06. SEYAHATİN FAYDALARI
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm.
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn… Hamden kesiren tayyiben mübâreken fîhi kemâ yembağî li-celâli vechihi ve li-azîmi sultànih… Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ şeyyidi’l-evvelîne ve’l- âhirîn, muhammedini’l-mustafâ ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ecmaîne’t-tayyibine’t-tâhirîn. Emma ba’d;
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
İnsanlar normal şartlar altında tam anlaşılmazlar. Kendileri de kendilerini tam anlayamazlar. İnsanların asıl meziyetleri, kabiliyetleri, sıfatları, Bazı denemelerle ortaya çıkar. Tabii, eksiği varsa, o deneyimlerin sonunda onları toparlayıp düzeltmesi lâzım gelir. Meziyeti varsa, ona hamd ü senâ etmesi lâzım gelir. El- hamdü lillâh diye.
Bir insanın iyice anlaşılması için, meselâ onunla alış veriş yapılabilir. Alış verişte anlaşılır. İktisâdi münasebetlerde insanın durumu anlaşılır. Bir de, yolculukta anlaşılır. Yolculuk, insanın evsafını ortaya çıkartır. Arabaların da kusurlarını ortaya çıkartır. Biraz fazla seyahat ettin mi, orası patlar, burası çatlar, şurası arızalanır, yolda kalır filan. Yani, fazla yolculuk yaptı mı ortaya çıkar.
a. Dervişlerin Seyahat Etmesi
Onun için, eski dervişler, eski şeyhler, eski mürşid-i kâmiller, bazen müridleri terbiye usülleri içine bir de seyahat maddesini koymuşlardır. Yani, derviş seyahat edecek. Şeyhi ona der ki:
Al eline torbayı, yani çıkınını, geçir ayağına çarığını, yallah. E, ne olacak? Gez, dolaş bakalım! Gezeceksin biraz. Yunus Emre diyor ki:
Gezdim Urum ile Şam’ı,
Yukarı illeri kamu,
Çok aradım bulamadım,
Şöyle garip bencileyin.
(Gezdim Urum ile Şam’ı) Bak sen, Anadolu’yu gezmiş, Irak, Suriye, oralarda da dolaşmış. (Yukarı illeri kamu) Bak sen, bir de Kafkasya’dan Kırım’a, o tarafları dolaşmış. İnsan kolay kolay olgunlaşmıyor yani.
Arkasından başka şey söylüyor: “Benim gibi garibanını bulamadım. En gariban kendimi buldum.” diyor. O ayrı da, ama oradan neyi anlıyoruz? Yunus Emre gezmiş.
Gezmek, seyahat, tarikatın usulü olarak Bazı tarikatların içinde vardır. Derviş seyahat edecek. Hadi bakalım, gez bakalım, gör bakalım garibanlığı, gör bakalım gurbetteki sıkıntıları… Git bakalım bir köye, tanımadığın insanların arasına; bakalım ne
olacak? Gez bakalım, dağda bayırda kaldığın zaman halin ne olacak? Yürürken, otururken, dinlenirken, yerken, içerken ne olacak? Nasıl yiyecek, nasıl oturacaksın?
Bunlar insanı olgunlaştırır. Olgunlaştırdığı için, sefer dervişin mihnet ve meşakkat çekmekle beraber, olgunlaşmasını sağladığı için, bazı tarikatlarda vardır.
Bizim de bağlı olduğumuz tarikatlar var. Nakşî, Kàdiri, Kubrevî, Sühreverdî, Çeştî, Mevlevî, Halvetî gibi tarikatlarımız var. Şubeleri var bunların, epeyce dallı budaklı bir ağaç gibiyiz yani. El-hamdü lillâh. Şimdi bunların Bazısı da, doğrudan doğruya dervişe:
“—Hadi bakalım, gez dolaş bakalım!” emri vardır.
