10. BERAT GECESİNİN ÖNEMİ
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn. Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn... Ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’d-dîn...
Emmâ ba’dü fa’lemû eyyühe’l-müslimûn, enne hâzihi’l-leylete leyletün nısfi min şa’bân.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Allah’a hamd ü senâlar olsun... Son derece kıymetli, son derece mübarek, son derecede önemli bir gece başlamış bulunuyor. Güneşin batmasıyla beraber, şu saatler bu mübarek gecenin saatleridir. Bu vakit, bu mübarek zamanlar, sabah namazı vaktine kadar devam edecektir.
a. Berat Gecesinde Allah’ın Rahmeti
Son derece önemli bir gecede bulunuyoruz. Önce sizlere, bu gecenin ehemmiyeti hakkında bilgi sunmak istiyorum: Bu gece, Peygamber SAS Efendimiz Hazretleri’nin bizzat kendisinin gayret ettiği, ihyâ etmek için uykusunu feda ettiği, evini, yatağını terk ettiği, sabahlara kadar ibadet ettiği bir gecedir. Peygamber Efendimiz’in kendisinin hayatında, bu böyle değerlendirilmiş oluyor. Peygamber SAS Efendimiz’in bu davranışı da bizim için çok önemli bir hadise...
Peygamber Efendimiz’den bu konuda rivayet edilmiş olan bazı hadis-i şerifleri nakletmek istiyorum. Ali ibn-i Ebî Tâlib, Peygamber SAS Efendimiz’in mübarek damadı, Fatıma Anamız’ın beyi, amma bir özelliği var: Peygamber Efendimiz, amcası Ebû Tâlib’in iktisadî durumu rahatlasın diye, Hazret-i Ali’yi gitmiş amcasından istemiş, yanında kendi evlâdı gibi büyütmüş. Hazret-i Ali Efendimiz böyle bir mazhariyete sahip.
Yâni, Peygamber Efendimiz’in oğlu değil, yeğeni ama
Efendimiz büyütmüş. Amcasına kolaylık olsun, amcası fazla çocuklarının ağırlığından mâli bakımdan sıkıntı çekmesin diye, öteki kardeşlerle sözleşmişler, her birisi bir kardeşi alıp hafifletmişler.
Biliyorsunuz, Mi’rac’da Peygamber Efendimiz’in, evine gidip de yattığı zaman, Mi’rac’a çıktığı Ümm-ü Hânî Hazretleri de, gene böyle Peygamber Efendimiz’in amcası Ebû Tâlib’in kızıdır. Hazret- i Ali Efendimiz’in ablasıdır. O da, Peygamber Efendimiz’i çok severdi, Peygamber Efendimiz de ona çok hürmet ederdi.
Hazret-i Ali Efendimiz rivayet ediyor ki Peygamber Efendimiz’den, bizzat, Peygamber SAS Efendimiz şöyle buyurmuşlar; Hazret-i Ali Efendimiz de duymuş, bize naklediyor:53
يَنْزِلُ الِلُّ تَعَالَىفِي لَيْلَةِ النِّصْفِ مِنْ شَعْبَانَ إِ لَى السَّمَاءِ الدُّنْيَا،
فَيَغْفِرُ لِكُلِّ مُسْلِمٍ؛ إِلاَّ لِمُشْرِكٍ، أَوْ مُشَاحِنٍ، أَوْ قَاطِعِ رَحِمٍ،
أَوْ امْرَأَةٍ تَبْغِي فِي فَرْجِهَا.
(Yenzilü’llàhü teàlâ fî leyleti’n-nısfi min şa’bâne ile’s-semâi’d- dünyâ) “Şa’banın yarısı gecesi olduğu zaman...” Yâni işte şu içinde bulunduğumuz gece... Şa’banın yarısı, otuzun yarısı on beş; on
dördünü on beşine bağlayan bu gece... “Şa’ban’ın yarısı gecesi olduğu zaman, Allah-u Teàlâ Hazretleri semâi’d-dünyâya nüzûl eyler.”
Semâi’d-dünyâ ne demek? Semâi’d-dünyâ, en yakın sema demek. Dünyâ, en yakın demek, ednâ kelimesinin müennesi. Yâni, bizim bugün dünya deyince aklımıza gelen, okyanuslarıyla, kıtalarıyla, kutuplarıyla yuvarlak gök cismi değil. Dünya
53Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.466, no:7461, 7462; Câmiü’l-Ehàdîs, c.III, s.486, no:2625.
denilince, burada geçen dünya kelimesi o değil. Es-semâ ed-dünyâ, sıfat tamlaması, en yakın olan semâ demek.
Tebâreke Sûresi’nde, Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki:
وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ (الملك:٥)
(Ve lekad zeyyenne’s-semâe’d-dünyâ bi-mesàbiha) “En yakın semayı biz yıldızlarla süsledik.” (Mülk, 67/5)
Demek ki, başımızı gökyüzüne kaldırdığımız zaman, yıldızları gördüğümüz bütün bu feza, yıldızların olduğu feza, birinci semâdır. Bu semâdan sonra, altı semâ daha var:
الَّذِي خَلَقَ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ طِبَاقًا (الملك:٣)
(Ellezî haleka seb’a semâvâtin tibâkà) [O gökleri yedi kat olarak yarattı.] (Mülk, 67/3) buyruluyor.
Ama yıldızlar birinci semadadır. Demek ki birinci semâ o kadar büyük ki, yıldızların olduğu semâ, bir yıldızın ışığı bazen bize milyonlarca senede geliyor. Biz dünyadan Venüs gezegenini incelemek üzere füze fırlatmışız, iki-üç senede Venüs gezegeninin yanına varmış. Daha Venüs, güneşin etrafında dönen çok yakın yıldızlardan biri. Eğer güneş sisteminden dışarıya çıkmak icab etse, çok daha seneler icab edecek! Uçsuz bucaksız bir feza...
Başka bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:54
54Buhàrî, Sahîh, c.I, s.384, no:1094; Müslim, Sahîh, c.I, s.521, no:758; Ebû Dâvud, Sünen, c.I, s.420, no:1315; Tirmizî, Sünen, c.V, s.526, no:3498; İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.435, no:1366; İmam Mâlik, Muvatta’ (Rivâyet-i Yahyâ), c.I, s.214, no:498; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.487, no:10318; Buhàrî, Edebü’l- Müfred, c.I, s.264, no:753; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.420, no:7768; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c.XXVII, s.261; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXXVII, s.463, no:7564; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.V, s.253, no:8106; Ebû Hüreyre RA’dan.
Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.81, no:16791; Dârimî, Sünen, c.I, s.413, no:1480; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.II, s.134, no:1566; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.125, no:10321; Cübeyr ibn-i Mut’im RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.II, s.164, no:3353; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXIV, s.17, no:26551.
يَنْزِلُ رَبـنَا تَبَارَكَ وَتَعَالَى، كُلَّ لَيْـ لَةٍ إِلَى السَّمَ اءِ الدُّنْيَا، حِينَ يَبْقٰى
ثُلُثُ اللَّيْلِ اْلآخِرُ فَيَقُولُ: مَنْ يَدْعُونِي فَأَسْتَجِيبَ لَهُ، وَمَنْ يَسْأَلُنِي
فَأُعْطِيَهُ، وَمَنْ يَسْـتَغْفِرُنِي فَأَغْفِرَ لَهُ (خ . م . د. ت. ن. ه. حم . عن أبي هريرة)
(Yenzilü rabbünâ tebâreke ve teàlâ, külle leyletin ile’s-semâi’d- dünyâ, hîne yebkà sülüsü’l-leyli’l-âhir) “Rabbimiz Tebâreke ve Teàlâ Hazretleri her gece, gecenin son üçte biri kaldığı zaman, en yakın semâya nüzûl eyler.” Nüzul etmek, inmek demek. Yâni en yakın semayı rahmetiyle kaplar. (Feyekùlü) Sonra kullarına seslenir: (Men yed’ùnî feestecib lehû) ‘Yok mu bana dua eden, duasını kabul edeyim!’
(Ve men yes’elünî feu’tıyehû) ‘Yok mu benden bir şey isteyen, istediğini ona ihsân edeyim!’
(Ve men yestağfirunî feağfire lehû) ‘Yok mu benden bağışlanma dileyen, onu bağışlayayım!’ der.”
“—Yok mu benden şunu isteyen, bunu isteyen!” diye fecr-i sadıkın, yâni sabah vaktinin gelişine kadar, yâni imsak kesilinceye kadar böyle seslenir durur.
Biliyorsunuz, Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teàlâ Hazretleri kendisi bildiriyor ki:
وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنْتُمْ (الحديد:٤)
(Ve hüve meaküm eyne mâ küntüm) “Siz nerede olursanız olun, Allah-u Teàlâ Hazretleri sizinledir, yanınızdadır. (Hadid, 57/4) Başka bir ayet-i kerimede bildiriliyor ki:
وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ (ق:٦١)
(Ve nahnü akrabü ileyhi min habli’l-verîd) “Biz kulumuza onun şah damarından bile daha yakınız.” (Kaf, 50/16)
Tabii Allah-u Teàlâ Hazretleri:
لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْء (الشورى:١١)
(Leyse kemislihî şey’ün) [Onun benzeri hiç bir şey yoktur.] (Şûrâ, 42/11) diye bildirdiği için Kur’an-ı Kerim’de. Yâni bizim bilgimizle, aklımızla bildiğimiz, tahsilimizde öğrendiğimiz hiç bir şeye benzetemeyiz Allah’ı... Şöyledir diyemeyiz. “Onun gibi hiç bir şey yoktur.” Onun için, anlaması da, insanın Allah’ı kavraması da mümkün değildir.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
“—Allah’ın zâtını düşünmeyin, kavrayamazsınız! Ama sıfatlarını düşünün, nimetlerini düşünün, rahmetini düşünün, kuvvetini düşünün, yaratıklarını düşünün, yarattıklarındaki ibretleri düşünün! Oradan Allah’ın kudretini anlarsınız.”
Göklere bakın; Allah’ın azametini anlarsınız. Göklerin büyüklüğüne, fezanın derinliğine bakın; Allàhu ekber sözünün nelere delâlet ettiğini kavrarsınız.
Bu izahtan sonra, yâni zihinler yanlış bir noktaya gitmesin diye, bu izahı yaptıktan sonra, hadis-i şerife devam ediyoruz: Bu gecede Allah kullarına yaklaşıyor! Semâi’d-dünyâ’ya nüzul ediyor. Bu yakınlaşma, rahmet yakınlaşması, kullarına rahmetini ihsan etmesinin emâresi…
(Feyağfiru li-külli müslimin, illâ li-müşrikin, ev müşâhinin, ev kat’i rahimin, ev imreetin tebğî fî fercihâ) “Sonra, şu sayılan insanlar hariç, her müslümanı mağfiret eder.” Bu gece Allah-u Teàlâ Hazretleri her müslüman kulu afv ü mağfiret eder!
Müstesnalarını sıraladı. Okuyacağım, izah edeceğim.
Bazıları afv ü mağfiret olmaz, müslüman olduğu halde,
bağışlanmaz. Onları bilmemiz lâzım, önemli! Aman, biz o durumda olmayalım! Eğer bizde öyle bir durum varsa, vaziyetimizi düzenleyelim, düzeltelim, toparlayalım diye, onları onun için izah edeceğim size. Ama müjdeli bir akşamdayız. Allah- u Teàlâ Hazretleri’nin kullarını afv ü mağfiret ettiği, rahmetiyle tecelli ettiği bir mübarek akşamdayız. Çok önemli bir akşamdayız.
Kimleri affetmez?
b. Berat Gecesinde Affedilmeyen Kimseler
1. (İllâ li-müşrikin) “Müşriki Allah affetmez.” Müşrik ne demek? Müşrik, Allah’a inandığı halde, Allah’ın varlığını kabul ediyor amma, şerik ortak koşuyor Allah’a! Buna müşrik derler. Yâni, Allah’ın ortağı var sanıyor. Ulûhiyetinde, kudretinde ortağı var sanıyor, şerik koşuyor! Ona müşrik derler. Ortak düşünüyor.
