13. TASAVVUF VE NEFİS TERBİYESİ

14. DÜNYAYA ALDANMAYALIM!



Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.

Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn… Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-âhirîn… Tâci ruûsînâ ve tabîbi kulûbînâ ve habîbi’llâhi ve habîbinâ muhammedini’l-mustafâ ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ecmaîne’t-tayyibîne’t-tàhirîne ilâ yevmi’l-ceza… Emma ba’d:


a. Mü’minlerin Ateşe Atılması


Aziz ve muhterem kardeşlerim! Bir, şu anda yaşamakta olduğumuz hayat var. Bu hayat fani, geçici ve kısa… Ne kadar uzun olursa olsun, kısa… Bir de, ahiret hayatı var. O sonsuz, ebedî ve sermedî…

Bu dünya hayatı, ahiret hayatının yanında bir hiç, sıfır. Zaman olarak, bir sıfır kadar değeri var. Ötekisi sonsuz... Bu muvakkat;

seksen sene, yüz sene, yüz elli sene bir ömür... Hiç kimse burada kalmadı, kalmayacak, biz de kalmayacağız. Hepimiz küçüktük, çocuktuk, büyüdük. Evlendik, çoluk-çocuk sahibi olduk. Bazımız torun sahibi oldu. Saçlarımız ağardı, yaşımız günden güne ilerliyor.

Bu saçların, sakalların ağarması, insan için birer ihtardır. Bir şeyin habercisidir bu ak sakallar, ak bıyıklar, ak saçlar; bizim gitme zamanımızın yakınlığını gösteriyor. Birer ikazdır. Ne yapsak gideceğiz. Gözümüzü kapatsak, kulağımızı tıkasak, düşünmesek, istemesek de gideceğiz. Çırpınsak da gideceğiz. Ölüme kimse çare bulamadı, herkes bu şerbetten içecek, herkes o kabirden geçecek, herkes ahirete varacak.

Bu dünya hayatı hepimize tatlı geliyor. Hepimiz yastığına

başını koyduğu zaman; “Aman yâ Rabbi, benim ömrümü uzat; daha yaşayayım!” diyoruz. Ama, kazandığımız paralar miras olarak, bizden sonraki mirasçılarımıza kalıyor. Çoluk çocuğumuz

277

varsa, evlâtlarımıza, torunlarımıza yarayacak.

Bu dünyada bir insanın sahip olduğu en kıymetli şey imanı... Çünkü iman, öteki dünyadaki, ahiretteki ebedi saadetin anahtarı… Oradaki sonsuz saadetin anahtarı, orada cennete girmenin sebebi, orada cehennemde yanmamanın belgesi, çaresi, kurtuluşun ipi.

Sonsuz ebedi hayatta, cehennemde cayır cayır yanmamak, cennete girmek, Allah’ın en sevgili kullarıyla, Allah’ın en büyük nimetlerine sahip olarak yaşamak… Sonsuz zevk ü sefalar içinde, sonsuz mutluluklar içinde, Allah’ın sevdiği abid, salih kulları için hazırladığı, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği hediyelere, rahmetlere, nimetlere, lütuflara, ihsanlara, ikramlara sahip olmanın çaresi, sebebi, belgesi, anahtarı iman… Bu imanı muhafaza etmek için her şey yapılır... Hatta, hayat bile feda edilir.


Birinci rekâtta okuduğum Burûc Sûresi’nde anlatılıyor ki:

278

قُتِلَ أَصْحَابُ اْلْخْدُودِ. النَّارِ ذَاتِ الْوَقُودِ. إِذْ هُمْ عَلَيْهَا قُعُودٌ.


وَهُمْ عَلَى مَا يَفْعَلُونَ بِالْمُؤْمِنِينَ شُهُودٌ . وَمَا نَقَمُوا مِنْهُمْ إِلََّ أَنْ


يُؤْمِنُوا بِاللهَِّ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ (البروج:٤-٨)