O da gezer. Adam aslında tahsillidir, okumuştur, bilgilidir, görgülüdür. Kendi ülkesinde eşraftandır, ayandandır, itibar gören, sevilen, sayılan bir insandır ama dışarı gittiği zaman, kim bilecek onu? Plakası mı var? Kimse bilmez. Kimse bilmeyince, halkın cevrine, cefasına da maruz kalır, cahilliğine maruz kalır.
Peygamber Efendimiz dua ederdi yola çıkarken:
“—Ya Rabbi, sana sığınırım. (En azlime ev uzleme) “Kendim birisine zulmetmekten sana sığınırım, birisinin zulmüne uğramaktan da sana sığınırım. (Ev echele) Cahillik etmemden sana sığınırım ya Rabbi! (Ev yüchele aleyye) Bana cahillik yapılmasına da, yapılmasından da sana sığınırım. Kadrini bilmez adamın...
.
Medine’de beş yıldızlı lüks, çok güzel bir otelin, çok büyük bir dairesine, hamallar şey çıkartıyorlarmış, yeni eşyalar böyle, sırtlamışlar, çıkarıyorlarmış. Kapıyı çalmışlar. Ufak-tefek bir adam açmış. Böyle bakmış, çekil yahu demişler yahu. Allah Allah,
çekil be... Sırtımızda yük var işte, içeri buraya getireceğiz. Sipariş buradan verilmiş, bu eşyalar buraya geliyor. Adam kendisi çekilmiş, içeri girmişler koymuşlar hamallar eşyaları...
Çekil be dedikleri, Haydarabat Nizami. Hindistan’ın Haydarabat eyaletinin padişahı yani adam. Çekil be demişler.
Ufacık, tefecik görmüşler yani, kıymetini bilmemişler. O gene, giyimi, kuşamı yerindedir. Ya bir de yollarda yürüyüp de, saçı başı toza toprağa bulanmışsa, ayakları yarılmışsa, elbisesi kirlenmişse; o zaman kıymetini kim bilecek?
Peygamber Efendimiz diyor ki:12
رُب أشْعَثَ أَغْبَرَ، لَوْ أَقْسَمَ عَلَى الله لَْبَرَّه (م . حب. ك. هب. عن أبي هريرة؛ طس. هب. عد. خط. عن أنس)
(Rubbe eş’ase ağbera) “Nice saçı başı tozlanmış, darmadağın olmuş insan vardır ki: konuşsa kimse sözüne itibar etmez, ortadan kaybolsa kimse aramaz; itibarlı bir adam değil, saçı başı dağınık, Üstü-başı hırpani, kız istese, kimse kız vermez. Amma; (lev akseme ale’llaàhi leeberrehu.) Allah’ın sevgili kuludur, yemin etse, Allah yemini doğru çıksın diye o işi öyle yapar.” Yani, üstü-başı tozlu topraklı hırpani olabilir, saçı başı dağınık olabilir. Neden? Bazı böyle olgun insanlar daha olgun olsun diye zaten şeyhi ona: Hadi bakalım, seyahate çık diyor. Onun için, eskiler demişler ki:
“—Karşındaki adam hırpani, giyimi, kuşamı iyi değil diye hemen hor görme! Belli olmaz, her gördüğünü Hızır bil!” demişler
12 Müslim, Sahîh, c.IV, s.2024, Birr ve Sıla 45/40, no:2622; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XIV, s:403, no:6483; Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.364, no:7932; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.331, no:10482; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.I, s.7; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.VII, s.219; Tahàvî, Müşkilü’l-Âsâr, c.II, s.173, no:573; Ebû Hüreyre RA’dan.
Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.I, s.264, no:861; Bezzâr, Müsned, c.II, s.288, no:6459; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.331, no:10482; Ebû Nuaym, Hilyetü’l- Evliyâ, c.I, s.350; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.370, no:1236; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.108; İbn-i Hibbân, es-Sikàt, c.III, s.27, no:93; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.III, s.314; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.III, s.203, no:1247; Tahàvî, Müşkilü’l-Âsâr, c.II, s.178, no:578; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.267, no:3245; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
Mecmaü’z-Zevâid, c.X, s.466, no:17918;Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.286, no:5924, 5925; Câmiu’l-Ehàdîs, c.XIII, s.96, no:12646-12648; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.512, no:1364.
Yani, Hızır AS’ olur ve sâire…
Şimdi bizim tarikatımız, ana tarikatımız olan Nakşîlikte ise; “Sefer der vatan” vardır. Kendi bulunduğun yerde, kendi vatanında seyr ü seferini yapacak. Seyahate çıkmış gibi, o işlemi öyle yapacak. Bu, öteki terbiye metodunun karşısında bir başka metoddur bu. “Haydi çık seyahate de öyle piş, olgunlaş. Kahır çek de, öyle gün görmüş bir insan ol!” veyahut, “Hayır, sefere çıkma. Burada durarak bu işi sağla!” İki usül…
b. Avustralya’da İnceleme Gezisi
Sefer der vatan Nakşîlikte ama, başkalarında da sefere çıkmak vardır. Şimdi biz de buralarda, bu toplantılar münasebetiyle seyahatler yapıyoruz. Melbourn’dan, Sydney’den buralara geldik. Ayrıca geziyoruz. Tabii, bu gezmede birçok şeyler kazanıyoruz. Bizim buraya ilk geldiğimiz zamanki gezmelerden, şimdiki gezmelerimiz arasında çok büyük gelişmeler var. Çok büyük farklar var.
Bugünkü gezme de, benim için bir rekor. Ben bugün bir rekora sahip oldum. Çünkü kırk kusur araba kuyruğuyla gezdik bugün. El-hamdü lillâh, bir yokuştan aşağı inerken biz aynadan baktık mı, arkaya kadar böyle upuzun araba konvoyu…
Görülmüş bir şey değil. Ancak seçimlerde filan görülür böyle şeyler. Bir parti lideri filan geldiği zaman; karşılamak için, Türkiye’de arabalarla giderler. Ama burada, Avustralya’da bu kadar uzun bir kafile görülmüş değildir her halde. Şimdi, bu kadar kafile tabii, bir yerden bir yere dönerken; kuyruğu kopuyor bazen, oradan oraya dönerken; biz de çok ara yollara giriyoruz. Tanıyalım bakalım diye. Şu Avustralya’nın ciğerinin köşesini tanıyalım diye bir kere tanıdık. Bu civarda mülkler çok ucuz. Yani, on iki bin, on beş bin dolara, otuz kırk eykırlık yerler var. Ucuz yerler...
İşte gördük tatlı su barajlarını, bentlerini gördük. İki tanesinin
geçtik yanlarından. Üçüncüsünü görmedik, Çünkü geç kalırız diye geri döndük. Bir tane de yukarıda vardı. Neydi? (Summer set Dam) vardı, onu görmedik ama, (Rivenhow Dam)’ini, ve bir de (Prince sütton Lake)’i görmedik. İki tane (Lake) gördük geçtik. Bu bir şey, yani benim için rekor. Kırk küsür arabalık bir gezi…
Brisbane’a kadar, daha önceki seyahatlerimizde yirmi beş otuz arabayla gelmiştik. Ondan sonra, on sekiz arabaya düşmüştük. Cairnes’e, Mosman’a filan gidinceye kadar... Bu sefer kırk beş araba oldu. Şehrin içinde biraz koptuk, onun için vapurun yanına gelenler biraz geciktiler. Tabii, on beş sıfır sıfır da vapuru kaldıramadık.