Misâl, Wollongong şehrinde yüzlerce dönüm arazi üzerine, güney yarım kürenin en büyük Budist tapınağını yapmış Budistler. Gittik, “Bakalım bu adamlar ne yapıyorlar?” görelim dedik. Bahçeye bir büyük Buda heykeli dikmişler, birçok binalar yapmışlar. O binaların içinde, kocaman salonlarda birçok Buda heykelleri var! O heykellerin önüne halı sermişler, ayakkabıyı çıkartıp girin diyorlar. O halının ortasında, o heykelin önünde diz çöküyorlar, eğiliyorlar; heykelin önüne karpuz kavun, üzüm meyve koymuşlar.
Broşürlerini aldık! Ben Budizm’i bilmiyorum, ilgilenmedim. Dinler tarihinde anlatılmıştır. İnançlarının ne olduğu, ne zaman çıktığı, tarihleri vardır ama şimdi soruyor kendisi:
“—Bir tanrı mıdır Buda?”
Altına cevap olarak demiş ki:
“—Hayır, Buda tanrı değildir.”
E be adam! Be zavallı! Tanrı değilse, niye önünde diz çöküyorsun, niye eğiliyorsun, niye tapınak yaptın onun için? Bu binada dört duvar var, dört duvara küçük küçük yerleştirilmiş sıra sıra… On iki bin tane Buda heykeli yerleştirmiş bir odaya. Elli altı milyon Avustralya doları harcamış.
Bu nedir? İşte bir şirk koşuyor, şerik düşünüyor. Niye tapınıyorsun diye sorsan, sembol diyecek. Bu iyiliğin sembolü diyecek. Bu dürüstlüğün sembolü diyecek. Bu temizliğin sembolü diyecek. Ama temizlik dediğin şey ne, iyilik dediğin şey ne? Netice itibariyle insanları aldatıyorsun, yanlış bir inanca götürüyorsun. Temizlik bu mu? Milyonlarca insanı aldatıyorsun, milyonlarca insanın cehenneme gitmesine sebep olacak bir inancın propagandasını yapıyorsun.
Peki, onlar Budist, ötekiler, başka müşrikler bilmem totemlere taparlar var? Hindistan’da başka şeylere tapanlar var. Kutuplarda beyaz ayıya tapıyorlarmış Eskimolar. Afrika’da başka şeylere tapanlar var. Hindistan’da ineklere tapanlar var. Eski Mısırlıların çeşitli tanrıları var. Firavun’a tapmışlar filân... Tamam gayr-i müslimlerin, kâfirlerin böyle tapındıkları var.
Peki, müslüman müşrik olabilir mi? Yâni, “Lâ ilâhe illa’llàh” diyor, Allah’ın varlığını birliğini kabul ediyor ama, müslüman müşrik olabilir mi? Evet! Olabilir. İnancını kontrol etmezse, kulağına yanlış gelen bilgileri kafasına yerleştirirse, Allah hakkında yanlış kanaatlere sahipse, Allah’tan başka güç kuvvet var sanıyorsa, onlardan medet umuyorsa, o da müşrik olabilir.
Bir de, Peygamber SAS Efendimiz’in anlattığı gizli müşrikler var. Şirk-i hafî var... Şirk-i hafî nedir? Riyâkârlık. Niye riyâkârlığa şirk-i hafî demişler? İnsanlara kendisini beğendirmek için, sahtekârlık yapıyor. Samimiyetini bırakıyor. İnsanlara hoş görünmek için riyâkâr. Demek ki o, insanlara önem veriyor. Allah’ın kendisinin kalbini bildiğini düşünmüyor, o insanın aferinini almağa, alkışını almağa, takdirini kazanmağa çalışıyor! Ona da, riyâkâra da, riyâ sahiplerine de, o da bir çeşit şirktir. Şirk-i hafî deniliyor. Gizliden gizliye, karıncanın böyle sessizce yürümesi gibi, inanın içine zararlı fikirler girebilir! Müslümanın, Allah’ın varlığı, birliği konusunda, Lâ ilâhe illa’llàh sözünün hakiki anlamını kavramak konusunda, çok dikkatli olması lâzım!
Neden? Çünkü, müşrik durumuna düşerse affolunmayacak.
İnancı, Allah var, şeriki, naziri yok, güç kuvvet Allah’ın elinde, ben ancak Allah’a ibadet ederim, Allah’tan başka bir şeye tapınmam diyecek. Allah’tan başka bir şeye tapınmak var mı? Yâni farkına varmadan tapınanlar var mı müslümanlardan? Var!
Kur’an-ı Kerim’de buyruluyor ki:
أَفَرَأَيْتَ مَنْ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ (الجاثية:٣٢)
(Eferaeyte meni’ttehaze ilâhehû hevâhu) [Hevâ ve hevesini tanrı edinen kimseyi gördün mü?] (Câsiye, 45/23) Bazı insanlar, kendi nefislerini put ediniyorlar. Kendine, nefsinin emrine giriyor. Nefsi ne derse onu yapıyor. Günah emrediyor, günahı yapıyor. Haram emrediyor, haramı işliyor. Demek ki, nefsini put edinmiş. Nefis putuna tapınıyor.
Kimisi şeytana tapınıyor. Yâni şeytanın emrine girmiş. Şeytanın sözünü dinliyor. Halbuki, kendisini yaratan Allah, yaşatan Allah, rızkını veren Allah! Rahman’ın emrini dinlemiyor, Kur’an’ın yolunda gitmiyor, şeytanın yaptığı işleri yapıyor... Demek ki onun emrinde.
Kimisi paraya tapar, kimisi kadına tapar, kimisi mevkiye makama tapar... Bunları biliyorsunuz, kulağınıza gelmiştir.
Demek ki sırf Allah’a tapmak, ihlâs ile Allah’a ibadet etmek, şirkin her çeşidinden şiddetle sakınmak lâzım! Bu uzun bir iştir. İnsanın gerçekten Lâ ilâhe illa’llàh’ı kavraması için, tasavvufî bir eğitimden geçmesi lâzım! Tasavvufî bir eğitimden geçmeyen insan, Lâ ilâhe illa’llah’ın derin mânâlarını anlamayabilir; bu bir...
2. (Ev müşâhinin) Allah bu mübarek gecede herkesi affediyor da, çok insanı affediyor da, bir de müşâhini affetmiyor. Müşâhin
ne demek? İçi kızgın olan demek, kızgın. Araplar buharlı gemiye şâhine derler. İçinde kazan var, su var. Altına kömür atılıyor, kazan kızıyor, su buharı oluyor. Buharla çalışıyor gemi. Şâhine, buharlı gemi. Bu da müşâhin, yâni kalbinde kızgınlık olan. Aynı
kökten geliyor, oradan hatırınızda kalsın. Şahnâ insanın içindeki kızgınlığa derler. Birisine karşı kızgın, sevmiyor, dargın, düşmanlık besliyor, dişlerini gıcırdatıyor, kin tutuyor... Bunu da affetmez Allah. Melekler onun ismini de Allah’ın huzuruna getirdiği zaman; Allah-u Teàlâ Hazretleri meleklerine buyurur ki: (Da’hümâ hattâ yastlihâ) “Bu iki kimse birbiriyle barışıncaya kadar, bunları kenara bırakın! Bunlar affolunmayacak, koyun kenara onları!”
Neden? Barışmamışlar, birbirlerine karşı kin taşıyorlar.
Hiç şüphesiz, hepimiz bu gece Allah’ın afv ü mağfiretine ermek istiyoruz. Şek şüphe yok, hepimiz bu gecenin bereketinden istifade etmek istiyoruz. Eğer birbirinize kırgınlığınız varsa, kızgınlığınız varsa, dargınlığınız varsa... Çeşitli dünyevî sebeplerden insanlar birbirlerine darılabilir. İş hayatında kırgınlıklar olabilir, komşulukta kırgınlıklar olabilir. Karı koca arasında kırgınlıklar olabilir, çocuklar arasında kırgınlıklar olabilir. Demek ki, kırgınlıkları da bu akşam bir tarafa bırakmak lâzım! Bir barışma yapmak lâzım!
Yatsı namazını kıldıktan sonra, inşâallah hepimiz şöyle daire olalım! Musafaha edip, birbirimizin elini sıkalım, kandilimizi tebrik edelim! Dargınsak barışalım! Bilmiyorum, içimizde kırgınlık, kızgınlık varsa, Allah rızası için bunu da atalım!
Tabii, bu kızgınlıkların haklı sebepleri de olabilir. Meselâ der ki:
“—Hocam, bu benim şu kadar paramı aldı vermiyor, ben ondan kızgınım!”
Tabii borçlu olan da, borcunu alacaklısına versin. Yâni kul hakkıdır. Allah-u Teàlâ Hazretleri kul haklarını affetmez. Kul haklarını sahibine gönderir:
“—Git onunla helâlleş, hakkını ona ver, onun gönlünü al, ondan sonra...” der.
Onun için, böyle durumlar varsa, bu mübarek gece bir vesiledir, bu mübarek kandiller birer vesiledir; bu hususta tedbirlerinizi alın!
3. (Ev kàtıı rahimin) “Akrabalık bağlarını koparmış olanları da affetmez bugün.” İslâm, biliyorsunuz, insanlar arasındaki sevgiye çok önem veriyor. Komşular arasında haklara önem veriyor. Bir kadın bir çocuğu emziriyor, aynı kadın bir başka çocuğu emziriyor; hiç bu ikisi arasında akrabalık yok ama sütkardeşi oluyorlar. Aynı kadından süt emmiş iki kimse, sütkardeşi oluyor! Buna da riayeti emrediyor Allah-u Teàlâ Hazretleri.
İslâm, çeşitli vesilelerle kurulmuş olan sevgi bağlarını kuvvetlendirmeyi istiyor. Ve canlı tutmayı istiyor. Ve bozulmuş olan araların düzeltilmesini istiyor. İki dargının barıştırılmasını istiyor. Bir müslümanın başka bir müslümanla, üç günden fazla dargın olmasının haram olduğunu bildiriyor. Bütün bunlardan çıkan sonuç şu:
Müslüman akrabalık bağlarına da riayet edecek. Akrabalarını da özellikle koruyacak. Çünkü en yakın kimseler onlar. Yâni, akrabası bir insanı kollamazsa; başka bir şehirdeki, uzaktaki bir insan nasıl kollasın? Onun durumunu en iyi akrabası bilir. O bakımdan, akrabalık bağlarını da korumak lâzım! Sıla-i rahim deniliyor buna. Ziyaret etmek lâzım, mektup yazmak lâzım, telefon etmek lâzım, tebrik etmek lâzım:
“—Berat kandiliniz mübarek olsun!” “—Ramazanınız mübarek olsun!”
“—Kurbanınız mübarek olsun!” “—Çocuğunuz olmuş, mübarek olsun!”
“—Çocuğunuz üniversiteyi bitirmiş, mübarek olsun!”
Vesile bulup, bağları kuvvetlendirmek lâzım!
Mâlî bakımdan ihtiyacı varsa, mâlî bakımdan da destek olmak lâzım. Sıla-i rahim sadece lâfla değildir, aynı zamanda maddeten de faydalı olmaktır. Bunu yapmayanlar, akrabalık bağlarını kesenler, koparanlar, küsenler de bu gece affolunmayacak. Eğer böyle bir durumda olan varsa içinizde, onlar da:
“—Türkiye’deki falanca akrabamla küstüm ama, açayım telefonu şu mübarek gecede, kandilini tebrik edeyim, barışayım!”
filân diye, kendisi kalbinden böyle bir şeyi silsin, böyle bir durumdan kendisini kurtarsın!
