Sivas'ta kılıç yaptırmağa başlıyorlar, ok yaptırmaya başlıyorlar, yay yaptırmaya başlıyorlar, kalkan yaptırmağa başlıyorlar. Çünkü Şeyh sefere gider de müridler durur mu?..
III. Mehmed Avusturya'ya karşı, yaptıkları hainliklerden, zalimliklerden, hunharlıklardan dolayı bir sefer düzenlemeyi irade buyurmuş. belki o şiirin de sahibi; o şiiri de izah edeceğim izin verirseniz:
Fazl-ı Hakk u himmet-i cünd-i ricâlullah ile,
Ehl-i küfrü serteser kahreylemektir fikretim!
İki şeye dayandırıyor: Bir fazl-ı Hak: Allah'u teala Hazretleri'nin fazlı, ikramı, ihsanı... Bir de Allah erlerinin himmetleriyle... Yâni, baştan aşağı kâfiristanı kahretmek düşüncesindeyim, ama neyle?.. Allah'ın fazlıyla, erenlerin himmetiyle...
Ona niyet etmiş, onun için civardaki mazanne-i kirama, evliyaullah olarak hüsn-i zan beslenen kimselere, meşâyiha haberler gönderiyor:
"--Seferimiz olacak, siz de lütfedip katılın, irşad buyurun bizleri, seferlerimizi mübarekleştirin!" diye ulak salıyor.
Haberci İstanbul'dan Sivas'a geliyor, şeyhe padişahın fermanını, nâmesini öpüp, başına koyup sununca; şeyh efendi:
"--Zâten biz bir senedir hazırlık yapmaktaydık." diyor.
Bu haber padişaha götürülünce, padişah sevincinden uçuyor, mânevî olumluluğu, tebşîratı sezdiği için...
Şemseddîn-i Sivâsî merhale merhale Sivas'tan İstanbul'a gelirken, Aziz Mahmud-u Hüdâî İstanbul'dan üç konak mesafede, İzmit'te onu karşılamağa gidiyor. Neden?
Kadr-i zer zerger şinased, kadr-i gevher gevherî
"Altının kıymetini kuyumcu bilir, mücevherin kadrini mücevherci bilir." O gelenin kim olduğunu biliyor da, üç konak ileriye ona hoş geldin demeğe gidiyor.
Zamane gazetelerinden biri de diyor ki:
"--Bu şeyhler hep birbirleriyle uğraşırlar, rekabet ederler."
Sen ne anlarsın cahil adam? Onların aleminden ne anlarsın, onların alemi senin alemin mi?..
Şemseddîn-i Sivâsî Hazretleri hemen saraya filan gitmemiş, aziz Mahmud-u Hüdâî Hazretlerinde, Üsküdar'da misafir olmuş. Padişah soruyor, haber gönderiyor: Sorulsun kendisine:
"--Acaba, savaş için hazırlık kendisine işaret edildiğine göre, savaşın àkıbeti hakkında da bir beşaret var mı? Bir zafer ihtimali, alâmet görülmüş mü?" diye soruyor.
Şemseddîn-i Sivâsî Hazretleri buyurmuş ki:
"--Evet sultanım vardır, inşaallah zafer alem-i İslâm'ındır."
Sefere çıkıyorlar. Kimbilir ne tatlı sefer, ne ilâhî sefer, ne mübarek yolculuk!.. Düşmanın çeşitli zulüm haberleri geliyor; falanca kaleyi teslim şartlarıyla almışlar, ama, kadın-kız dememişler, kılıçtan geçirmişler, şöyle yapmışlar, böyle yapmışlar, kafirler!.. Bunlar hınçlarını arttırıyor. Nihayet iki ordu Haçova'da karşılaşıyor.
Düşman pürsilah, teknolojisi ilerlemiş. Zırhlı, toplu, tüfekli... Yani eskisi gibi bilek gücüyle iş bitmiyor, "Delik demür çıktı, mertlik bozuldu." Eski bilek gücünün, pehlivanlığın değeri gerilerde kaldı. Adam yanaştırmıyor ki yanına, tutup yere çalasın, sırtını yere yapıştırasın; uzaktan endaht ediyor.
Haçova meydan savaşında pür-pulat tepeden tırnağa demirli, çelikli Avusturya ordusu, haçlı kuvvetleri, birçok yerden kuvvet toplamışlar, 200 bin kişi Osmanlı ordusuna saldırıyor. Bir iki diretme, Osmanlı ordusu çöküyor; geriye doğru kaçmağa başlıyor yeniçeriler... O kadar ilerliyor ki düşman, padişahın otağ-ı hümayununun yakınına kadar geliyor da, Bolu'lu aşçılar, et doğramak için kullandıkları satırlarla düşmanla çarpışmağa başlıyorlar.
O arada, padişah düşmanın eline geçmeyeyim diye, atına binip geriye gitmek istiyor. Hoca Saadeddin derler, büyük tarihçi, padişahın dizginine yapışıyor, diyor ki:
"--Gidemezsin padişahım! Sen gidersen bu ordu darmadağın dağılır; sen gidemezsin!.."
Padişah kızgın, üzgün, hayrette, dehşette, Şemseddîn-i Sivâsî Hazretleri'ne diyor ki:
"--Hoca efendi, hoca efendi! Hani zafer alem-i İslam'ın olacaktı? Bu ne haldir?.."