Eh, o da bir başarı... Yani, geriye kalan kardeşlerimiz de pırlanta gibi kardeşlerimiz. Bilgili, görgülü filan ama kolay değil böyle kırk beş taneyi ışıklardan geçirip de, şehrin içinde dönemeçlerden döndürüp de; bir yere getirmek kolay değil. Durdurmak da kolay değil. Dur dediğin yerde durması da, yer bulmak da mümkün değil, trafiği tıkıyoruz. Yani, şehir alt-üst oluyor. İyi eğitim bunlar, yani cevriyle, cefasıyla, meşakkatiyle birer eğitim. Bir, bu devrin modern dervişliğin eğitimi, artık böyle diyeceğiz.
Gemiye binerken, daha önce kardeşlerimizin geminin sahipleriyle yaptıkları anlaşmada çocuklar hesaba katılmayacaktı. O halde, normal olarak hepimiz girebilecektik. Fakat orada bir mızıkçılık çıkardılar. Arkadaşlar uğraştılar, çözümleyemediler. Bir kısmı arkadaşlarımızın indi, onlara teşekkür ederiz. Fedakârlık gösterdiler. Dün sabah işardan
bahsetmiştik:
وَيُؤْثِرُونَ عَلَىٰ أَنفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ (الحشر:٩)
Ve yu’sirûne alâ enfüsihim ve lev kâne bihim hasàsah) [Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile, onları kendilerine tercih ederler.] (Haşr, 59/9)
Yani, kendisinin ihtiyacı olsa bile, kardeşini tercih etmek; îsar dediğimiz tasavvufi ahlâk… Onu gösterdiler, gemiye binmişken indiler. Buyurun, kardeşlerimiz binsin, biz inmiş olalım dediler, gemicinin çiğliğini böylece atlattık.
Bu gibi şeyler olur seyahatlerde… Ben, bin dokuz yüz yetmiş altı yılında, yirmi yedi arabayla hacca gitmiştik; oradan bilirim bu işleri... Yani, tecrübem yirmi otuz yıl öncesine dayanıyor. Bu çeşit şeylerde...
Hacca nasıl gitmiştik? İstanbul, Ankara, Maraş, Gaziantep, Urfa, Silopi, ondan sonra Musul… Yukarda Musul, Bağdat. Ondan sonra Basra, Kuveyt, Riyad, Taif, Mekke, Medine, ondan sonra dönüş öbür yoldan; yirmi yedi arabayla yaptık bu seferi…
c. Avustralya’da Parklar
Uluslararası sefer, tabii buradaki gibi de olmuyor; Burası çok güzel bir ülke. Yani, güzelliği şu, Türkiye’de de ben bunu yapmak isterim: Her kasabanın bir parkı var. Her kasabada, yolun
kenarında bir park var. O parkta abdest alma, abdest bozma imkânları oluyor, çayır çimen oluyor, namaz kılma imkânı oluyor. Bizim için mescid oluyor oraları, abdest tazeleme yeri oluyor. Güzel!
Türkiye’de, veyahut Suriye’de, veya Ürdün’ de, veya başka yerde her zaman böyle imkân bulamazsınız. Böyle su bulamazsınız, daha büyük zorluklar olabilir. Oluyor, rastladık, sıkıntı çektik. Yani, mecbur kalırsınız, arazide abdest bozup, abdest almak zorunda kalırsınız. Mecbur kalırsınız, açıkta arabanızla; ya toprağa yatacaksınız, ya arabada yatacaksınız.
Arabada da yatılmaz Arabada yatılıp, hiç rahat edilmiyor. Ben biliyorum, çok zor oluyor. Camı açsan bir türlü oluyor, hava soğuk olduğu zaman; kapatsan bir türlü oluyor. Burada konfor çok ama yine de tabii bu böyle bir eğitim, Allah razı olsun.
Fedakârlık gösteren kardeşlerime teşekkür ederim. Bu toplantıyı tertip eden kardeşlere teşekkür ederim. Kırk beş arabanın gidip de, böyle dönmesi iyi bir sefer oldu. Böyle iyi bir hatıra oldu.