Bazen şöyle olur: Siz birisiyle barışmak, düşünürsünüz, sevap olduğuna inandığınız için elinizi uzatırsınız, barışmak istersiniz:
“—Tamam, ben seninle barışmak istiyorum!” dersiniz. Karşı taraf barışmaz, “Git!” der, “Barışmıyorum!” der, iter elini, barışmaz. Tamam, o zaman barışmayan kimseye geçer sorumluluk, barışmak isteyen kimse kurtulur. Onun için, barışmak istediğiniz kimse sizi reddetse bile üzülmeyin, siz kazanmış oluyorsunuz. Sorumluluk ona geçmiş oluyor.
Demek ki bu gece affolunmayan insanlardan birisi; müşrik affolunmayacak. Müslüman olduğu halde, müşriklik fikirleri varsa, temizlemesi lâzım kafasından... Kindar, dargın olanlar affolunmayacak... Akrabalarla ilgisini kesenler affolunmayacak.
4. (Ev imreetin tebğî fî fercihâ) Kötü yola düşmüş kadın affolunmayacak.
Bu hadisten başka hadis-i şeriflerde bildiriliyor ki, (Müdmini hamr) “İçki içmeye devam eden de affolunmayacak.” Müskirât diyoruz, sarhoşluk veren içkiyi içen, ona devam eden de affolunmayacak. Hani:
“—Hocam çok korktum. Evvelce ben de içmiştim, şimdi bu gece ben affolmayacak mıyım?” Hayır, evvelce içmiş, sonra tevbe etmişsen, affolabilirsin. Devam ediyorsa, affolmayacak. Bugün sarhoşlar, bu gece sarhoş olanlar affolmayacak. Allah-u Teàlâ Hazretleri sarhoş kimseyi bu gece affetmeyecek.
Demek ki, önceden tevbe etmiş olmak lâzımdı. Tabii bizim aramızda böyle bir kimse bahis konusu değil de, şu sırada yâni. Allah bizi, el-hamdü lillâh, burada bir mübarek gecede, muhabbetli bir zümre olarak, güzel bir program münasebetiyle toplanmayı nasib etti. El-hamdü lillâh, içki içenimiz yok, çevrede içki yok, bu durumda değiliz ama akrabalarımızdan böyle olanlar olabilir. Kimisinin çocuğu babasını dinlemiyor, kimisinin kardeşi başka yerde olabiliyor, kimisinin akrabası olabiliyor. İşte öyle
kimseler affolmayacağı için, onları da içkiden tevbe ettirip, kurtarmağa çalışmak lâzım!
Birisi de derse ki:
“—Pekiyi hocam, aklıma gelmişken sorayım: Bazıları da uyuşturucu kullanıyor. İçki içmiyor ama sigara içiyor veyahut bir şey kokluyor, kafasını buluyor...”
Nelerse usulleri? Burada çok yaygınmış. Türkiye’de de yayılıyormuş deniliyor. Sarhoş oluyor.
Sarhoşluk veren her madde içki sayılıyor. İster katı olsun, ister gaz olsun. Yâni duman olsun. İsterse duman koklasın. Kimisi de tiner kokluyormuş, ayakkabı yapıştırma maddesi filân kokluyormuş; öyle kafasını buluyormuş diye duyuyoruz Türkiye’de. Kimisi marijuana diyor, kimi esrar diyor, kimisi eroin diyor vs. çeşitleri varmış... İster katı olsun, ister sıvı olsun, ister duman olsun, gaz olsun; herhangi bir şey kullandığınız zaman aklınızı alıyorsa, kullananı sarhoş ediyorsa, o haramdır.
Bu hususta da buyrulmuştur ki:55
55 Buhàrî, Sahîh, c.IV, s.1579, Megàzî 67/57, no:4087; Müslim, Sahîh, c.III, s.1585, Eşribe 36/7, no:1733; Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.353, no:3684; Neseî, Sünen, c.VIII, s.298, no:5595; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1124, no:3391; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.410, no:19688; Dârimî, Sünen, c.II, s.154, no:2098; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.67, no:497; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s. 214, no: 5106, 5107; Bezzâr, Müsned, c.I, s.468, no:3104; Abdü’r-Rezzak, Musannef, c.III, s.356, no:5959; Tahàvî, Müşkilü’l-Âsâr, c.XI, s.134, no:4348; İbnü’l-Ca’d, Müsned, c.I, s.93, no:536; Ebû Avâne, Müsned, c.V, s.99, no:7942; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.214, no:5105; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VIII, s.291, no:17824; Ebû Mûsâ el- Eş’arî RA’dan.
Müslim, Sahîh, c.III, s.1587, no:2003: Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.352, no:3679; Tirmizî, Sünen, c.IV, s.290, no:1861; Neseî, Sünen, c.VIII, s.296, no: 5582; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1124, no:3392; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.16, no:4644; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XII, s.188, no:5366; İmam Şâfiî, Müsned, c.I,s.284, no:1362; Dâra Kutnî, Sünen, c.IV, s.248, no:11; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.260, no:1916; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XII, s.294, no:13157; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.III, s.276, no:3135; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.X, s.189, no:5816; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VII, s.459, no:24208; Abdü’r-Rezzak, Musannef, c.IX, s.221, no:17004; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.212, no:5092, 5093; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.V, s.483; Bezzâr, Müsned, c.II, s.225, no:5482, 5483; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.250, no:4737; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.
كُل مُسْكِرٍ حَرَام (خ. م . د. ه. عن أبي موسى؛ م. د. ت.
İmam Mâlik, Muvatta’ (Rivâyet-i Yahyâ), c.II, s.485, no:1031; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.66, no:11645; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.435, no:894; Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan.
Müslim, Sahîh, c.III, s.1587, no:2002; Neseî, Sünen, c.VIII, s.327, no:5709; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.360, no:14923; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XII, s.183, no:5360; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VIII, s.217, no:8446; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.238, no:5218; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.V, s.7, no:5579; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VIII, s.291, no:17826; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan.
Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.352, no:3680; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.274, no:2476; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XII, s.187, no:5365; Dâra Kutnî, Sünen, c.III, s.7, no:19; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XI, s.26, no:10927; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VII, s.139, no:7099; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.II, s.159, no:1433; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VIII, s.298, no:21471; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.443, no:910; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.
Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.353, no:3685; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.158, no:6478; Bezzâr, Müsned, c.I, s.378, no:2454; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VIII, s.221, no:21520; Abdullah ibn-i Amr RA’dan.
Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.354, no:3687; Tirmizî, Sünen, c.IV, s.293, no:1866; Neseî, Sünen, c.VIII, s.297, no:5590; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.VI, s.131, no:25036; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XII, s.203, no:5383; Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.164, no:7238; Dâra Kutnî, Sünen, c.IV, s.249, no:19; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.II, s.176, no:1634; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.VII, s.322, no:4360; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VII, s.462, no:24218; İshak ibn-i Râhaveyh, Müsned, c.II, s.289, no:807; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.V, s.6, no:5575; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VIII, s.293, no:17833; Hz. Aişe RA’dan.
Neseî, Sünen, c.VIII, s.297, no:5588; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1127, no:3401; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.429, no:9535; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XII, s.228, no:5408; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.213, no:5098; Bezzâr, Müsned, c.II, s.400, no:7991; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VII, s.461, no:24213; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.X, s.348, no:5944; Ebû Hüreyre RA’dan.
İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1124, no:3388; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XII, s.229, no:5409; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.531, no:1387; Dâra Kutnî, Sünen, c.IV, s.250, no:23; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.X, s.156, no:10304; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.IX, s.12, no::5079; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.77, no:7448; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan.
Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.119, no:12217; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.VI, s.279, no:3589; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.VI, s.314, no:26715; Hz. Ümm-ü Seleme RA’dan.
Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.VI, s.333, no:26867; Hz. Meymûne RA’dan.
Dâra Kutnî, Sünen, c.IV, s.250, no:21; Hz. Ali RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.V, s.344, no:13151; Câmiu’l-Ehàdîs, c.XV, s.361, no:15709.
ن. حم عن ابن عمر)
RE. 341/1 (Küllü müskirin haramun) “Sarhoşluk veren şeylerin hepsi haramdır.”
Buna devam edenler de affolunmaz. Onun için, bunlardan da tevbe etmek lâzım!
“—Efendim, işte çok içmiyorum da az içiyorum...”
Peygamber SAS Efendimiz diyor ki:56
كُل مُسْكِرٍ خَمْر ، مَا أَسْكَرَ كَثِيرُهُ، فَقَلِيلُهُ حَرَام
(الشيرازى، خط. عن على)
RE. 341/2 (Küllü müskirin hamrun) “Her sarhoşluk veren şey içki grubuna girer. (Ve mâ eskere kesîruhû, fekalîluhû harâmun) “Çok içtiği zaman sarhoşluk veren bir malzemenin, maddenin azını içmek de haramdır.”
“—Yâni, işte bir bardak içersem bir şey olmaz.”
Hayır. Bir şey olmasa bile haram oluyor artık. Çoğunu içtiğin zaman sarhoşluk veren şeyin, azı da haram oluyor.
“—Hocam, bira haram mıdır?”
Bira da haramdır. Çünkü bira da sarhoşluk veriyor. İnsanı sokaklarda yatırıyor. Almanya’da çok gördük. Böyle istasyonlarda uzanmış alkolik olmuş insanlar gördük. Sırf bira içiyor. Bira sarhoş ediyor. Demek ki, onun da içilmemesi lâzım! İçki içenler affolmayacak bu gece.
Ondan sonra, (âkkun li-vâlideyhi) anne ve babasına asî olanlar
56 Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.I, s.197, no:626; Hatîb-i Bağdadî, Târih-i Bağdad, c.III, s.327, no:1433; İbn-i Hacer, Lisânü’l-Mîzan, c.II, s.53, no:197; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.
Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.X, s.213, no:20736; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.
Hatîb-i Bağdadî, Târih-i Bağdad, c.IX, s.93, no:4675; Hz. Ali RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.V, s.369, no:13274.
da affolmayacak bu gece. Bazen mal yüzünden, miras yüzünden ana baba ile evlâtlar arasında ihtilâf çıkıyor. “Sen o kardeşime fazla verdin de, bana az verdin!” diye darılıyor annesine. Bazen ana-babasının sözünü dinlemiyor, onun istemediği bir evlilik yapıyor. Ana-babasına asî olan insanlar da, bu gece affolmuyor.
Zâten müslüman bir evlât, anne-babasına kat’iyyen küsmez. Müslüman evlât ana-babasına küsmez, ona hürmette kusur etmez, saygıda kusur etmez, gönlünü kazanmaya çalışıyor.
Ama bazen anne-baba kabul etmiyor. Meselâ benim fakülteden bir talebem vardı, sakallı. Bana geldi, dedi ki:
“—Hocam! Ben namaza başladım diye, sakal bıraktım diye, babam beni evden kovdu, benimle konuşmuyor” dedi.
Talebem, ilâhiyattan talebem... Ben dedim ki:
“—Aman, sokakta kaldıysan yardımcı olayım! Mâlî bakımdan para filân vereyim!” dedim.
“—Yok, mâlî durumum iyi. Ama anam babam bana darıldı, eve almıyor, evden kovdu beni.” dedi.
Dedim ki:
“—Müslümanın anne babasına iyi muamele etmesi lâzım. Sen anne-babana mektup yaz, de ki: ‘Sevgili babacığım! Sevgili anneciğim! Ben size sonsuz saygı duyuyorum, sonsuz minnettarlığım var, size hizmet etmek istiyorum. Bu benim dînî borcum. Size karşı sevgim de var. Fakat siz benden Allah’a güzel kulluk yapmamamı istiyorsunuz, namaz kılmamamı istiyorsunuz, iyi müslüman olmamamı istiyorsunuz; bunu yapamam! Bu Allah’a karşı vazifelerimi yapmamak mümkün değil... Çünkü Allah’a olan saygım, size olan saygımla ölçülmeyecek kadar yüksek. Benden bunu istemeyin! Her işinizi yapayım, her hizmetinizde bulunayım! Size sevgimi saygımı her türlü şekille devamlı göstermeye hazırım. Hizmetinize âmâdeyim. Yalnız, benim inancıma baskı yapmayın!’ diye mektup yaz!” dedim.
