34. ALLAH’A TEVEKKÜL EDİN!

35. ALLAH’TAN UZUN ÖMÜR İSTEYİN!



Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.

Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh... Kemâ yenbağî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultànih... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l- âhirîn... Ve eşrefi’l-mürselîn, ve imâmi’l-müttakîn, muhammedini’l-mustafâ... Ve alâ âlihî, ve sahbihî, ve men tebiahû bi-ihsânin ecmaîn... Emmâ ba’dü, fekàle rasûlü’llàh salla’llàhu aleyhi ve sellem:


a. Yöneticiliğin İncelikleri


Rasûlüllah SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:76


مَنْ وَلِيَ مِنْ أُمُورِ الْمُسْلِمِينَ شَيْئًا، فَحَسُنَتْ سَرِيرَتَهُ، رُزِقَ الـْهَيْبَـتَ مِنْ


قُلُوبِهِمْ؛ وَ إِذَا بَصَطَ يَدَهُ لَهُمْ بِالْمَعْرُوفِ، رُزَقَ الْمَحَـبَّةَ مِنْهُمْ؛ وَ إِذَا وفَّرَ


عَلَيْهِمْ أَمْوَالَهُمْ، وَفَّرَ اللهُ عَـلَـيْهِ مَالَهُ؛ وَ إِذَا اَنـْصَـفَ الـضَّعِيـفَ مِنَ الـْقـويِّ،


قَوَّى اللهُ سُلْطَانَه؛ وَإِذَا عَدَلَ فِيهِمْ، مُدَّ فِي عُمْرِهِ (الحكيم والديلمي


عن ابن عباس)


RE. 446/10 (Men veliye min umûri’l-müslimîne şey’en, fehasünet serîretuhû, ruzika’l-heybete min kulûbihim; ve izâ besata yedehû lehüm bi’l-ma’rûfi, ruzika’l-mahabbete minhüm; ve izâ



76 Hakîm-i Tirmizî, Nevâdîru’l-Usül, c.II, s.124; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.VI, s.20, no:14631.

569

veffera aleyhim emvâlehüm, veffera’llàhu aleyhi mâlehû; ve izâ ensafa’d-daîfe mine’l-kaviyyi, kavva’llàhu sultànehû: ve izâ adele fîhim, müdde fî umrihî) Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl. Deylemî İbn-i Abbas RA’dan rivayet eylemiş. Peygamber SAS Efendimiz, müslümanların başına işlerini idare etmek için görevli olarak gelen kimselerle ilgili, bize müjdeli bilgiler lütfediyor. Buyuruyor ki:

1. (Men vülliye min umûri’l-müslimîne şey’en) “Kim ki müslümanların umûmî işlerinden herhangi birinin başına veliy-yi emr olarak, işin yöneticisi olarak, genel müdürü olarak, bakanı olarak, vekili olarak getirilirse; (ve hasünet serîretühû) adamın niyeti iyiyse, iç dünyası, kalbi temizse, güzelse; görev başına getirilen adam eğer iyi niyetliyse, içi temizse; (ruzikal-heybete min kulûbihim) Allah müslümanların kalbinde ona karşı bir saygı ihsan eder. Bir hatırı, heybeti olur müslümanların üzerinde... Mü’minler onu saygıyla görürler, ona saygıyla bakarlar. Gözlerine heybetli görünür, izzetli görünür, hoş görünür; saygıdeğer bir insan olarak görünür.”


2. (Ve izâ besata yedehû lehüm bi’l-ma’ruf) “Şeriatın ve aklın iyi gördüğü işlerde onlara iyilik elini uzatırsa, iyilikler yaparsa; yönetici olarak, idareci olarak, vâli olarak, başkan olarak, kaymakam olarak, genelmüdür olarak —ne ise— elini açar, müslümanlara iyilik yaparsa; (ruzika’l-mahabbete minhüm) bu sefer Allah-u Teàlâ Hazretleri, müslümanların kalbinde ona karşı saygının yanında sevgi de ihsan eder, sevmeye de başlarlar.” Hem sayıyorlar, gözlerine gönüllerine hürmetli, izzetli bir insan olarak, itibarlı bir insan olarak görünüyor, hem de bu sefer severler.