Bilmiyorum, içinizde hatıra defteri tutanlar var mı? Böyle bir defter tutulması da iyidir, tavsiye ederim. Sağlam ciltli kalın bir defter edinin. Ben yazmadığıma çok pişmanım, hatıra defteri yazmadığıma… Birkaç defa başladım ama işlerimin yoğunluğundan her günün yazısını yazamıyorum, ipin ucunu kaçırıyorum; ama yazılması iyi olur.
Güzel şeyler, görülen yerler, tecrübeler, eksiklikler, fazlalıklar… Bunlar bir daha yapılmasın diye hayatta bir tecrübe. Ama hepimiz bir tecrübe kazanıyoruz. Yani, seyahat tecrübesi kazanıyoruz, yabancı bir yere gitmenin tecrübesini kazanıyoruz, trafik tecrübesi kazanıyoruz, birçok tecrübeler oldu... Burada şimdi biraz gözüme cemaat seyrek göründü, bilmiyorum, Öyle mi, değil mi? Yani, dün akşama göre biraz seyrek göründü. Onu da şeye benzetiyorum:
Peygamber Efendimiz Uhud harbinden gelmiş, yaralı, hasta,
yorgun… Millet harp yapmış. Hemen arkasından vahiy gelmiş, emir gelmiş. Tekrar düşman kovalanacak. Tekrar toparlanmışlar, düşmanın arkasından kovalamışlar. Yani, Uhud harbinde bir darbe yediler, biraz sıkıntı çektiler ama; düşman gene kaçmak zorunda kalmış. Vay, bunlar demek ki gene bizi kovalayacak kadar kuvvetli diye zor kaçmışlar müşrikler, ona benzetiyorum.
Yani, şimdi yorgun argın bir seyahatten döndük. Saat onda, on sıfır sıfır, sıfır sıfırda yatsı namazını kılacağız dedik. Bazıları tabii yaralı, yorgun, abdest alacak, hazırlanacak, çoluk-çocuğun ihtiyacı var. Gelmedi filan. Olsun, bu da bir şey. Yani, abdesti çabuk almak, abdesti çabuk bozmak, kafileye yetişmek; haydi toplanın denildiği zaman, hemen toplanmak; öndeki arabayı kaybetmemek, bunların hepsi yavaş yavaş kazanılır. Yani, tecrübe…
Çoğumuz şehirler arası yolculuk yapmamışızdır ama işte onları da yapmış, öğrenmiş oluyoruz. Bunlardan ben hoşlanıyorum. Bilmiyorum, siz hoşlanıyor musunuz? Hatta, motel filan bulamadığımız zaman, açıkta yattığımız zamanlar oldu; onların tadı hâlâ damağımda, hâlâ hoşuma gidiyor. Böyle çadırda yattığımız zamanlar, muhabbeti arttırmaya vesile de olur bunlar.
İşte seyahatte insan birbirine yardımcı olur. Allah razı olsun. Gününüz hayırlı olsun. İbadetleriniz makbul olsun. Dualarınız müstecab olsun. Allah hepinizden razı olsun...
Tabii, bu gibi durumlarda insan ne yapacak? Derviş olacak. Kendisi tam istenilene uygun hareket etmeğe çalışacak. İstenilene uygun hareket edemeyen, intibak edemeyen kardeşlerine de yardımcı olacak. Yanında yer alacak. Harp olabilir, harpten geri çekiliyor olabiliriz, düşmana hücum edecek olabiliriz yani, bir taraftan da böyle yardımcı olmağa çalışmak lâzım.