(Kutile ashâbü’l-uhdûd. En-nâri zâti’l-vekùd) [Kahroldu o hendeğin, o çıralı ateşin sahipleri… (İz hüm aleyhâ kuùd) Onlar yaktıkları ateşin başına oturmuşlar; (Ve hüm alâ mâ yef’alûne bi’l- mü’minîne şuhûd) müslümanların ateşe nasıl atıldığını seyrediyorlardı. (Ve mâ nekamû minhüm illâ en yü’minû bi’llâhi’l- azîzi’l-hamîd) Onlardan, sırf, Azîz ve Hamîd olan Allah’a iman ettikleri için intikam aldılar.] (Buruc, 85/4-8) Zalim ve kâfir bir hükümdar, kendi ülkesindeki mü’min kulları feci şekilde öldürüyordu. Hendekler kazdırmıştı. Derin, insan boyunu aşan geniş hendekler kazdırmıştı. Bu hendeklerin içinde korkunç ateşler yakıyordu. Cayır cayır, cayır cayır, harıl harıl, harıl harıl yanan ateşlerin içine müslümanları atıyordu. Mü’minleri yakıyordu.

“—Ya imandan dönersiniz, bana tabi olursunuz; ya da sizi şu ateşin içine atacağım!” diye hendeğin yanına yanaştırıyordu.

“—Hayır, biz mü’min olacağız.” diyenleri hendeğe itiyordu. Cayır cayır yanıyorlardı, şehid oluyorlardı. Ahali de seyrediyordu bu olayı.


Bu arada, Peygamber SAS Efendimiz’in bildirdiğine göre, Kucağında çocuğu olan bir mü’min kadını da ateşin başına kadar getirdiler, dediler ki:

“—Dön dininden, imanından vaz geç!” Kadın sağlam mü’mindi, fakat aklına geldi, düşündü; annelik duyguları harekete geçti. Kucağında çocuğu var. Kendisine muhtaç, süt emen çocuk, yavru kucağında duruyor. Dedi ki:

“—Haydi ben de öteki arkadaşlarım gibi, kardeşlerim gibi,

279

iman yolunda yanayım. Ateşe itileyim, atılayım ama; yavrum, zavallı bebeğim, çocuğum yanmasa bari… Pekiyi desem bunlara, o evlâdım, yavrucuğum, bebeciğim yanmasa nasıl olur?” diye düşündü, aklından bunu geçirdi.

Ölümden korktuğu için değil, bebeğini sevdiği için. İsteyerek değil, kerhen, istemeyerek, acaba bunlara evet desem mi dedi.

Peygamber Efendimiz diyor ki, (salla’llàhu aleyhi ve âlihi ve selleme teslîmen kesîrâ): Kucağındaki, kundağındaki çocuk dile geldi, dedi ki:

“—Anneciğim, aman ha, sakın ha o düşündüğün şeyi yapma! Sakın bunların dediğine evet deme, sakın imandan vaz geçme, ateşte yanarsak yanalım!” dedi ve attılar ateşe...

Annesi de, bebeği de yandı.


b. Üç Şahıs Bebekken Konuştu


Bebekken üç çocuk konuşmuş, birisi bu. Daha konuşmayı bilen bir şeyler değil bebekler, küçük çocuklar. Üç çocuk konuşmuş:

1. Birisi: Hazreti İsâ. Benim annem tertemiz bir insandır, muttaki bir insandır diye bebekken konuştu. Meryem Validemiz kendisi sorgulanırken, nerden edindin bu bebeği yahu.? Nedir bu filan diye kendisine suçlamalarda bulunulurken, başını eğmiş susmuş, çocuğu işaret etmişti.

Hazret-i İsâ küçük bebekken şöyle dedi:


قَالَ إِنِّي عَبْدُ اللهَِّ آتَانِيَ الْكِتَابَ وَجَعَلَنِي نَبِيًّا . وَجَعَلَنِي مُبَارَكًا أَيْنَ


مَا كُنْتُ وَأَوْصَانِي بِالصَّلََةِ وَالزَّكَاةِ مَا دُمْتُ حَيًّا. وَبَرًّا بِوَالِدَتِي وَلَمْ


يَجْعَلْنِي جَبَّارًا شَقِيًّا . وَالسَّلََمُ عَلَيَّ يَوْمَ وُلِدْتُ وَيَوْمَ أَمُوتُ وَيَوْمَ


أُبْعَثُ حَيًّا (مريم:٠٣-٣٣)