Neden? Çünkü;


انسان عبيد الإ حسان


(El-insânü abîdü’l-ihsân) denmiştir. İnsanoğlu iyilikten memnun olur. İyilik yapıldı mı kendisine, iyilik yapanın kulu

570

kölesi olur. “Emret kardeşim, emret ağabey, emret arkadaşım!” der, iyilik yapanı sever. İyilik gördüğü kimseye, o da iyilik yapmak ister.

“—Kulun olayım, kölen olayım emret! Bendeniz...” der.

Bendeniz ne demek? Köleniz demek.

“—Emredin bendenize, ne isterseniz yapayım!” der.

İnsanoğlu iyilikle yola gelir. İyilik yaptıkça:


هَلْ جَزَاءُ الإِحْسَانِ إِلََّ اْلإِحْسَانُ (الرحمن:٠٦)


(Hel cezâü’l-ihsâni ille’l-ihsân) “İyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey midir?” (Rahmân, 55/60) Mutlaka, iyilik yapan iyilik görür. Mutlaka, hayır eken hayır biçer. Mutlaka uygun iş yapan, uygun bir muameleyle karşılaşır. Kur’an’ın hükmü böyle...


وَأَنْ لَيْسَ لِلإِنْسَانِ إِلََّ مَا سَعَى (النجم:٩٣)


(Ve en leyse li’l-insâni illâ mâ saà) “İnsan neye yönelir, neye gayret ederse, onun karşılığında Allah onun umduğu, istediği, yöneldiği şeyi veriyor.” (Necm, 53/39)


Bir de sevgi hasıl oldu mu adama karşı; hem sayıyorlar, heybetli görüyorlar, hem de seviyorlar. İki.

3. (Ve izâ veffera aleyhim emvâlehüm, veffera’llàhu aleyhi mâlehû) “Beytü’l-mâli müslimîni, müslümanların umûmî servetlerini, vergilerle vs. ile toplanan paraları iyi idare eder, ülkeyi zenginleştirirse, mü’minleri zengin ederse; Allah onu da zengin eder, zenginlik de verir.”

“—Allah râzı olsun şu idareciden yâ, ne mübarek adam! Geldi, bereketimiz arttı, memleket mâmur oldu, bollandı, geçimler rahatlandı. Herkes halinden hoş, memnun duruma geldi.” dedirtebilirse, Allah ona da zenginlik verir.


4. (Ve izâ ensafe’d-daîfe mine’l-kaviyyi) “Haksızın karşısında

571

adaletle, zayıfı tutar da, kuvvetlinin karşısında bile zayıfın yanında yer alır da adaletle, insafla muamele ederse...” Yâni zengin diye adamın kürküne bakmıyor, kavuğuna bakmıyor, mevkiine, makamına bakmıyor; haksızsa, cezasını bastırıyor. Zayıfı ezdirtmiyor, zayıfı hor tutmuyor.

“—Bu adamın arkası yok, kuvvetli değil, zayıf, aciz... Şu da zengin, kuvvetli… Şu zengini aman darıltmayayım, fakir ne olursa olsun!” demiyor.

Bakıyor ki fakir haklı, zenginin canına okuyor. İtibarlının, çete reisinin, ağanın, paşanın... ne ise karşısındaki, “Ver bakalım şu fakirin hakkını!” diyor, fakirin yanında yer alıyor. Korkmuyor kuvvetliden, bastırıyor.

“Kuvvetli ama haksız kimsenin karşısında, zayıf ama haklı kimseyi tutuyorsa; (kavva’llàhu sultànehû) o zaman, Allah onun gücünü kuvvetini arttırır, saltanatını, idaresini kuvvetlendirir.” Devlet başkanıysa, saltanatı, sultanlığı kuvvetli olur.


5. (Ve izâ adele fîhim) “Onların hepsine adaletle muamele ederse, adil bir idareci veya devlet başkanı, hükümdar olursa, (müdde fî umrihî) ömrünü de Allah uzatır.”