“—Pekiyi hocam.” dedi, gitti.
Aradan bir zaman geçti, birkaç ay geçtikten sonra, başörtülü, uzun mantolu, eldivenli bir kızla geldi odama. Kapıyı çaldı,
“—Selâmün aleyküm hocam!” dedi.
“—Aleyküm selâm, buyurun, oturun!” dedim.
Tahmin ettim ki, kız nişanlısı...
“—Hocam, bu kızı tanıyor musunuz?” dedi.
“—Tanımıyorum.” dedim.
“—Bu benim kız kardeşim. Daha önce açıktı. Annem açıktı, kız kardeşim açıktı, babam dinden uzak idi... Sizin tavsiyeniz üzere, tavsiye ettiğiniz şekilde benim onlara yazdığım mektup, evde bomba tesiri yapmış. Çok beğenmişler, çok memnun olmuşlar, çok duygulanmışlar, çok sevinmişler. Hatalarını anlamışlar, düzelt- mişler, tevbekâr olmuşlar, namaza başlamışlar, kapanmışlar.” dedi.
“—Oh, maşâallah! İyi yapmışsın. Bak sabredince, müslümanca davranınca ne güzel oluyor!” dedim.
Aradan bir zaman daha geçti, gene geldi benim odama:
“—Hocam, ailece hacca gidiyoruz!” dedi. “Bu sene niyetlendik, hacca gidiyoruz.” dedi.
Demek ki, anne-baba bazen, çocuk iyi olduğu halde sert olabilir. Biz, öyle de olsa, ona sevgimizi, saygımızı, hizmetimizi devam ettireceğiz.
Şimdi ben burada, bir şeyi de hatırlatmak istiyorum kardeşlerime: Biz burada müslümanız. Avustralya’da başka milletlerden, milliyetlerden, inançlardan, kültürlerden insanlarla bir arada yaşıyoruz. Şimdi bu insanların arasında, “İslâm dini hak dindir, müslüman olun!” demekle bunları İslâm’a çekemeyiz. Belki çekeriz ama eskiler bundan başka bir yol kullanmışlar. Çok dürüst hareket etmişler, çok güzel ahlâk ile davranmışlar, hayran bırakmışlar kendilerine... Bu Endonezya’da filân müslümanlık öyle yayılmış. Bakmışlar ki, oraya gelen müslümanlar, ticaret yapan insanlar, paraları zamanında ödüyorlar, aldatma yapmıyorlar, sözlerinde duruyorlar, yumuşak davranıyorlar.
“—Yahu nesiniz siz? Çok sevdik sizi, çok güzel muameleniz var! Ticaretiniz filân çok dürüst...”
“—Biz müslümanız. Allah’tan korkarız, kul hakkı yemek
istemeyiz. İnancımız; Allah’ın birliğine inanırız, puta tapmayız, Kur’an-ı Kerim’e inanırız.” filân demişler.
Endonezyalılar, buralara, Güneydoğu Asya adalarına gelen müslüman, güzel ahlâklı insanları görüp müslüman olmuşlar. Onun için, yâni güzel huylu olmak her yerde lâzım! Herkese karşı İslâm’ın güzelliğini göstermeye çalışmalıyız.
Ana babaya âsî olan evlât da bu gece affolmayacağı için, eğer anne-babamızla dargınlığımız varsa ve suç bizde ise; düşüneceğiz, telefon açacağız, ziyaretine gideceğiz, elini öpeceğiz, itaatimizi, hizmetimizi sunacağız, arz edeceğiz. Böylece Allah’ın sevdiği insanlar grubuna girmeğe çalışacağız.
c. Berat Gecesinde Peygamber Efendimiz
Peygamber SAS Efendimiz’le ilgili rivayetleri böylece okumaya devam edeceğim. Hazret-i Aişe Validemiz’in birkaç hadis-i şerifi var. Bir tanesini okuyayım:
عَنْ عَ ائِشَةَ رَضِيَ الِلُّ عَنْهَا، قَالَتْ : لَمَ ا كَانَتْ لَيْلَةَ النِّصْ فِ مِنْ
شَعْبَانِ، َانْسَلَ النَّبِيُّ صَلَّى الِلُّ عَلَيْ هِ وَسَلَّمَ مِنْ مِرْطِى. وَ حَسِبَتْ
نَفْسِي أَنْ يَكُونَ صَلَّى الِلُّ عَلَ يْهِ وَ سَلَّمَ، قَدْ أُوتِيَ بَـعْضُ نِ سَائِهِ،
فَقُمْتُ، فَ الـْتَ مَسْـتُهُ فِي الـْبَيْتِ، فَوَقـَ عَتْ يَدِي عَلٰى قَدَمَيْهِ وَهُوَ
سَاجِد ، فَحَفَظـْتُ مِنْ دُعَ ائِهِ صَلَّى الِلُّ عَلَيْ هِ وَسَلَّمَ، وَهُوَ يَ قُولُ:
(An àişete radıya’llàhu anhâ) Hazret-i Aişe Validemiz’den rivayet edildiğine göre, buyurdu ki: (Kàlet: Lemmâ kânet leyletü’n- nısfi min şa’bân) “Şaban’ın yarısı gecesi olunca, yâni şu Berat gecesi olduğu zaman, (ensele’n-nebiyyü SAS min mirtî) Peygamber
SAS Efendimiz, benim örtümün altından, yorganın altından, sessizce yataktan kalktı, gidiverdi.” diyor Hazret-i Aişe Vâlidemiz. Yâni, yatsıdan sonra yatmışlar ama, hemen şöyle yorganın altından sıyrılıvermiş bu Beraat gecesinde Peygamber Efendimiz.
Sonra, (Ve hasibet nefsî en yekûne SAS kad ûtiye ba’du nisâihî) “Ben de Peygamber Efendimiz’in başka bir yere gideceğini sandım, öyle tahmin etti içim.” diyor. (Fekumtü fe’ltemestühû fi’l- beyt) Işık yok, karanlık. “Odada araştırdım, Peygamber Efendimiz nerede diye, evde araştırdım, (fevakaat yedî alâ kademeyhi) ellerim ayaklarına dokundu.” Karanlıkta el yordamıyla ararken, bakmış ayaklarına eli değmiş Peygamber Efendimiz’in. (Ve hüve sâcidün) “Secdedeydi Peygamber Efendimiz.” Namaz kılıyormuş demek ki... (Fehafaztü min duàihî) “Secdede neler söylediğini hatırımda tuttum, (ve hüve yekùl) şunları söylüyordu duasında:57
سَجَدَ لَكَ سَوَادِي وَخَيَالِي، وَآمَنَ بِكَ فُؤَادِي، أَبُوءُ لَكَ بِالنِّعَمِ،
وَاعْتَرَفْتُ لَكَ بِذَنْبِي، ظَلَمْ تُ نَفْسِي فَاغْفِرْ لِى، ِإنَّ هُ لاَ يَغْفِرُ
الذُّنُوبَ إِلاَّ أَ نْتَ . أَعُوذُ بِعَفْوِ كَ مِنْ عُقُوبَتِكَ، وَأَعُوذُ بِرَحْمَ تِكَ
مِنْ نَقْ مَتِكَ، وَأَعُوذُ بِرِضَاكَ مِنْ سَخَطِكَ، وَأَعُوذُ بِكَ مِنْكَ، لاَ
أُحْصِى ثَنَاءً عَلَيْكَ، أَنْتَ كَمَا أَثْنَيْتَ عَلَى نَفْسِكَ (هب. عن
عائشة)
(Secede leke sevâdî ve hayâlî) “Yâ Rabbi, sana vücudum ve fikrim secde etti.” Secde hâlinde ya. Hem bedenen secde ettiğini söylüyor, “Vücudum secde etti.” diyor, hem de “Fikrim secde etti.” diyor. Yâni, insanın bedeni secde eder de, aklında, kalbinde saygı,
57 Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.III, s.385, no:3838; Hz. Aişe RA’dan.
hürmet duygusu olmazsa olmaz.
“Hem bedenim secde etti, hem de fikrim, kalbim secde etti. (Ve âmene bike fuâdî) Ve gönlüm sana iman eyledi yâ Rabbi! (Ebûü leke bi’n-niam) Nimetlerini hissediyorum, biliyorum, itiraf ediyorum. Sonsuz nimetlere mazhar ettin beni. (Ve a’tereftü leke bi-zenbî) Kendi hatalarımı, kusurlarımı da müdrikim, idrak ediyorum. Hatalarımın olduğunu biliyorum. (Zalemtü nefsî) Senin istediğin gibi, en güzel şekilde hareket edememekten dolayı, cezaya uğramak ihtimaliyle kendimi tehlikeye düşürdüm; bunu da biliyorum. (Fa’ğfirlî) Benim hatalarımı yâ Rabbi, afv ü mağfiret eyle! (İnnehû lâ yağfiru’z-zünûbe illâ ente) Çünkü günahı ancak sen affedersin. Sende başkası günahı affedemez.”
(Eùzü bi-affike min ukùbetike) “Bana cezâ vermenden, affına ilticâ ederim. Cezâ verme, afv ü mağfiret eyle! (Ve eùzü bi- rahmetike min nakmetike) İntikam almandan, rahmet etmene iltica ederim. Benden beni cezâlandırıp, suçumun intikamını alma; beni affeyle... (Ve eùzü bi-rıdâke min sahatike) Senin kızgınlığından, senin rızana iltica ederim. Bana kızma, benden hoşnut ve razı ol... (Ve eùzü bike minke) Senden yâ Rabbi gene sana sığınırım.”
(Lâ uhsî senâen aleyke) “Seni nasıl medh eylerim, medh u senâları sıralamakla bitiremem. (Ente kemâ esneyte alâ nefsike) Sen Kur’an-ı Kerim’de, hadis-i kudsîlerde kendini nasıl medh ettiysen, şânını, sıfatını hangi kelimelerle, cümlelerle söylediysen; sen öylesin!” diye dua ediyordu.
قَالَتْ: فَمَ ا زَالَ صَلَّى الِلُّ عَلَ يْ هِ وَسَلَّمَ، قَ ائِمًا وَقَائِدًا حَتَّى اَصْبَحَ؛
وَقَدْ اَصْعَدَتْ قَدَمَاهُ، وَ اَنَ ا اَ غْمَزُهُمَا، وَ اَقُولُ : بِأَبِى أَنْ تَ وَاُمِّى،
اَلَيْسَ قَدْغَفَرَ الِلُّ لَكَ مَا تَقَدَّ مَ مِنْ ذَنْبِكَ وَ مَا تَأَخَّرَ، اَ لَيْسَ قَدْ فَعَلَ
الِلّ بك، اَلَ يْسَ، اَ لَيْسَ... قال صَلَّى الِلُّ عَ لَيْهِ وَسَلَّمَ: يَ ا عَ ائِشَةَ،
أَفَلَ أَكُونُ عَبْدًا شَكُورًا؟
(Kalet: Femâ zâle SAS kâimen ve kàiden hattâ esbaha) “Böyle kâh ayağa kalkıp kıyamda durarak, kâh oturarak, kâh secde ederek; sabaha kadar ibadet etti Peygamber Efendimiz.” diyor Hazret-i Aişe Vâlidemiz.
(Ve kad as’adet kademâhû) İki ayakları şişmiş vaziyette sabaha kadar ayakta, oturarak ibadet ettiğinden, hani “Ayaklarına kara sular indi.” deriz ya biz, böyle yürüdüğü zaman insan, acımış ayakları, ağrımış. (Ve ene ağmezühümâ) “Ben de ayaklarını oğuşturuyordum.” Yâni, ağrısı geçsin diye.