Hiç fütur yok... Davranışlar o kadar benziyor ki birbirlerine, Akşemseddin nasıl seferde "Yılma padişahım, durma padişahım, daha gayretli çalış padişahım, zafer müslümanlarındır." demişse; Şemseddîn-i Sivâsî Hazretleri de:
"--Biraz bekle!.." diyor.
Hezimet anında diyor, vaziyet vahim iken diyor bunu... Biraz bekliyorlar. Hakikaten, o Bolu'lu ahçıların külahlarıyla, şişleriyle, pala bıyıklarıyla düşmana saldırması acaip bir manzara... Himmet-i cünd-i ricâlullah, gayb erenlerinin, bilmediğimiz kuvvetlerin, melâikenin imdadı yetişiyor. Düşman ordusu geri çekilmeğe başlıyor. Sesler, bağırışlar, "Düşman ordusu geri çekiliyor!" filân diye, yeniçeriler de tekrar geri dönüyorlar. Bir hücum ediyorlar, 200 bin kişiyi Haçova bataklıklarında mahvediyorlar.
Ama hak etmişler; çünkü zulm ede ede gelmiştir, Allah onların alınlarına, o zulümlerinin cezasını orada makhûren vermelerini yazmış. Orada hepsi bataklıkta helâk oluyor ve Şemseddîn-i Sivâsî ile beraber padişah İstanbul'a revan oluyorlar. Seferden dönüyorlar. Padişah mahcub, binbir rica minnetle:
"--Efendim İstanbul'da kalsanız..." filân diyecek oluyor.
Şeyh efendi:
"--Hayır!" diyor. "Bizim ahiret seferimiz de yakındır. Vatan-ı aslimize avdet etmemiz daha uygundur." diyor.
Sivas'a gidiyor. Gönül bir şişedir, düşer kırılır, bir daha tamir olmaz.
Akşemseddin Hazretlerinin yanına Fâtih Sultan Mehmed bir ara girmiş, menakıbda yazılıyor. Akşemseddin Hazretleri uzanıyormuş, yatıyormuş yani. Padişah-ı alem geliyor, sultan-ı devlet-i aliyye geliyor yerinden kıpırdamıyor. Tasavvufi terbiye var, maksat var, yani kibir ve ucuba düşmesin sultan diye itibar etmiyor.
Vezirler , maiyetindeki kimseler; "Padişah yanına gelmiş, adam istifini bozmuyor, yatıyor. Bu nasıl iştir, nice haldir?" diye şaşırıyorlar. Diyorlar ki:
"--Padişahım sen de onu otağa çağır, sen de ona kalkma; mukabele bil-misil olsun!" filân diyorlar.
O da bir ara:
"--Efendim, üstadım, şeyhim, bizim otağ-ı humayuna teşrif buyururlar mı?" diye haber gönderiyor. Fakat Akşemseddin çadırın kapısından girerken mümkün mü direnmek? Ayağa kalkıyor, ayağa kalkmamak mümkün mü? Elini öpüyor, istikbale varıyor ve elini öpüyor. Gittikten sonra diyor ki vezirleri:
"--Sultanım! Hani kalkmıyacaktın, mukabele bilmisil yapacaktın?"
Diyor ki:
"--Bu başka şeyh, başka hocalara benzemiyor; bunu görünce dizlerimin dermanı kesiliyor. Bunun karşısında dayanamıyorum, duramıyorum."
Mâneviyyatın kuvveti yani..
Muhterem kardeşlerim! İstanbul'u Fâtih Sultan Mehmed fethetmiştir amma, bir erenler ordusuyla fethetmiştir. Bir eşsiz, emsâlsiz İslâm ahlakıyla fethetmiştir. Bir safi, pak, temiz tasavvuf ile fethetmiştir. Biz bu fetihten ibret almalıyız. Fâtih'i bu ahlâka sahip kılan eğitimden uzak kalamayız; gafil, cahil kalamayız. Ondan ibret almalıyız.
İstanbul'un fethini ve fatihlerini iyi tanımak, bizim neslimiz için hayati önemi haizdir. Milletimizin ve gençliğimizin istikbali buna bağlıdır. Çok küçümsüyorum, şu toplantımızı, şu tıklım tıklım salonumuzu... Stadyumları doldurmalıydık, yer yerinden, zemîn ü âsuman oynamalıydı, inlemeliydi. İstanbul bir başka müstesna gün yaşamalıydı. Sabahleyin kaç tane gazeteyi inceledim. Zaman gazetesiyle, Milli Gazete'den başkasında bilgi bile yok.
Ey yaşlı, olgun, imkânlara sahip müslüman kardeşlerim! Gençlerimizi yeni fatihler olarak yetiştirmek için tüm gayretimizi sarfetmeli, her türlü maddi ve mânevî fedâkârlığı yapmalıyız. Bunun için Amerika'dan yardım gelecek değil.
Ey Fâtih'in akranları olan genç kardeşlerim! Fâtih İstanbul'u fethetti. Peygamber SAS Hazretleri Roma'nın da fetholunacağını müjdeliyor. O da belki size nasib olur; Allah fethinizi mübarek eylesin!..
29. 05. 1999 - İskenderpaşa / İSTANBUL