş yakılıp da suyunun ısıtıldığı kısmına... Küller de yumuşacık... Yatmış oraya... Küllerin, sıcak dumanların arasına yatmış. Oh... Gecesi geçti.

Sabahleyin dışarı çıkmış. Bakmış ki, karşıda çok büyük bir kasr var, köşk var... Köşkün de balkonuna bir beyefendi hazretleri çıkmış ki, samur kürk böyle boynunu sarmış; cübbesinin etrafında samur kürkü var, sımsıkı giyinmiş. Lüks, safâ içinde... O üşümemiştir tabii...

242

Şu söz beni duygulandırıyor; diyor ki:


شبِ سَمور گذشت و شبِ تنور گذشت


Şeb-i semmûr güzeşt ü şeb-i tennûr güzeşt.


Mânası şu: “Tandır gecesi de geçti, samur gecesi de geçti.” O da geçti, bu da geçti.

Yâni, hepsi geçti işte... İmtihanı kazanan kazandı, ibâdeti yapan yaptı... Rasûlüllah’ın rızasını kazanan kazandı, Allah’ın sevgisini kazanan kazandı... Farzını edâ eden etti, kaybeden kaybetti... Sevap yüklenen sevap kazandı, günah yüklenen günah yüklendi... Oldu bitti, Allah affetsin bizi... Daha buralarda duaların makbul olduğu zamandır. Günahlarımızın affı için, Allah’tan tevbe ve istiğfar edelim!

Allah-u Teàlâ Hazretleri, bilerek bilmeyerek yaptıklarımızı affeylesin... Yaptığımız kabahatlerden dolayı, terettüb etmiş cezâları, azapları, ikabları da lütfuyla keremiyle kaldırsın... Bize rahmetiyle muamele eylesin... Hem dünyamızı ma’mur eylesin, hem ahiretimizi ma’mur eylesin...

Bundan sonraki ömrümüzde, —söz verdik kendisine— Allah-u Teàlâ Hazretleri sevdiği bir kul olarak yaşatsın... Bizi günahın zilletine düşürmesin... İsyânın fecâatine atmasın... Kendisine mutî olarak yaşatsın... Asî olmadan yaşatsın, edebe riâyet ederek yaşatsın... Sevdiği kul olarak huzuruna varmayı, cennetiyle cemâliyle müşerref olmayı sevdiklerimizle berâber nasîb eylesin...

Mâdem dört yüz kişiye de şefaat hakkı verecek, haccı makbul olanlara... Şöyle sevdiklerimizle, evlâd ü iyâlımızla berâber Allah- u Teàlâ Hazretleri cümlemizi cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin... Gününüz, geceniz hayr olsun...

Ve bi-hürmet-i esrâr-ı sûreti’l-fâtihah!


05. 06. 1993 - Mekke

243
12. HACDA ZİKİR VE RABITA-İ MEVT