(Kàle innî abdu’llàh) “Ben Allah’ın sevgili bir kuluyum,

280

(Etâniye’l-kitâbe vecealenî nebiyyâ) Allah bana İncili indirecek, beni peygamber kılacak. (Ve cealenî mübâreken eyne mâ küntü) Nerede olursam olayım, o beni mübarek kıldı; (ve evsànî si’s-salâti ve’z-zekâti mâ dümtü hayyâ) yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti. (Ve berren bi-vâlidetî) Beni anneme saygılı kıldı, benim annem tertemiz bir insandır; (ve lem yec’alnî cebbâren şakıyyâ) beni bedbaht bir zorba yapmadı. (Ve’s-selâmü aleyye yevme vülidtü ve yevme emûtü ve yevme üb’asü hayyâ) Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağım gün selam ve esenlik banadır.” dedi. (Meryem, 19/30-33) Bir…


2. Peygamber Efendimiz bildiriyor. Bir Sahib-i Cureyc bir Rahip vardı, iftiraya uğramıştı. Bir kadın demişti ki:

“—Babası meçhul olan çocuğumu, bu Rahib’den edindim ben!”

demişti, Rahibe iftira etmişti. Halbuki adamcağız mübarek adam, Allah’ın sevgili kulu. Kendi halinde, derin bir şekilde ibadetle mesguldü. İftiraya uğratıldı böyle.

Kadın dedi ki:

“—Bu çocuğum bu rahibden!” Onun üzerine bebek konuştu:

“—Benim babam bu rahib değildir, falanca çobandır.” dedi.

Rahib, Allah’ın sevgili kulu olduğundan; Allah onu iftiradan öyle kurtardı; İki... 3. Bir de, Buruc Suresi’nde anlatılan bu annesinin kucağındaki, ateşin kenarındaki çocuk konuştu. Üç…


c. İmanımızı Korumak İçin Ne Yapıyoruz?


Şimdi, muhterem kardeşlerim. İman bu kadar önemli. Yani, bizim sahip olduğumuz iman bu kadar önemli bir şey. Bizi ateşin kenarına getirseler, ateşe iteceğiz deseler, Lâ ilahe illa’llah’tan dön deseler, dönmemek lâzım. O kadar önemli. İman o kadar önemli. Bu iman bir şeyle değişilir mi? Yani, ateşe atılsa bile,

281

insanın bırakmayacağı bu iman, bu ahiret saadetinin anahtarı başka bir şeyle değişilir mi? Değiştirilir mi? Hele dünya menfaatine feda edilir mi? Hele iki paralık hayatın, üç paralık menfaatine ahiret hayatı mahvedilir mi? Ne yapıyoruz biz yahu? Ya, bizim hiç mi aklımız yok? İmanımız varsa, bizim hiç mi aklımız yok? Bizim imanımıza göre hareketimizin, hayatımızın, çizgimizin anlamı ne? Biz mü’minsek, bizim çizgimiz böyle mi olmalı?

Biz ne biçim insanız? Eski ümmetler, imanını korumak için ateşe atılmış. Ahiretini kurtarmak için, cennete girmek için dünyada işkenceye, azaba diş sıkmış, tahammül etmiş.. Biz kendi kendimizi ahiret azabına atacak şeyleri yapmaktan korkmuyoruz, utanmıyoruz, sıkılmıyoruz, vaz geçmiyoruz. Bizim halimiz ne, yâ Rabbi? Biz ne zaman düzeleceğiz, yâ Rabbi?


Arapça bilmiyoruz çoğumuz, ama bilenler anlatıyor. Yasin Suresi nedir? Buruc Suresi nedir? Vaazlardan dinliyoruz, Peygamber Efendimiz nasıl yaşadı? İlk müslümanlar nasıl ızdırab çekti, nasıl sıkıntı çekti? Ondan sonraki müslümanlar nasıl canlarını feda etti? Nasıl cihad etti? Nasıl mallarını feda etti? Nasıl çalıştılar?

Niye biz böyle yapıyoruz? Niye bizim bu nasihatler kulağımıza girmiyor? Niye anlamıyoruz, dinlemiyoruz? Bu dünya, bu hayat-ı dünya hilekâr, aldatıcı, kalleş, madrabaz, düzenbaz bir varlık. Bizi aldatıyor. Biz bu dünyaya kapılıyoruz. Kâfirlerin kapıldığı

gibi kapılıyoruz. İmansızların kapıldığı gibi kapılıyoruz. Aldanıyoruz. Dünya hayatına aldanıyoruz, dünya menfaatine aldanıyoruz.