(Ve ekùlü) “Diyordum ki: (Bi-ebî ente ve ümmî) ‘Anam babam sana fedâ olsun yâ Rasûlallah! (E leyse kad gafara’llàhü leke mâ tekaddeme min zenbike ve mâ teahhara) Allah sana Kur’an-ı Kerim’de müjde vermedi mi? Senin bütün suçlarını, büyük küçük hatalarını affettiğini, gelmiş gelecek günahlarını bağışladığını müjdelemedi mi? (E leyse kad feale’llàhu bike) Allah sana lütfunu, ihsânını ihsân etmedi mi? (E leyse, e leyse...) Şöyle yapmadı mı, böyle yapmadı mı?” diye söyledim.
Kàle SAS) Peygamber Efendimiz bütün bunları dinledi, dedi ki: (E felâ ekûnü abden şekûra) “E, öyle, tamam, dediklerin doğru. Madem bu kadar nimet vermiş Allah, niye ben şükredici bir kul olmayayım? Şükredici bir kul olmayayım mı?” dedi.
هَلْ تَدْرِينَ مَا فِى هٰذِهِ اللَّيْلَ ةِ؟ قُلْتُ: وَمَ ا فِيهَ ا؟ قَالَ: فِيـهَا أَنْ
يُكْتَبَ كُلُّ مَوْلـُ ودٍ فِي هٰذِهِ السَّنَةِ، وَ فِـيهَا أَنْ يُكْتَبُ كُلُّ مَيِّتٍ،
وَفِيهَا تُنْزَلُ اَ رْزَاقُـهُمْ، وَ فِ ـيهَا تُرْفـَعُ أَ عْمَالَهُمْ وأَفْ عَالُهُمْ . قُلْتُ: يَا
رَسُولَ الِلّ، مَ ا مِنْ اَحَدٍ يَدًخُلُ الْجَنـة اِلاَّ بِرَحْمـَةِ الِلِّ؟ قَالَ صَلَّى
الِلُّ عَلَ يْهِ وَسَلَّمَ: مَ امِنْ اَحَدٍ يَ دْخُلُ الجَنَّة اِلاَّ بِرَحْمَةِ الِلِّ . قُلْتُ:
وَلاَ أنْتَ؟ قَالَ صَلَّى الِلُّ عَلَيْ هِ وَسَلَّمَ: وَلاَ أَنَ ا، اِلاَّ أَنْ يَتَغَ مَّدِنِىَ
الِلُّ بِرَحْمَةٍ مِنْهُ ، فَ مَسَحَ يَدِهِ عَلٰى هِلْيَتِ هِ وَ عَلٰى وَجْهِهِ ـ
(Hel tedrîne mâ fî hâzihi’l-leyleh) “Sen bu gecede ne olduğunu biliyor musun? Ne gibi özellikler olduğunu biliyor musun yâ Aişe?”
(Kultü: Ve mâ fîhâ?) “Bilmiyorum yâ Rasûlallah! Nedir bu gecenin özelliği? Neler var bu gecede?”
(Kàle: Fîhâ yüktebü küllü mevlûdin fî hâzihi’s-seneh) “Bu gecede her doğacak insanın doğumu yazılır, filâncanın çocuğu
doğacak diye bu gecede yazılır. (Ve fîhâ yüktebü küllü meyyitin) Kimin öleceği bu gece içinde yazılır. (Ve fîhâ tünzelü erzâkuhüm) Kulların rızıklarının miktarları, bu gecede tesbit olunup verilir ilgili melekelere...
(Ve fîhâ turfeu a’mâlühüm) Ve bu gecede, kulların amelleri Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne arz olunur. (Ve ef’alühüm) Yaptıkları iyi, kötü işler, hepsi arz olunur.”
(Kultü: Yâ rasûla’llàh, mâ min ehadin yedhulü’l-cennete illâ bi- rahmeti’llâh?) “Yâ Rasûlallah!” dedim, böyle konuşma devam edince, “Allah’ın rahmeti olmadan kimse cennete girmeyecek mi?” dedim.
(Kàle SAS: Mâ min ehadin yedhulü’l-cennete illâ bi- rahmeti’llâh) “Allah’ın rahmeti olmadan cennete girecek hiç kimse yok!” buyurdu.
(Kultü: Ve lâ ente?) “Sen de mi yâ Rasûlallah?” dedim.
(Kàle SAS: Ve lâ ene, illâ en yeteğammedeniya’llàhu bi- rahmetin minhü) “Evet. Ben de Allah’ın rahmetiyle gireceğim, ben de öyleyim. Ancak, Allah beni rahmetine gark edecek.” dedi. (Ve meseha yedihî alâ hilyetihî ve alâ vechihi) Yüzüne ve sakalına
ellerini sürdü.” diyor Hazret-i Aişe Validemiz.58
Şimdi, aziz ve muhterem kardeşlerim! Bu rivayet, Peygamber Efendimiz’in bu gecede sabaha kadar ibadet ettiğini, ayakları
58 Geylânî, Gunyetü’t-Tàlibîn, s.168.
şişinceye kadar ibadet ettiğini gösteriyor. İkincisi; dikkat ederseniz, Peygamber Efendimiz’in melek gibi olmasına rağmen, Allah’ın en sevdiği kul olmasına rağmen tevazuunu gösteriyor.
“—Yâ Rabbi, günahlarımı affeyle! Senin cezalandırmandan bağışlanmana sığınıyorum. Kızgınlığından hoşnutluğuna sığınıyorum!” diyor.
Yâni, o öyle düşünürse, sabahtan akşama işi hata olan bizler ne düşüneceğiz; insafa gelip onu kararlaştıralım! Tabii, bu duaları biz de edelim! Bu mühim bir duadır. Zâten yaptığımız duadır. Onun için, bir daha okuyayım yavaş yavaş; yazmak isteyenler yazsın, nasıl dua ettiğini Peygamber Efendimiz’in:
سَجَدَ لَكَ سَوَادِي وَخَيَالِي، وَآمَنَ بِكَ فُؤَادِي، أَبُوءُ لَكَ بِالنِّعَمِ،
وَاعْتَرَفْتُ لَكَ بِذَنْبِي، ظَلَمْ تُ نَفْسِي فَاغْفِرْ لِى، ِإنَّ هُ لاَ يَغْفِرُ
الذُّنُوبَ إِلاَّ أَ نْتَ . أَعُوذُ بِعَفْوِ كَ مِنْ عُقُوبَتِكَ، وَأَعُوذُ بِرَحْمَ تِكَ
مِنْ نَقْ مَتِكَ، وَأَعُوذُ بِرِضَاكَ مِنْ سَخَطِكَ، وَأَعُوذُ بِكَ مِنْكَ، لاَ
أُحْصِى ثَنَاءً عَلَيْكَ، أَنْتَ كَمَا أَثْنَيْتَ عَلَى نَفْسِكَ (هب. عن
عائشة)
(Secede leke sevâdî ve hayâlî, ve âmene bike fuâdî, ebûu leke bi’n-niam, ve a’tereftü leke bi-zenbî, zalemtü nefsî fağfirlî, ennehû lâ yağfiru’z-zünûbe ille ent. Eùzü bi-afvike min ukùbetik, ve eùzü bi-rahmetike min nakmetik, ve eùzü bi-rıdàke min sahatik. Ve eùzü bike minke. Lâ uhsî senâen aleyk, ente kemâ esneyte alâ nefsik.)
Duası bu... Başka rivayetlerde başka ifadeler var.
Bu gecede, önümüzdeki sene bir dahaki Berat kandiline kadar,
önümüzdeki sene olacak işler yazılıyor. Kayda geçiyor, tesbit ediliyor, kesinleşiyor. Hangilerini misâl verdi Peygamber SAS Efendimiz: Kimin çocuğu doğacaksa, o bu geceden yazılıyor. Bu sene içinde kim ölecekse, o yazılıyor. Kimin kazancı, rızkı, maaşı, yediği, yiyeceği, içeceği neyse; o yazılıyor. Ve bu geçtiğimiz sene boyunca yapılmış olan ibadetler, bu gecede Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne arz oluyor.
Başka bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz bildirmiş ki: Bu sabah oruç tutmuş, yâni geçtiğimiz gündüz oruç tutmuş, akşam iftar edecek şekilde; bir... Bir de yarın tutulabilir tabii; iki... “Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne işlediğim ibadetler, hayırlar arz olurken oruçlu olmayı arzu ediyorum, temenni ediyorum.” buyurmuş.
Kuran-ı Kerim’de bu geceyle ilgili olan ayet-i kerimeler Duhan Sûresi’ndedir. Duhan Sûresi’nin ayetlerini, akşam namazının birinci rekâtında okudum. Buyuruyor ki Duhan Sûresi’nde Allah- u Teàlâ Hazretleri, bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm:
حموَالْكِتَابِ الْمُبِينِ . إِنَّا أَنزَلْنَاهُ فِي لَيْلَةٍ مُبَارَكَةٍ إِنَّا كُنَّا مُنذِرِينَ .
فِيهَا يُفْرَقُ كُلُّ أَمْرٍ حَكِيمٍ. أَمْرًا مِنْ عِنْدِنَا إِنَّا كُنَّا مُرْسِلِينَ. رَحْمَةً
مِنْ رَبِّكَ، إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ. رَبِّ السَّمَاوَاتِ وَالأَْرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا
إِنْ كُنْتُمْ مُوقِنِينَ . لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ يُحْيِ وَيُمِيتُ، رَبُّكُمْ وَ رَبُّ آبَائِكُمُ
اْلأَْوَّلِينَ (الدخان: ١-٨)
(Hâ, mîm. Ve’l-kitâbi’l-mübîn. İnnâ enzelnâhu fî leyletin mübâreketin innâ künnâ münzirîn. Fîhâ yufraku küllü emrin hakîm. Emren min indinâ innâ künnâ mürselîn. Rahmeten min
rabbik, innehû hüve’s-semîü’l-alîm. Rabbi’s-semâvâti ve’l-ardi ve mâ beynehümâ in küntüm mukınîn. Lâ ilàhe illâ hüve yuhyî ve yumît, rabbüküm ve rabbü âbâikümü’l-evvelîn.) (Duhan, 44/1-8)
Sadaka’llàhü’l-azîm.
Bu ayet-i kerimede, bu gecenin mübarek bir gece olduğu ifade ediliyor. Mübarek ne demek? İçinde rahmet, hayır, bereket çok olan mânâsına. Yâni, bu gecede Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin rahmeti çok olduğundan, mağfireti bol olduğundan, kullarına lütfu, ihsanı çok olacağından, Leyle-i mübâreke denilmiş.
(Fîhâ yufraku küllü emrin hakîm) “Her hikmetli, muhkem, sağlam iş burada tefrik olunur. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nden
ilgili meleklere emrolunur. Yapılacak işler tevzi olunur, taksim olunur meleklere... Onlar da önümüzdeki zaman boyunca onları yaparlar.” mânâsına; bu gecede aynı zamanda önümüzdeki senenin işlerinin yapıldığını da, ayet-i kerime böylece ifade etmiş oluyor.
d. Dört Hayırlı Gece
Bu konuda Hazret-i Aişe Validemiz’den bir rivayet var. Ben onun sözüyle başlayayım:59
قَالـَتْ: سَمِ ـعْتُ الـنَّبِي صَلَّى الِلُّ عَلَيْ هِ وَسَلَّمَ، يَ قُولُ: يَنْسَخُ الِلُّ الْخَيْرَ
فِي أَرْبَعِ لَيَ الٍ نَسْخَا: لَيْلةِ اْلأَ ضْحٰى، وَلَيْلَةِ الْفِطْرُ، وَلَيْلَةِ النِّصْفُ مِنْ
شَعْبَانِ؛ يُنْسَخُ فيِهَ ا اْلآجَالُ وَاْلأَرْزَاقُ ، وَيُكْ ـتَبُ فيِهَ ا الْحَاجُّ؛ وَ ََلَيْلَةِ
عَرَفَةَ إِلَى اْلأَذَانِ (الديلمي عن عائشة)
59 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.V, s.274, no:8165; Hz. Aişe RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.XII, s.578, no:35215; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXIV, s.266, no:27122.