Oh ne güzel, ne mutlu! Hem sayılıyor, hem seviliyor; hem kendisinin malı, serveti helâl tarafından çoğalıyor. Hortumlama yoluyla değil, çalma çırpma yoluyla, rüşvet yoluyla değil; helâlinden malı da çoğalıyor. Hem de zayıfı tutarsa, ezdirmezse; kuvvetli haksızsa, ona yüz vermiyor, karşısında durabiliyorsa; saltanatı da kuvvetleniyor, ömrünü de Allah uzun eder.


b. Uzun Ömrün Faydası


Müslümanın ömrü uzun oldu mu, ne olur biliyor musunuz?

Sevabı artar. Müslümanın ömrünün uzun olması çok iyi... Allah’tan hayırlı uzun ömür istemek lâzım! Neden?

Bir kabîleden iki kabîledaş müslüman oldular, İslâm’a girdiler. Tamam, müslüman oldular, Allah razı olsun, radıyallàhu anhümâ... Bir savaşta bir tanesi öldü, şehid oldu. Maşâallah,

572

Allah şefaatine erdirsin... Şehid oldu, şehidlik mertebesine erdi. Şehidlerin mertebesi çok yüksek...

Ötekisi bir sene daha yaşadı. Bir sene sonra tabii bir şekilde, harpte darpte değil de sulh içinde vefat etti. Evinde, köyünde olağan bir şekilde ruhunu teslim etti, vefat etti.

Aşere-i Mübeşşere, (Rıdvanullàhi aleyhim ecmaîn) hani hayattayken on kişi hakkında Peygamber Efendimiz bu cennetliktir diye söyledi. (Ebû bekrin fîl-cenneh) Ebû Bekir cennetlik. (Umerun fîl-cenneh, usmânü fil-cenneh, aliyyün fîl- cenneh...) Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Sa’d, Saîd... Rıdvanullâhi aleyhim ecmain, on kişi.


Bu aşere-i mübeşşereden birisi bir gece rüyada bu ikisini gördü. Şehid olanla, bir sene sonra öleni gördü. Bir sene sonra ölene baktı, şehidden daha yüksek makamda... Makamı, mertebesi, derecesi daha yüksek... Hayret etti.

Peygamber Efendimiz’e rüya anlatıldı. Dedi ki:

“—Bir sene daha yaşadı. Daha çok namaz kıldı, oruç tuttu, ibadet etti bir senelik ömründe... Ondan makamı şehidi geçti.” dedi.

Peygamber Efendimiz’in yanında, mescidinde asr-ı saadetinde bir sene daha yaşamak, hem de Rasûlüllah’ın sevdiği şekilde yaşamak, ne devlet, ne nîmet... Şehidin mertebesinden daha

yukarıya çıktı.


Onun için, Allah’tan uzun ömrü istemek lâzım! Hem de şu bakımdan istemek lâzım: Bir müslüman kolay yetişmiyor muhterem kardeşlerim; zor yetişiyor. Bilgileri zor topluyor, kemâle zor eriyor, zor olgunlaşıyor. Erik, incir, üzüm onbeş günde, yirmi günde olgunlaşır. İnsanoğlu kırk yılda olgunlaşıyor. Kırk yıl geçiyor, ondan sonra olgunlaşıyor, dünyayı anlıyor; dünya fâni, hayat boş, ahiret bâkî, cennet hoş... İnsanın aklı varsa cennet için çalışmalı! Varsa yoksa, Cenâb-ı Hakk’a güzel kulluk etmekte fayda var. Dünyaya dalmakta bir fayda yok... Ehl-i dünyanın kazandığı her

573

şey dünyada kalacak. Mühim olan ahireti kazanmak... Ha adam uyanmış, hayatın mânâsını anlamış, imtihan olduğunu bilmiş, işi temelinden kavramış; tamam yaşasın... Ya ya ya, şa şa şa, çok yaşa! İşte bu çok yaşasın... Yâni falanca gol kralı, filanca kaleci, filanca santrafor yaşayacağına, asıl bu müslüman yaşasın! Yâni İslâm’a hizmet etsin...


Çünkü mübarek adam olgunlaştı; tadına doyum olmuyor, bıktırmıyor. Tadı baldan tatlı ama, bıktırmıyor. Baldan bir kaşık yiyorsun, ikincisini yerken kulakların kızarmaya başlıyor, fazla yiyemiyorsun. Üç kaşık kaçırırsan, geceleyin yorganı tepiyorsun, camı açıyorsun, ayağını suya sokuyorsun, ıslatıyorsun... Bilmem ne...