d. Gece Karanlığı Gibi Fitneler Olması


Ebû Hüreyre RA’ın bize rivayet ettiğine göre, Peygamber SAS şöyle buyurmuşlar:28



28 Müslim, Sahîh, c.I, s.110, no:118; Tirmizî, Sünen, c.IV, s.487, no:2195; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.303, no:8017; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat,

282

بَادِرُوا بِاْلَْعْمَالِ، فِتَنًا كَقِطَعِ اللَّيْلِ الْمُظْلِمِ، يُصْبِحُ الرَّجُلُ مُؤْمِنًا


وَيُمْسِي كَافِرًا، وَيُمْسِي مُؤمِنًا وَيُصْبِحُ كَافِرًا. يَبِيعُ أَحَدُهُمْ دِينَهُ


بِعَرَضٍ مِنَ الدُّنْيا قَلِيلٍ (حم. م. ت. عن أبي هريرة)


RE. 243/2 (Bâdirû bi’l-a’mâli fitenen kekıtai’l-leyli’l-muzlimi, yusbihu’r-racülü mü’minen ve yümsî kâfiren, ve yümsî mü’minen ve yusbihu kâfirâ. Yebîu ehadühüm dînehû bi-aradin mine’d- dünyâ kalîl.)

(Bâdirû bi’l-a’mâl) “Sàlih amelleri işlemeye, yâni Allah’ın sevdiği, razı olduğu, güzel amelleri işlemeye gayret gösterin, koşuşun, acele edin! (Fitenen kekıtai’l-leyli’l-muzlimi) Karanlık gecenin parçaları gibi fitneler gelmeden…” (Yusbihu’r-racülü mü’minen) “O devirde adam sabaha mü’min olarak çıkar; (ve yümsî kâfiren) akşamladığı zaman, akşamleyin kâfir olarak akşamlar. (Ve yümsî mü’minen) Ya da akşama mü’min olarak erişir; (ve yusbihu kâfiren) sabahleyin kâfir olarak sabahlar.”

(Yebîu ehadühüm dînehû) “Bu adamların birisi dinini satar, (bi-aradin mine’d-dünyâ) şu dünyalık, beş para etmez fâni dünyalığın malzemesi, malı, mülkü, parası metâı, menfaati karşılığında; (kalîl) az bir dünya menfaati karşılığında, az bir dünya malı, serveti karşılığında dinini satar, yâni ahiretini mahveder.” Ahiretteki azabı satın alıyor. Ben azabı istiyorum diye azabı satın alıyor yaptığı işlerle... Yaptığı işlerin ipe sapa gelir tarafı yok, akılla, mantıkla izah edilir tarafı yok, müslümanlıkla


c.III, s.156, no:2774; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XI, s.396, no:6515; Ebû Avâne, Müsned, c.I, s.55, no:140; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.VII, s.335; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXIV, s.457; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.7, no:2074; Ebû Hüreyre RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XI, s.182, no:30880; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.329, no:878; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XI, s.86, no:10309.

283

bağdaşan tarafı yok. Müslüman amma, dinini satıyor. Cenneti

satıyor, cehennemi satın alıyor.


e. Cennet Karşılığı Alışveriş


Halbuki, Allah-u Teàlâ Hazretleri başka bir pazarlık teklif ediyor. Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm:


إِن اللهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ بِأَنَّ لَهُمْ الْجَنَّةَ

(التوبة:١١١)


(İnna’llàhe’şterâ mine’l-mü’minîne enfüsehüm ve emvâlehüm bi-ennelehümü’l-cenneh) [Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır.] (Tevbe, 9/111)

Allah mü’minlerden canlarını da istiyor, mallarını da istiyor;

“Mukabilinde size cenneti vereceğim!” diyor. “Cenneti ücret olarak versem, canlarınızı, mallarınızı bana verir misiniz? Hadi verin!”

“—Allah cenneti vereceğim diyor. Acaba bu pazarlığı kabul etsem mi, acaba bu teklife uysam mı, acaba canımı da, malımı da versem mi?” Bu sorunun karşılığında insanlar iki türlü davranmış, bir kısmı demiş ki:


Cânı cânân dilemiş, vermemek olmaz ey dil;

Ne nizâ eyleyelim, ol ne senindir ne benim!


Sevgili canı istemiş, vermemek olmaz ey gönül. Verelim yahu. Canı istemiş sevgili. Ne diye çekişip, uğraşıp münakaşa edip duruyoruz? Bu can ne şenindir ne benim; sevgilinin. Madem istemiş, verelim.