Şimdi bir şey var, hepimiz arkadaşımızın iyi arkadaş olmasını isteriz. Biz de zaten dervişlerimize tavsiye ediyoruz, iyi kimselerle arkadaş olun. Fakat iyi insanlar da kusursuz değildir. İyi insan olmasına rağmen, kusuru vardır her insanın. “Dikensiz gül olmaz!” demişler eskiler. Her gülün dikeni vardır, kusuru vardır. Arkadaşlar birbirlerinin kusurlarını hoş görecekler, bu gibi
durumlarda… Kusur varsa, kusurları hoş görecekler, ayıpları örtecekler.
Peygamber Efendimiz diyor ki:
“—Bir kardeşiniz uyurken ayağı açılsa, eteği açılsa, ne yaparsınız? Eteğini çekiverirsiniz, örtünmesi gereken yerini örtüverirsiniz.” Onun için, kardeş kardeşe, zayıf tarafını telâfi imkânı buldum diye yardımcı olacak, yardımına koşacak, ihtiyacını görecek. Dervişlik bu. Allah hepimize, bildiğimizi uygulama alanları, fırsatları çıktığı zaman; uygulayabilme kabiliyetini nasib eylesin… Allah hepinizden razı olsun... Geceniz hayırlı olsun…
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!
Seyahatte benim dikkatime bir şey fazlaca takıldı. Gemiyle gittiğimiz dip noktalarda, yani denize yakın kısımlarda çok uzun, çok büyük kışla gibi binalar gördüm. İşte, üstünde yazıyor: (Wool Company) Yün Kumpanyası, (Sugar Company) Şeker Kumpanyası... Yani, adamlar buradan büyük ölçüde yün, şeker ve sâire ihraç etmişler, büyük paralar kazanmışlar, büyük binalar yapmışlar.
O nehir dalgasız olduğu için, okyanustan buraya gemiler geliyordu demek ki, buradan boşaltıyorlardı, yüklüyorlardı. Baktım tarihlerine, 1913 ve sâire... Yani, bizden seksen, seksen beş yıl önce buralarda onlar harıl harıl para kazanıp duruyorlarmış. Biz de, seksen beş yıl sonra buralarda dolaşıyoruz. Biraz fazla gecikmiş olarak dolaşıyoruz.
Yani, bizim Ali Bingöl şey diyordu, izah etsin şimdi. Kaptan Cook’tan önce, bizimkiler bulmuş burayı diyordu. Nereden okudun? Piri Reis bulmuş buraları. Yani bulmuşuz da, kaçırmışız. Bulduysak bile kaçmış. Neticede şu anda onların misâfiri olarak, imigrant olarak geliyoruz buraya; vize verirlerse geliyoruz.
Dedim ki: “Dünyada artık böyle keşfedilecek yerler kalmadıysa, ne yapalım? Geç kalmışız. Herkes, keşfeden keşfetmiş, kıt’aları paylaşmışlar. Afrika’yı paylaşmışlar,
Avustralya’ya Okyanusya’yı, Asya’yı, her tarafı paylaşmışlar. Şimdi diyorum ki, havalar boş kaldı bize; fezalar, oralarda bari geri kalmayalım, böyle seksen, doksan yıl… Bir de okyanusların fethinde geç kalmayalım!
Şimdi okyanusların ortaları, kenarları, şeyleri, yani her ülkenin kendi karasularının dışı, beynelmilel, daha oralarda bir şeyler keşfedebiliriz inşâallah. Yani, bari denizlerde ve havalarda geri kalmayalım Karalarda geri kalmışız. İnşâallah, çoluk
çocuğumuzu iyi yetiştirelim de, denizlerin altını üstünü fethedelim. Havaları, fezaları fethedelim inşâallah!” diye böyle dua ettim.
Evlâtlarınızı iyi yetiştirmeye gayret edin, süper yetiştirin! Yani, beş yıldızlı yetiştirin! Çok yıldızlı yetiştirin! Evlâtlarınız inşâallah bizim yüzümüzü güldürsün, medar-ı iftiharımız olsun... Allah razı olsun...
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llah.
29. 12. 1996 - Yatsı Namazı
Toowoomba / Avusturalya