Ama bu adam baldan tatlı ama, bıktırmıyor. Söylediği her şey insanı doğru yola sevk ediyor, faydalı oluyor. Yaptığı her iş çevresine yarıyor, arkasında hayırlı eserler bırakıyor, hayırlı evlatlar bırakıyor. Mübarek otursa, kalksa, yatsa, uyusa, uyansa, konuşsa, sussa... her şeyinden fayda oluyor. Maşâallah hayır madeni... Maşâallah nur menbaı... Saçı sakalı da ağarmış, olmuş mu bir nur. Cismi nur, gönlü nur, her şeyi nur… Yaşasın! Ya ya ya, şa şa şa, sen çok yaşa, sen çok yaşa! Asıl bunun çok yaşaması lâzım! Çok faydalı...


c. Vücut Bize Emanettir


Bunun için ne yapmak lâzım? Herhalde, sigarayla ciğerleri zifir doldurmak lâzım değil... Herhalde, kahve köşelerinde ömrü çürütmek lâzım değil... Herhalde uyuşturucu zehir kullanıp da vücudu, beyni koflaştırmak, uyuşturmak lâzım değil... Herhalde sefahatte, meyhanede, çapkınlıkta vücudu yıpratmak lâzım değil... Kesin.

Bir adamın resmini gösterdiler televizyonda... Adam dememek lâzım, genç otuz bilmem kaç yaşında. Beli iki kat olmuş, yerde bir şey arıyor gibi beli biraz kıvrılmış. Neden? Hızlı yaşamış, frensiz yaşamış, direksiyonsuz yaşamış, dümensiz yaşamış; oraya

574

çarpmış, buraya çarpmış, vücudunu yıpratmış... Otuz küsur yaşında, olmuş yetmiş beşlik, seksenlik müslüman ihtiyar gibi. Onun yaşının üçte biri kadar, yarısı kadarken şu can emanetini, vücut emanetini koruyamamış.


نَفْسُكَ مَطِيَّتُك، فَارْفَقْ بِهَا!


(Nefsüke matıyyetüke, fe’rfak bihâ) [Nefsin senin bineğindir, ona rıfk ile muamele eyle, yumuşak davran!] Allah onu emanet olarak, binek olarak verdiği vücud emanetini yıpratmış. Bunun sorumluluğu yok mu? Korkunç sorumluluğu var. Emanete hıyanet bu…

“Sen emanete hıyanet ettin. Doktorların tavsiyesinin, tabiplerin tavsiyesinin dışında her türlü şeyi yaptın. İçme denileni içtin, yapma denileni yaptın, yeme denilen haltı yedin... Ondan sonra vücudunu yıprattın, emanete hıyanet ettin. Gel bakalım, niye bu emanete hıyanet ettin?” diye Allah ceza verir.

Ondan da cezâ verir. Çünkü vücud bir emanet. “Vücud cûd-u ilâhi, hayat bahş-ı kadîm...” Hepsi Cenâb-ı Hakk’ın, senin bir şeyin yok ki! Hepsi Cenâb-ı Hak Teàlâ’nın...

Ne güzel söylemiş şair:


Cânı cânan dilemiş, vermemek olmaz ey dil,

Ne nizâ eyleyelim, ol ne senindir ne benim!


Ne demek şu Osmanlı şairinin sözü: Cânı cânan istemiş, canını bana ver demiş. İnad etme, vermem deme, vermemek olmaz. Niye olmaz? Ne nizâ eyleyelim, ne boşuna münakaşa edip çekişip duralım; o ne senindir, ne benim... Zaten onun, istemiş, vereceksin.

“—Bu cânan kim hocam, bu cânan kim? Öyle ipek saçlı, selvi boylu, elma yanaklı, kiraz dudaklı, ok kirpikli, keman kaşlı... Eyvah, kaş keman, kirpik ok… Çekti mi, zınk diye saplanıyor karşı tarafın gönlüne... İnci dişli, hoş halli bir kimse mi?”