Kimisi böyle demiş, “Feda olsun canım!” demiş, (fidâke ebî ve ümmî) demiş. Rasûlüllah’a hitab ederken. İnsan annesini babasını korumak için olur. Anasına-babasına birisi saldırsa, canını feda

284

eder. Peygamber Efendimiz’e diyorlar ki:29


فِدَاكَ أَبِي وَ أُمِّي يَا رَسُولَ اللهِ!


(Fidâke ebî ve ümmî yâ rasûla’llàh!) “Ey Allah’ın Rasûlü, ey Allah’ın bize gönderdiği elçisi, habibi olan Muhammed-i Mustafâ! Annem babam dahi sana fedâ olsun!”

Böyle demişler Yani, bir kısmı vermiş. Bu pazarlığa razı olmuş. Kimisi bu alış-verişi kabul etmiş.

Bir kısmı da diyor ki:

“—Hah, ben enayi miyim, aptal mıyım ben? Canımı verecekmişim, malımı verecekmişim; vermem yahu!” Vermem diyor da, ne oluyor? Canı yanına kalıyor mu? Kalmıyor. Canı gene çıkacak. Kâfirin canı çıkmıyor mu? Çıkıyor. Gene çıkacak. Malı? Malı da gidecek. Malı da mirasçının… Allah yoluna vermediği malı da mirasçının.


Önde zeytin ağaçları, arkasında yâr; Sene 1946, mevsim sonbahar… Önde zeytin ağaçları neyleyim neyleyim? Dalları neyleyim?

Yâr yoluna dökülmedik dilleri neyleyim?




29 Buhàrî, Sahîh, c.IV, s.1541, no:3968; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.II, s.184, no:2836; Ebû Mûsâ el-Eş’arî RA’dan. Müslim, Sahîh, c.II, s.686, no:990; Neseî, Sünen, c.V, s.10, no:2440; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.152, no:21389; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VII, s.85, no:34386; Tirmizî, Sünen, c.III, s.12, no:617; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.X, s.27, no:19597; Ebû Zer RA’dan.

Neseî, Sünen, c.VI, s.185, no:3496; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.335, no:8407; Abdü’r-Rezzak, Musannef, c.VII, s.158, no:12611 ve 12612; Ebû Hüreyre RA’dan.

Neseî, Sünen, c.IV, s.49, no:1932; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.186, no:12961; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VII, s.260; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.]

Ebû Ya’lâ, Müsned, c.I, s.421,no:556; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VI, s.281; Hz. Ali RA’dan.

285

Yâr yâr…

Seni kara saplı bir bıçak gibi sineme sapladılar.

Değirmen misali döner başım,

Sevda değil bu bir hışım.30


Kimisi veriyor. Kimisi veremiyor. Kimin kârlı olduğunu siz düşünün! Ama, bu pazarlık sizin için de geçerli, bizim için de geçerli, hepimiz için geçerli.

Ya dünyayı tercih edeceğiz. Hayat-ı dünya hazır, etraf görüyorsun yeşillik, çimenlik, çayırlık, manzara, para-pul, meşrubat, me’kulat, muhlikat, lehviyat, eğlence, zevk, sefa, plaj… Doksan millik plajlar, (Gold Coast)’lar, altından sahiller, (Surfers paradise)’ler… Denizde cızzzt- vızzzt kayan adamların cennetleri... Rüzgârda firt bu tarafa, zirt bu tarafa... Ne zevk, ne sefa...



30 Bedri Rahmi Eyüboğlu (1911-1975)

286

Güneşin altında, ne hünerli adamlar yahu. Vay, vay, vay... Amma hızlı gidiyorlar be! Uffff, aman yahu, dalganın üstüne çıktı yahu, dalganın altına girdi yahu... Cızt diye kayıyor yahu. Ne cambaz adam yahu. Allah Allah… Bunları tercih ediyor, cenneti terk ediyor, cehenneme razı oluyor.

Kâfir, bizim bu söylediğimiz şeyleri belki bilmiyor, belki duymadı, belki sırf bu sörfler içinde büyüdü, belki hiç duymadı. İkili teklifin bir tarafından haberi yok, çok acı bir durum. Onların eğitimlerinde bu ikinci esrarengiz hazine, saklı hazine onlara hiç söylenmemiş. Adamlar ilerideki ahiret hayatında muazzam mükâfatlar, hazineler olacağını hiç bilmiyor. O sadece bu dünyayı biliyor. Bu dünyaya göre yetiştirilmiş, buna göre ayarlanmış.