(Kàlet: Semi’tü’n-nebiyye SAS yekùl: Yensahu’llàhü’l-hayre fî
erbai leyâlin neshà) “Dört gecede Allah hayrı kullarına bol bol ikram eder, bol bol döker, verir.” Bu dört gece hangisidir:
1. (Leyletü’l-adhâ) “Kurban bayramı gecesi.” Yâni, Arafe günü akşamı, ertesi sabah Kurban namazı kılınacak gece çok kıymetli gecedir. İşte önümüzdeki zamanda gelecek bu artık. Hacıların Arafat’tan Müzdelife’ye geldiği, Müzdelife’de geceledikleri zamandır bu. Hacca gitmeyenler de bunun kıymetini bilsinler. Ertesi gün bayram namazına gidecekleri gecenin ne kadar sevaplı olduğunu bilip, onu değerlendirsinler.
Mübarek gecelerden birisi, Allah’ın kullarına rahmetini bol bol ikram ettiği gecelerden birisi bu.
2. (Ve leyletü’l-fıtr) “Ramazan Bayramı gecesi.” Yâni oruç bitti, teravih yok, gece sahura kalkmak yok, ertesi sabah Ramazan Bayramı namazı kılınacak. O gece de en sevaplı, çok kıymetli gecelerden birisidir. Bunu da hatırınızda tutun! Ramazan iki hafta sonra başlıyor. Ramazanı yaşayacağız. Bayramın gecesini, ertesi gün bayram namazı kılınacak geceyi de defterinize yazın, ihyâ etmeye çalışın!
3. (Ve leyletü’n-nısfi min şa’bân) “Şaban’ın yarısı gecesi.” Şu içinde bulunduğumuz bu gece.
4. (Ve leyleti arafeh) “Bir de Arafe gecesi...” Yâni, hacıların Mina’da kalıp ibadet ettikleri, sabah namazından sonra Arafat’a doğru hareket ettikleri o gece, Arafe gecesi. O da çok kıymetli ve en sevaplı olan bir gecedir. (İle’l-ezân) “Bu ezan vaktine kadardır.“ diye ifade ediyor Peygamber Efendimiz. Bunların hepsi, sabah ezanı yâni sabah namazının vakti girdiği zamana kadar.
Evet, demek ki, Peygamber Efendimiz’in dikkatimizi çektiği dört mühim geceden birisi, bu Şaban’ın yarısı gecesi, yâni bu akşamki Berat Kandilidir. Tabii bu geceyi nasıl geçireceğiz? Peygamber Efendimiz’in nasıl geçirdiğini gördük. Sabaha kadar kâh ayakta, el pençe divan durup kıyamda, kâh oturarak, kâh secde ederek geçirmiş. Yâni namaz kılmış, dua etmiş.
Biz ne yapacağız? Namaz kılarız istediğimiz kadar... Aceleye getirmeden, düşüne düşüne, duya duya, hissede hissede namaz kılarız. Biliyorsunuz, namaz mü’minin mi’racıdır. Peygamber Efendimiz bir gecede Kuds-ü Şerif’e gidip, Kudüs’ten yedi kat semayı geçip Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin huzuruna vardığı gibidir. Yetmiş bin nurdan, yetmiş bin zulmetten perdeleri geçip, Allah’ın huzuruna vardığı gibidir bir mü’min kulun namaza durması...
“Allàhu ekber” dediği zaman, yedi kat semanın kapılarının açıldığını Peygamber Efendimiz bidiriyor. Sekiz cennetin kapısının açıldığını bildiriyor. Huri kızlarının iki tarafa dizildiğini bildiriyor. Namaz böyle bir olay. Allahu ekber dediğin zaman önüne böyle bir lâhûtî alem açılıyor. Allah’ın huzuruna giriyorsun, hitab ediyorsun ona:
سُبْحَانَكَ اللَّهُمَّ وَبِحَمْدِكَ!
(Sübhàneke’llàhümme ve bi-hamdik) diyorsun. (Sübhàneke) ne demek? “Seni tesbih ederim yâ Rabbi!” Muhatab, karşısındakine söylüyorsun yâni. Allah’ın, el pençe divan karşısına geçiyorsun. (Sübhàneke’llàhümme ve bi-hamdik) “Seni tesbih ederim yâ Rabbi! Sana hamd ederim yâ Rabbi!” diyorsun.
Ondan sonra:
الْحَمْدُ لِلِّ رَبِّ الْعَالَمِينَ. الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ. مَالِكِ يَوْمِ
الدِّينِ . إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ . اهْدِنَا الصِّرَاطَ
الْمُسْتَقِيمَ (الفاتحة:١-٥)
(El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn...) “Hamd, övme ve övülme âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.”
(Er-rahmâni’r-rahîm) “O Rahmân’dır ve Rahîm’dir.”
(Mâliki yevmi’d-dîn) “Ceza gününün mâlikidir.” diyorsun.
(İyyâke na’büdü ve iyyâke nestaîn.) “Yalnız sana ibadet ederiz, sadece senden yardım dileriz.” diyorsun.
(İhdina’s-sırâta’l-müstakîm) “Yâ Rabbi, bizi doğru yola sevk et!” (Fâtiha, 1/1-5) diyorsun.
Muhatabınla konuşuyorsun. Yâni, Allah-u Teàlâ Hazretleri’yle Peygamber Efendimiz’in Mi’rac’da konuştuğu gibi, sen de namazda böyle konuşuyorsun.
Yâni, kıldığın namazı şuurlu kıl! Alışkanlık belâsı ile geçiştirme! Alıştığından dolayı kanıksamak bir belâdır, kötü bir şeydir. İnsan alıştığı şeyi dikkat etmeden yapar:
“—Canım işte namaz kılacağız. Dört rekât var, takır takır, takır takır kılarım, biter.”
Bu alışkanlıktan doğan, böyle artık mekanik bir harekettir. İçinde duygu, sevgi, saygı, haşyet, korku vs. yoktur, huşu yoktur. Bunun kıymeti yok.
Nasıl olacak? Duya duya kılacaksın! “Allàhu ekber” dediğin zaman, Allah’ın ne kadar büyük olduğunu düşüneceksin. Yedi kat semaları düşüneceksin... El pençe elini bağladığın zaman, Allah’ın divanında durduğunu düşüneceksin. Sübhàneke’yi okuduğun zaman, Fatiha’yı okuduğun zaman mânâsını düşüneceksin... Rükûya vardığın zaman, Allah’ın önünde eğildiğini düşüneceksin. Secdeye vardığın zaman, Allah’a en yakın olduğunu düşüneceksin.
Yâni namaz kılabiliriz. Başka ne yapabiliriz? Kur’an
okuyabiliriz. En sevaplı zikirlerden birisi Kur’an okumaktır. Onun için, alırız önümüze Kur’an-ı Kerim’i, Allah’ın kelâmıdır diye Kur’an okuruz. Geceleyin Kur’an-ı Kerim okumak çok sevaplıdır.
Başka ne yapabiliriz? Elimize tesbihi alırız, sevaplı sözleri
tesbihle çekeriz. Sevaplı sözler nelerdir?
En başta:
لاَ اِلٰهَ اِلاَّ الِلُّ .
(Lâ ilâhe illa’llah) [Allah’tan başka ilâh yoktur.] sözü çok sevaplıdır. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin en sevdiği sözlerdendir. Hazret-i Adem AS’dan Peygamber Efendimiz’e kadar bütün peygamberlerin söylediği sözlerin en faziletlisidir. “Lâ ilâhe illa’llah” diyebiliriz. Her “Lâ ilâhe illa’llàh” dedikçe, muazzam sevap kazanır insan.
Başka sevaplı neler var:
سُبْحَانَ الِلِّ .
(Sübhâna’llah) “Yâ Rabbi, senin her şeyinin tam olduğunu, hiç bir noksanının olmadığını, şânının yüce olduğunu hissediyorum. Seni tesbih ederim.” demek. “Sübhàna’llah” çok kıymetlidir.
اَلْحَمْدُ لِلِّ .
(El-hamdü li’llâh) [Hamd, övme ve övülme Allah’a mahsustur.] sözü çok kıymetlidir.
لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِالِلِّ .
(Lâ havle ve lâ kuvvete illâ bi’llâh) “Allah’tan başka güç kuvvet sahibi yoktur.” demek çok kıymetlidir.
Bunların hepsinin topluca söylendiği tesbihler vardır:
سُبْحَانَ الِلِّ، وَالْحَمْدُ ِلِلِّ، وَلاَ اِلَهَ اِ الِلُّ ، وَالِلُّ اَكْـبَرُ؛ وَلاَ حَوْلَ
وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِالِلِّ الْعَلِيِّ الْعَظِيمِ .
(Sübhàna’llàhi, ve’l-hamdü li’llâhi, ve lâ ilâhe illa’llàhu, va’llàhu ekber; ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ bi’llâhi’l-aliyyi’l-azîm)
çok sevaplı bir tesbihtir.
سُبْحَانَ الِلِّ وَبِحَمْدهِ، سُبْحَانَ الِلِّ الْعَظِيمِ، وَبِحَمْدهِ اَسْتَغْفِرُ الِلّ .
(Sübhàna’llàhi ve bi-hamdihî, sübhàna’llàhi’l-azîm, ve bi- hamdihî estağfiru’llàh) demek çok sevaplıdır.
اَسْتَغْفِرُ الِلّ، اَسْتَغْفِرُ الِلّ، اَسْتَغْفِرُ الِلّ ...
(Estağfiru’llàh… Estağfiru’llàh… Estağfiru’llàh...) Bu da çok sevaplı bir zikirdir.
اَسْتَغْفِرُ الِلَّ الْعَظِيمَ وَاَتُوب إِلَيْهِ .
(Estağfiru’llàh el-azîm ve etûbü ileyh) de denilebilir.
Veyahut daha kısa olarak:
اَلِلُّ، اَلِلُّ، اَلِلُّ، الِلُّ...
(Allah… Allah… Allah… Allah...) demek çok sevaplıdır.
Bir kez Allah dese aşk ile lisân,
Dökülür cümle günah misli hazân!
Yâni, kıymetini bilmiyoruz ama çok kıymetlidir. Aşk ile bir defa Allah dese insan, günahları dökülür. Tekrar tekrar söyledikçe, muazzam sevaplar kazanır.
Allah’ın başka güzel isimleri vardır, onları da söyleyebilirsiniz. Meselâ, nedir güzel isimlerinden bazıları: “Yâ Allah!” diyebilirsiniz. “Yâ Hayyu yâ Kayyûm!” diyebilirsiniz. “Yâ Lâtif” diyebilirsiniz. “Yâ Hannân, yâ Mennân, yâ Deyyân, yâ Sübhàn!” diyebilirsiniz. Esmâ-i Hüsnâ’nın çeşitleri var. “Yâ Rahmânu yâ
Rahîm!” diyebilirsiniz. “Yâ Hayyu yâ Kayyûm!” diyebilirsiniz. Bunları demekle de, çeşitli zikirlerle de vaktinizi değerlendirirsiniz.
Başka? Tefekkür ederek de çok sevap kazanabilirsiniz. Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:60
لاَ عِبَادَةَ كَ التَّ فَكُّرِ (طب. هب. والقضاعي عن علي)
(Lâ ibâdete ke’t-tefekkür) “Tefekkür etmek kadar kıymetli ibadet olmaz.”