Biz? Biz iki tarafı da biliyoruz. Hem dünyayı biliyoruz, hem ahireti biliyoruz. Hem dedelerimizin yaşamını biliyoruz, hem de geldik bunların yaşamını gördük. Biz iki tarafı da biliyoruz.

O İngiliz, belki hiç bir şeyden haberi yok. Hiç bir şeyden haberi yok, yani yetişme tarzı öyle… Anası öyle, babası böyle, hayatı böyle... Melbourne’da yetişti, Sydney’de yetişti, Brisbane’da yetişti…

Zaten bunların dedeleri eşkıya idi. Kraliçe, ölürlerse ölsünler diye gönderdi buraya… Sonra, bunların torunları bunlar. Yani, zaten hayatları kaymış insanların nesilleri. Adamlar işte buraya geldiler, Aborijinleri öldürdüler, yerlerini aldılar, büyük kıt’ayı istila ettiler. Süslüyorlar, güzelleştiriyorlar, yollar yapıyorlar. Aborijinler de istifade ediyor. İsçi olarak bizi çağırdılar, biz de istifade ediyoruz. Siz de bizi davet ettiniz, biz de görüyoruz.

“—Aman yahu, ne güzel yer yahu, mâşâallah yahu. Ah yahu, vah yahu, ağzımızın suyu yerlere akıyor. Seller olup, Toowoomba’nin dağlarından aşağıya çağlayan gibi ağzımızın suyu şaldur şuldur, şaldur şuldur, Brisbane’ın denizlerine doğru akıyor.”

Ne oluyoruz, sonu ne olacak? Kaç yaşındasın? Kaç yıl yaşadın? Daha kaç yıl yaşayacağını ümit ediyorsun? Bu, imanın imtihanı İşte. Ya ahireti tercih edeceksin, ahirete göre hazırlanacaksın,

287

Allah’ın istediği dosdoğru kul olacaksın. Hile yapmayan, yalan söylemeyen, haksızlık yapmayan, Allah diyen, Allah’tan korkan, Allah’ın rızasını kazanmak isteyen bir kul olacaksın. Ya da, işte bu muvakkat dünya böyle, akşamlar- sabahlar olur, yıllar eskir, yeni yıllar başlar.

1996 gitmiş dün gece, ben yatarken gitmiş. 1997 gelmiş, Allah Allah… Bir sene gitmiş. Daha çok seneler gider. Ne kadar çok sene giderse gider, çok günler geçer. Sonra bir gün bizim de ömrümüz biter. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:

Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:31


إِذَا مَاتَ اْلإِنْسَانُ فَقَدْ قَامَتْ قِيَامَتُهُ(الديلمي عن أنس)


(İzâ mâte’l-insânü) “İnsan öldüğü zaman, (fekad kàmet kıyâmetühû) onun kıyameti kopmuştur.” Bitti onun işi... Öldü, kıyameti koptu.

Arkadaşlar, bu dünya hayatı bizi aldatıyor.

“—Bu hayat çekilmez! Allah yolunda öleyim daha iyi, kurtulmuş olurum!” Bazısı ölümü bir kurtuluş olarak görebilir. Dünyanın öyle kahırlı yerleri var. Afrika’da açlık var. Hindistan’da, Bangladeş’te, Çin’de, Kafkasya’da, Çeçenistan’da, Bosna’da, Hersek’te hayat bu kadar tatlı, bu kadar rahat, bu kadar huzurlu değil.

Bu hayat bizi aldatıyor. Güzelleştikçe, daha çok aldatıyor. Hasta olsak, ızdırab içinde olsak, azab karşısında olsak, işkenceye maruz olsak; belki bu dünyayı bu kadar sevmeyeceğiz. Belki bizim tehlikemiz, Çeçenistan’daki müslümanın, Rusya karşındaki tehlikeli durumundan; Bosna’daki müslümanın, Sırpların hunharlığının karşısındaki durumundan; belki biz daha büyük tehlikedeyiz de, farkında değiliz.



31 Lafız farkıyla: Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.I, s.285, no:1117; Enes ibn-i Mâlik RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.XV, s.1072, no:42748; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.1615, no:2618; Süyûtî, Câmiu’l-Ehàdîs, c.IV, s.65, no:2781.