Hayatınızı şöyle bir düşünürsünüz. Bu vakte kadar, şu geceye kadar kaç yaşına geldiniz? Nasıl geçirdiniz zamanınızı? Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin rızasına uygun neler yaptınız? Cami mi yaptırdınız, çeşme mi yaptırdınız, yol mu yaptırdınız, yetimlere mi baktınız? Dulları mı kayırdınız, kolladınız? Akrabaya sıla-i rahim mi yaptınız? Ana babanıza hediye mi aldınız? İslâm için faideli bir iş mi yaptınız? Veyahut, ne gibi kusurlar işlediniz? Bunları düşünürsünüz. Hatalarınıza tevbe edersiniz. İyiliklerinize sevinirsiniz. İyilikleri daha çok yapmaya karar verirsiniz. Kötülükleri artık bu akşamdan itibaren bırakmaya karar verirsiniz.
e. Berat Gecesinde Hasan-ı Basrî Hazretleri
Hasan-ı Basrî Hazretleri’ni biliyorsunuz. Tâbiînin en önde gelen isimlerinden birisi. Tabiîn kim? Ashabdan sonra gelen nesil. Ashab kim? Peygamber SAS Efendimiz’i görmüş mübarek insanlar. Efendimiz’le beraber bulunmuş, onu görmüş, onun
60 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.III, s.68, no:2688; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.IV, s.157, no:4647; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.38, no:836; İbn-i Ebi’d- Dünyâ, el-Vera’, c.I, s.122, no:216; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c.VI, s.240; İbn-i Hibbân, Mecrûhîn, c.II, s.306, no:1014; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.V, s.179, no:7889; Hz. Ali RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XVI, s.163, no:44135, 44136; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.2039, no:3038; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVI, s.446, no:17233, 17253; RE. 482/3.
çağında yaşamış insanlar. Bunlar ashab... Bunlar çok kıymetli, çok değerli, çok yüksek, çok faziletli insanlar. Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömerü’l-Fâruk, Osman-ı Zinnûreyn, Aliyy-i Murtaza, Aşere-i Mübeşşere, Bedir Harbi’ne katılanlar, Uhud Harbine katılanlar... vs.
Ondan sonra gelen nesil, Peygamber Efendimiz’i görmemişler ama, ashabı görmüş olan insanlar, tâbiîn... Bunların en başta gelenlerinden birisi Hasan-ı Basrî Hazretleri’ydi. Çok alimdi, çok da güzeldi. Bedeni, yüzü, hâli çok yakışıklı, çok sevimli bir insandı. Güzeller güzeli bir insandı Hasan-ı Basrî Hazretleri... Hasan veya hasen, Arapça güzel demek. Adı gibiydi yâni Hasan-ı Basrî Hazretleri, çok güzeldi.
Böyle bir Şa’ban’ın yarısı gecesinde, böyle bir Beraat kandilinde evinden çıkmış. Fakat nasıl çıkmış? Kitap diyor ki: Sanki kabre gömmüşler, kabirden kalkmış gibi, yâni ölü gibi demek yâni. Hani, bazen bir insan öldü sanılıyor, doktorlar muayene ediyorlar, kalbi atmıyor, bilmem ne. Tamam, defnine imza atıyorlar, ruhsat veriliyor. Adam yıkanırken, yıkayıcı diyor ki: “Yâhu tüyleri diken diken oluyor bunun. Yâni üşüyor. Galiba ölmemiş.” filân, derken bakıyorsun, hop kalkıyor. Veyahut kabre konulurken kalkıyor. Veyahut kabirden ses geliyor.
Bizim köyde, komşu köyden bizim tarafa gelirken, mezarlığın içinden geçilir. O köyden bir misafir bizim köye geliyormuş. Ondan sonra bakmış ki, mezardan ses geliyor.
“—Hay Allah, bir insanı galiba tam ölmeden gömdüler.” demiş.
Ne cesur insanlar, ne babayiğit insanlar var dünyada! Mezarı deşmiş, omuzuna almış, getirmiş:
“—Yahu, bu gömdüğünüz insan, buyurun!” demiş.
Böyleleri var, misaller var. Hani insan korkar mezara gitmeğe korkar, mezarlıktan geçmeğe korkar, kabri açmağa korkar... Ama duymuş sesi, mezarı açmış. Yürekliymiş demek ki...
Hasan-ı Basrî, sanki kabre gömmüşler de kabirden kalkmış gibi, mum gibi sapsarı kalkmış, yâni çıkmış evinden... Diyorlar ki:
“—Ne oldu, hayrola yâ Hasan-ı Basrî? Böyle çok sararmışsın, mum gibi olmuşsun...”
Diyor ki:
“—Günahlarımı kesinlikle biliyorum. İyi kulluk edemedim, günahlarım, hatalarım var; bunları biliyorum. Amma, bunların affedildiğinden bir haberim yok... Yâni, acaba Allah benim günahlarımı affetti mi, affetmedi mi; belli değil! Evet, ibadetlerim, namazlarım, tesbihlerim, Kur’anlarım, va’z ü nasihatlerim, sevaplı bazı işlerim var ama; acaba bunlar kabul oldu mu? Yoksa, Allah kabul etmeyip reddetti, yüzüme mi vurdu? Onu bilmiyorum. Benim durumum, gemisi parçalanan insandan daha fena!” diye, böyle ondan sapsarı olduğunu beyan etmiş.
Şimdi, Peygamber Efendimiz’in duasından, bu Hasan-ı Basrî’nin sözünden anlaşılıyor ki, eski iyi insanlar kendilerini çok hatalı görüyorlar. Çok mütevâzi insanlar... Çok hatalıyız diye düşünüyorlar, günahlarını gözlerinde büyütüyorlar, sevaplı
işlerini de unutuyorlar. İşin doğrusu bu. Neden? Garantili, böyle yaparsan iyi bir insansın. “Tamam. Sen haksız yere, lüzumsuz yere korkmuşsun. Tamam, buyur cennete gir!” derler.
O zaman rahat edersin. Bağışlanmamışsa; sen de, “Canım, ben bir sürü sevaplı iş yaptım, Allah beni affetmiştir.” diye gevşemişsen, gaflete düşmüşsen, sonunda da:
“—Gel bakalım, senin ibadetlerin kabul olmadı, günahların affolmadı, vaziyet fena, hesabın kötü, hadi bakalım cehenneme!” dedikleri zaman, durum fena olur.
Yâni, insanın ihtiyat etmesi iyidir. İbadetlerimizin kabul olunup olmadığını bilmiyoruz. Bir namaz kıldık ama, ben şu [mikrofon] düşmesin diye, şöyle sıkıştırarak kıldım. İnsan namaz kılıyor. Aklına kıyma, börek çörek, bakkaldan, kasaptan alacağı şeyler geliyor. Borcu, alacağı geliyor. Şeytan aklına dünyanın şeylerini getiriyor. Bakalım kabul oldu mu? Oruç tutuyoruz, burada demin kitabı karıştırırken gözüme ilişti:
“—Bir oruçlu insan nâmahrem bir kadına baksa, hayalinde onu teemmül etse, orucunun sevabı gider.” diyor.
Demek ki, gözüne sahip olacak ki, orucu sağlam oruç olsun... Diline sahip olacak ki, orucu makbul olsun... Kimseyi kırmayacak, kötülük düşünmeyecek ki, orucu kabul olsun. Yâni, Ramazanı geçirdik ama, acaba oruçlar kabul mü? Teravih kıldık ama, acaba namazlar kabul mü? Namazları, farzları kılıyoruz ve saire ama, belli değil.
Kabul olmama ihtimaline göre daha çok gayrete gelirsek, ihtiyat etmiş oluruz. Kabul olundu diye düşünüp gevşersek, bilmiyoruz, Allah’ın mahkeme-i kübrâda hesabının zor olduğu söyleniyor.
Hazret-i Ömer RA ile ahbablarmış birisi, ismini hatırlayamadım; birbirlerini iyi seviyorlarmış. Birbirleriyle aralarında konuşmuşlar, demişler ki:
“—Hangimiz evvel ölürsek, ahirete hangimiz önce giderse,
öldükten sonra öteki hayatta kalanın rüyasına girsin, oradan haber versin. Tamam mı? Tamam!” demişler.
Hazret-i Ömer’le, o arkadaşı böyle sözleşmişler. Hazret-i Ömer Efendimiz ölmüş. Öteki arkadaşından daha önce ölmüş Hazret-i Ömer Efendimiz. Bu arkadaşı bekliyor şimdi, “Hazret-i Ömer bu gece rüyama girecek mi?” Heyecanla yatıyor, abdest alıp yatıyor filân, yok. Ertesi gece yok, daha ertesi gece yok, daha ertesi gece yok, böyle on beş gün geçmiş. On beş gün geçtikten sonra, nihayet Hazret-i Ömer Efendimiz’i görmüş, demiş ki:
“—Yâ Ömer!” Rüyada, rüyada görüyor: “Yâ Ömer, hani birbirimizle öyle sözleşmiştik, vefat ettiğin zaman rüyamıza girecektin! Çok beklettin. Bak, on beş gün geçti, ancak şimdi gelebildin.”
Hazret-i Ömer’in böyle alnı boncuk boncuk terlemiş. Hamamdan çıkmış gibi böyle terli durumdaymış.
“—Sus kardeşim!” demiş, “Daha hesabı yeni bitirdim, hesaptan yeni çıktım.” demiş Hazret-i Ömer.
Peygamber Efendimiz’in kayınpederi, kızını verdi. Hazret-i Ebû Bekir de kayınpederi, o da kızını verdi. Hazret-i Ömer de kayınpederi.
Peygamber Efendimiz’in türbesinde kimler yatıyor? Bir kendisi, bir de Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer’ül-Fâruk. Üç kişi yeşil türbenin altında... Peygamber Efendimiz iki kayınpederiyle yatıyor. İkisi kayınpederi oldu. Çünkü kızlarını Peygamber Efendimiz’e verdiler. Hazret-i Osman’la, Hazret-i Ali kim? Onlar da damatları... Onlara da Peygamber Efendimiz kızlarını verdi. Dört halifenin ikisi kayınpeder, ikisi damat... Allah’ın takdiri böyle.
Bak, cennetlik Hazret-i Ömer... Peygamber Efendimiz on kişiye dünyadayken cennetlik olduğunu bildirdi. Bir tanesi de Hazret-i Ömer. Aşere-i Mübeşşere’den, cennetlik olduğu kesin. Bak onbeş gün sonra rüyasına gelmiş. Boncuk boncuk terli, hesaptan yeni kurtuldum diye. Hem de Peygamber Efendimiz’in ümmetinden, daha sonraki asırlarda gelen insanların en yükseği
bile, ashab kadar olamaz. Çünkü onlar Peygamber Efendimiz’i gördüler. Ashâb-ı kiramın derecesi en yüksek... Evliyanın en yüksek mertebesinde onlar.
Şimdi ashab, evliyanın en yükseği... Aşere-i Mübeşşere, ashabın en yükseği... Hazret-i Ömer onlardan... Dört halifeden birisi, Peygamber Efendimiz’in türbesinde kabri nasib olmuş. Herkese nasib olmaz. Ziyaret bile nasib olmuyor. Ona, orada defnolunmak nasib olmuş.
Şehid olarak öldürüldü. Yâni yaralandı, şehid olarak öldü. Şehid olanların cennetlik olduğunu da biliyoruz. O halde ne yapmamız lâzım? Çok düşünmemiz lâzım, kendimizden korkmamız lâzım! Akıbetimizin iyi olması için, gözyaşı dökmemiz lâzım! Allah’a yalvarmamız lâzım, afv ü mağfiretimizi istememiz lâzım:
“—Bu gece kulların affolunduğu gece yâ Rabbi! Beni affet!” dememiz lâzım!
İnsanlar iki grup, müslümanlar iki gruptur: 1. Süedâ. 2. Eşkıyâ.
Süedâ ne demek? Allah’ın rızası yolunda olup, cennete gidecek olanlar. Eşkıyâ ne demek? Allah’ın sevmediği yolda olup, böyle giderlerse cehenneme düşecek olanlar.
فَمِنْهُمْ شَقِيٌّ وَسَعِيد (هود:٥٠١)
(Feminhüm şakiyyün ve saîd) [Onlardan kimi bedbahttır, kimi mutlu.] (Hûd, 11/105) diye Kur’an-ı Kerim’de de geçiyor bu kelimeler.