288

Çünkü dünya bize daha çok gülüyor burada, daha çok bizi kendisine bağlıyor, daha çok sevdirtiyor, àşık ediyor:

“—Allah Allah, ne güzel yer yahu! Toowoomba’nin bu kadar güzel olduğunu bilmiyordum. Melbourne da güzel, Sydney de güzel amma; gel ille velakin, Toowoomba daha güzel. Tulumba tatlısı gibi içi vıcık vıcık şerbet dolu… Daha güzel!” Daha güzel de, daha çok aldatıyor bizi. Biliyoruz ki, vallahi billahi öleceğiz. Vallahi billahi cennet, cehennem, ahiret var. Vallahi billahi, mahkeme-i kübra var. Vallahi billahi tallahi, insan bu dünyada yaptığı her şey teraziye konulacak. Sevaplar, günahlar tartılacak, ter ter terleyecek. Ter kimisinin dizine kadar gelecek, kimisinin göğsüne kadar gelecek, kimisinin ağzına kadar gelecek, ağzını tıkayacak. Kulağı hizasına gelecek. Güneşin yakınlığından, Güneş yaklaştırılacak mahşer yerine, beyni fokur fokur kaynayacak. Gölge arayacak. Binlerce yıl bekleyecek. Cenâb-ı Hakk’ın divanında, mahkeme-i kübra için tir tir titreyecek. Tir tir titreyecek. Muhakeme olacak, günahları ortaya saçılacak. Mahşer halkı kendisine bakacak. Baş ucuna bir azim melek dikilecek, hesabı görüldükten sonra:

“—Filanca kimse bahtiyar oldu; hesabı iyi, cennetlik oldu!” diye bağıracak.

Herkes hayran olacak. Hesabı kötü olan kimse için de, Aynı melek:

“—Falanca mahvoldu, hesabı fena oldu; filanca cehenneme gidecek!” diye bağıracak yüksek sesle.

Haraç mezat satış yapıldığı gibi. Dün okudum bu hadis-i şerifi.


Melek bağıracakmış. Yüksek sesle bağıracakmış. Bütün mahşer halkı duyacakmış. Falanca adam mahvoldu, hapı yuttu, cehennemlik oldu diye melek bağıracakmış. Olmayacak şeyler mi acaba bunlar? Yani, boş mu verelim? Bu haberleri kulağımızın arkasına mı atalım? Bu peygamberler, bu haberleri getiren insanlar, hayalperest insanlar mıydı acaba? Bunların hepsi boş mu acaba? Bırakalım bir kenara da yahu. Yaşamımıza mı

289

bakalım. Ne dersiniz? Akıllıca olarak bu dünyaya gelmişiz arkadaş, keyfimize mi bakalım yahu? Paramız var, yiyelim içelim mi?


Gülelim oynayalım, kâm alalım dünyadan,

Mâ-i tesnîm içelim çeşme-i nev-peydâdan, Görelim âb-ı hayât aktığın ejderhadan;

Gidelim serv-i revânım yürü Sa’d-âbâde...


Acaba bu mu akıllıca şey? Ya doğru söylemişse Peygamberler. Ey kâfir, ya peygamberler doğru söylediyse; ne yapacaksın sen?

İnanmıyorsun, iki ihtimal var. Ya senin inandığın gibidir, ya da yanılıyorsun. Ya doğruysa o peygamberlerin sözü ki doğru. Olacak. Ne yapacaksın sen? Hapı yuttun sen! Ey kâfir, sen hapı yuttun! Sen akıllıca iş yapmadın. Sen en korkunç aptallığı işliyorsun, sen kendini mahvediyorsun. Nefsine zulmediyorsun, sen kendi kendini mahvediyorsun. Sen kendini helâk ediyorsun.

İşin doğrusu bu… Kırk defa irdeleyin, bu problemin sağlamasını yapın, sonuç doğru; işin doğrusu bu.

Madem işin doğrusu budur ve madem biz Allah’ın mü’min yaratılmış, mü’min yaşayan kullarıyız; mü’min olarak ölelim! Bu fani dünyaya aldanmayalım, ahiretimizi kurtarmağa bakalım! Allah yardımcımız olsun...

Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!

El-fâtihah!


01. 01. 1997 - İşrâk Sohbeti

Toowoomba / Avusturalya

290
15. TÜRKİYE’DE YAPILAN HİZMETLER