Şimdi acaba biz süedâdan mıyız, saîd kullardan mıyız? Bahtiyarlardan mıyız, yoksa şakîlerden miyiz? Bedbahtlardan mıyız, kötülerden miyiz? Bilmiyoruz. Yâni belli değil. Bizim için mechul amma, bu gece dua gecesidir. Peygamber Efendimiz nasıl: “Yâ Rabbi! Benim suçum çok, nefsime zulmettim, beni affet”
demişse, o duayı tekrar tekrar size okudum burada... Onun gibi hatırınızda kalmayabilir amma, duanın en makbülü içten olanıdır, düşünerek yapılanıdır.
O sözler hatırınızda kalmadı. Tamam, kalmasın; sen kendin secdeye kapan, sen Rabbine kendin dua et! Kendi dilinle kendi hâlini anlat, kendi hayatını anlat, kendi hatalarını anlat, kendin söyle! O da olur, daha güzel olur. İçten olunca, candan olunca daha kıymetli olur. Affını iste, mağfiretini iste, “Yâ Rabbi, beni de bu gece affettiğin kulların arasına kabul eyle!” de...
Ama bazı kulları affetmiyordu. O affedilmeme sebepleri varsa üzerinde, onlardan kurtulman lâzım! Onlardan kurtulmak şartıyla... Babanla dargınsın, barışacaksın. Ananla dargınsın, barışacaksın. Öyle olacak yâni. Kötü yoldaysa, doğru yola gelecek, tevbe edecek. Tevbe edersin. Allah-u Teàlâ Hazretleri duaları kabul edicidir. Bu gece çok kullarını afv ü mağfiret ediyor. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin rahmetine erersin.
Bu gecenin hususî dualarından birisi nedir:
“—Yâ Rabbi, eğer benim adımı bahtiyar kulların defterine yazmışsan, süedâ defterine, divanına yazmışsan, orada sabit eyle! Oradan silme, o defterden ismimi çizme, çıkartma yâ Rabbi! Beni süedâ zümresinden eyle, orada dâim eyle yâ Rabbi! Eğer benim adımı, işlediğim hatalardan, kusurlardan, suçlardan, haksızlıklardan, yediğim kul haklarından, yanlışlıklarımdan dolayı eşkıya defterine, bedbahtlar defterine yazdıysan, kötüler defterine, divanına yazdıysan yâ Rabbi, oradan sil... Beni affeyle, beni süedâ defterine, bahtiyarlar defterine yaz yâ Rabbi! Aman yâ Rabbi!” diye dua edersiniz.
Allah-u Teàlâ Hazretleri duaları kabul edicidir, Tevvâb’dır. Tevbeleri kabul edicidir. Kulları afv ü mağfiret etmeyi sever. Kulun tevbesini sever, tevbesinden dolayı memnun olur, hoşnut olur, razı olur. Bu gece böylece Rabbine hâlini arz edip, tevbe ve istiğfar eylemesi lâzım!
Evet, sözü daha fazla uzatmayalım; akşam namazını beraberce kıldık, şimdi yatsı ezanını okuyalım! Yatsı namazını da kılalım!
Ondan sonra, el-hamdü lillâh, evler çok güzel, odalar çok geniş; herkes evine, odasına çekilsin, gecesini ihyâ eylesin!
Ne zamana kadar bu kıymetli durum? Güneş doğmadan önce, doğu tarafında bir hafif mavileşme olmağa başlıyor. Ona fecir derler, yâni imsak derler. Yâni, oruç tutan bir insan varsa, oruca başladığı zaman demektir. Fecir saatine kadar...
Fecir saati nedir? Ben şöyle, eski bir takvim vardı cebimde, buralara göre fecir saatini size söyleyeyim. Brisbane’da ayın yirmisinde, bugün yirmi beşi, beş gün önceki yâni bu. Brisbane’de Diyanet takvimine göre imsak, üçü sekiz geçe. Burada altı dakika daha sonra olsa, üçü on dört geçe, on beş geçe filân... Üçü on beş geçeye kadar bütün bu olanlar. Yâni şu anda saat dokuz. Üçte de bu iş bitiyor. Altı saatlik bir zamanınız var, burası için...
Bu vakit içinde tefekkür ederek, Kur’an okuyarak, namaz kılarak, zikir ederek, gecenizi tevbe ederek ihyâ etmeye çalışın! Bir de başkalarına dua edin! Yâni sırf kendinize dua etmeyin... Neden? Bir insan bir müslüman kardeşine dua ederse, başucunda bir melek âmin der. Meselâ, ben Ahmed’e dua ediyorum:
“—Yâ Rabbi, Ahmed’i afv ü mağfiret eyle!” diyorum.
“—Âmîn!” der melek.
Başucunda bir melek âmîn der. Başka? (Ve leke mislühû) “Ona ne dua ettiysen, Allah ona istediğini sana da versin!” der. Yâni, “Seni de Allah mağfiret etsin!” der.
f. Müslüman Kardeşini Affetmenin Karşılığı
Bu neden oluyor? Allah neden böyle yapıyor? Müslümanların birbirlerine dua etmesini istiyor. Müslümanları birbirleriyle barıştırmak istiyor. Müslümanları birbirleriyle kaynaştırmak istiyor Allah... Bir de onu anlatayım. Kaynaştırmak istediğini gösteren bir şeyi anlatayım, konuşmamı bitireyim:
Peygamber Efendimiz anlatıyor, Hazret-i Ömer RA rivayet etmiş: Mahşer gününde, mahkeme-i kübrâda bir kulun hesâbı görülürken, sevapları tartılıyor, günahları tartılıyor, azıcık sevabı
ağır gelmiş. Çok az bir farkla, sevabı birazcık fazla... Tamam. Fakat o sırada bir alacaklısı gelmiş. Bir kul hakkı üzerinde olan bir kimse gelmiş. Alacaklısı demiş ki:
“—Yâ Rabbi, bu herifte, bu adamda benim hakkım var. Bu bana zulmetmişti dünyada, bundan hakkımı istiyorum! Hakkımı versin!” der.
Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuracakmış ki o kuluna:
“—Ey kulum, sen bundan hakkını istiyorsun ama bunun sevabı kalmadı, daha önce gelenlere verdi verdi verdi, hesap bitti. Böyle azıcık, sevabı birazcık fazla ağır ama kalmadı bir şey. Sana verirse, bu cehenneme girecek. Sevabı biraz daha alındı mı, bu sefer günahı ağır bastıracak. Terazi dengesi bozulacak. Bunun sevabı kalmadı, sana verecek sevabı yok...”
O zaman diyecekmiş ki:
“—Yâ Rabbi, o zaman benim günahımı alsın! Bana vereceği sevap kadar, benden günah alsın! Ben hafifleyeyim. Verecek sevabı yoksa benden günah alsın, ben hafifleyeyim!” diyecekmiş.
İşte orada Peygamber Efendimiz bunu söylerken gözyaşı dökmüş mübarek, ağlamış:
“—Bakın! O zaman öyle bir gündür ki, herkes ince ince kendi nefsini düşünür. Böyle kendisini kurtarmağa çalışır.” demiş.
O sırada Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuracakmış ki:
“—Ey kulum, başını kaldır!”
Oradan anlıyoruz ki Allah’ın divanında mahkeme-i kübrâda hesap görülürken insanlara yere bakarak hesabı görülecek! Öyle etrafa bakarak, Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne böyle dönük filân değil, böyle eğik başı...
“—Başını kaldır ey kulum!” diyecekmiş Allah-u Teàlâ Hazretleri.
O başını kaldıracakmış. O gelip de hak isteyen başını kaldırdığı zaman, karşıda cennetin muazzam, muhteşem, o yetmiş
bin odalı güzel köşklerini görecekmiş. “Hiiih!” deyip öyle bakacakmış. Uzaktan cennetin köşklerini gördü böyle, nur saçıyor etrafa... Mücevherlerle yapılış taşları, kenarları incili, zebercedli,
yakutlu, muhteşem cennet köşkleri böyle... Hayran kalacakmış, diyecekmiş ki:
“—Yâ Rabbi, kimin bu köşkler? Hangi peygamberlerin, hangi şehidin acaba? Hangi peygamberlerin için yapılmış bu köşk? Hangi şehid için yapılmış?” diyecekmiş.
Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuracakmış o kula:
“—Hayır! Bu peygamber için, şehid için değil. Bu köşkler, parasını veren için. Kim parasını bedelini verirse, onun için bu köşkler.”
“—Buna kim para verebilir? Yâ Rabbi bunun parasını kim ödeyebilir? Bu kadar pahalı köşkleri kim alabilir?” “—Sen verebilirsin!” “—Nasıl veririm?” “—O köşkler müslüman kardeşlerini affedenler için hazırlanmıştır. Sen bu müslüman kardeşini affedersen, bu köşk sana verilebilir.”
Diyecekmiş ki:
“—Affettim yâ Rabbi! Affettim!” diyecekmiş.
Köşklere doğru koşmaya başlayacakmış. “Tamam, bu köşkü kazandım!” diye sevincinden köşke doğru koşmaya başlayacakmış.
O zaman Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuracakmış ki:
“—Dur kulum nereye gidiyorsun?”
“—Cennete gidiyorum yâ Rabbi. İşte köşkü verdin bana, köşküme gidiyorum.”
“—Bak sen bunu affettiğin için, bundan hakkını istemeyip affettiğin için, bu da cehenneme düşmekten kurtuldu. Tut bakayım onun elinden, hadi beraber cennete girin!” diyecekmiş Allah-u Teàlâ Hazretleri!
O hak isten kızgın adam, bu kardeşinin elinden tutacakmış. Bunun elinden tutup cennete beraber gideceklermiş. Bunu böyle anlatıyor Peygamber Efendimiz.
Tabii ben sadece Türkçesini söylüyorum. Arapçasını okumuyorum burada. Bunun arkasından Peygamber Efendimiz buyurmuş ki:
“—Bakın ey müslümanlar! Allah iki müslüman kulun arasındaki kırgınlığı kaldırmak için ne yaptı bak, görün! Köşkü gösterdi, köşke imrendirdi, ‘Affedersen o köşk sana verilecek’ dedi, ondan sonra, ‘Tut kardeşinin elinden! Sarmaş dolaş olun bakalım Hadi beraber gidin bakalım!” dedi. İki kardeşi barıştırdı. Siz de Allah’tan korkun! Kardeşlerin arasını ıslah edin!” buyurmuş Peygamber Efendimiz.
Buradan ne anlıyoruz? Peygamber Efendimiz de mülümanların arasının düzeltilmesini istiyor ve aralarını düzeltiyor. Birbirlerinden hoşnut etmeye çalışıyor.
Onun için, aziz ve muhterem kardeşlerim! Bu dünya fânidir. Hepiniz, hepimiz fâniyiz. Hepimiz belli bir yaşa geldik. Saçımız, sakalımız ağardı, belli bir ömür sürdük. Kimse burada kalmayacak. Bizden öncekilerin gittiği gibi biz de gideceğiz. Ahiretin sevabını düşünelim. Allah’ın rızasını kazanmağa çalışalım! Araları düzeltmeğe çalışalım! Hangi iş sevaplıysa, onu yapmağa çalışalım! Günahlardan kurtulmağa çalışalım! Kendimizi kurtarmağa gayret edelim!
Allah hepinizden razı olsun... Allah hepinizi süedâ ve sâlihîn zümresine ilhak eylesin... Hepinizi iki cihanda aziz ve bahtiyar eylesin... Cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin... Nice Berat Kandillerine, Ramazanlara, bayramlara sıhhat afiyetle erişmeyi nasib eylesin... Haclar, umreler yapmak nasib eylesin... Rızasını kazanmak nasib eylesin... Huzuruna sevdiği, razı olduğu kul olarak varmayı nasib eylesin... Cennetiyle, cemâliyle cümlenizi müşerref eylesin...
Bi-hürmeti habîbihî muhammedini’l-mustafâ, ve bi-hürmeti esrârı sûreti’l-fâtihah!
25. 12. 1996 Toowoomba/AVUSTRALYA