575

Asıl sevgili, asıl mahbûb, asıl cânan, cân-ı cânân, canlar canı alemlerin Rabbi... Her türlü güzelliğin sahibi, her türlü kemâlâtın mâliki, her güzeli yaratan, yeri göğü donatan, ağaçları çiçeklerle bezeyen, şu kâinâtı en güzel nizam ile halkeden, bedîu’s-semâvâti ve’l-ard, tebârekâ’llàhu ahseni’l-halikîn Allah-u Teàlâ Hazretleri. Mahbûb-u hakîkî o...

Ötekiler yalancı, mecâzî, yalancı meme... Çocuğun ağzına koyuyorlar, oyalıyorlar. Em bakalım! “Cukkada cukkada... Cukkada cukkada...” Çocuk şakır şukur, şakır şukur emiyor. Ağzından aldığın zaman da aranıyor bebek... Aldatıyorlar seni, yalancı meme... Ne olacak; süt yok, bir şey yok, yalancı meme... Biraz kandırmak için bala banarlar, azcık şöyle tatlı olsun diye, plastikten meme... Ananın ak sütü gibi olur mu, hakîkî meme gibi olur mu? Olmaz.


Asıl sevilecek, her türlü güzelliğin yaratıcısı olan ve her türlü güzelliğe sahip olan, (lehü’l-esmâu’l-hüsnâ) en güzel sıfatlarla muttasıf olan, en güzel sıfatların mâliki olan Allah-u Teàlâ Hazretleri... Anlayan anlar, anlamayan ömrünü gafletle geçirir. Sonra çok pişman olur.


d. Ahiret Körlüğü


O perdelerin arkasındaki güzeli, asıl güzeli, asıl mahbûbu göremeyene yazıklar olsun! Göremeyenlere Allah hidayet versin... Hidayet üzere değil, göremiyor. Cenâb-ı Hak niye görünmüyor?


لََ تُدْرِكُهُ اْلَْبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ اْلَْبْصَارَ (الْنعام:٣٠١)


(Lâ tüdrikühü’l-ebsàr, ve hüve yüdrikü’l-ebsàr) [Gözler onu göremez, halbuki o gözleri görür.] (En’am, 6/103)


وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَاكُنْتُمْ (الحديد:٤)

576

(Ve hüve meaküm eyne mâ küntüm) [Nerede olursanız, o sizinle beraberdir.] (Hadîd, 57/4)


هُوَ الْحَقُّ الْمُبِينُ (النور:٥٢)


(Hüve’l-hakku’l-mübin) (Nur, 24/25) O apaşikâr, karîb ü mücîb, yakın ve bizimle her yerde her zaman beraber. Niye biz göremiyoruz? Kendisine bu kadar yakınken, niye göremiyor insanlar?


وَنـَحْنُأَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ ( ق:٦١)


(Ve nahnü akrabu ileyhi min hablil-verîd) [Biz ona şah

damarından daha yakınız.] (Kaf, 50/16) Şah damarından daha yakın olan Mevlâsını insanoğlu neden göremiyor?

Gafletten dolayı. Gaflet perdeleri, gözünün önüne kat kat çekilmiş. Bir tane perde olunca arkasının şeffaflığı görünüyor ama, şekiller görünmüyor. Orada ne var, ağaç mı var, çiçek mi var, görünmüyor. Bir tane daha olsa, ışık da görünmez. Bir tane daha olsa, bir tane daha olsa, gaflet perdeleri arttıkça etraf görünmez oluyor, gerçekler görünmez oluyor. Gözünü gaflet iyice bürüdüğü zaman, hiç bir hakikati görmüyor. Kapkara bir iç dünyası oluyor, taş gibi bir kalp oluyor, kör gibi çok yanlış yollara yöneliyor. Eliyle etrafı yoklaya yoklaya yürürken, ömrünü kör gibi geçiriyor. Sonunda da eliyle duvarı yoklaması fayda vermiyor, ayağının altı bir kayıyor, uçuruma yuvarlanıyor. Kör, a’mâ olarak ölüyor.

“—Yok hocam, ben o öleni bilirim; o ölen kör değildi, kömür gözlüydü, kara kaşlıydı, kara gözlüydü, yakışıklıydı...”

Asıl görmek, gerçekleri görmek. Gerçekleri görmedi, imana

gelmedi, mü’min olmadı, kâfir olarak öldü. Allah onu ahirette nasıl haşredecek:

577

وَمَنْ كَانَ فِي هَذِهِ أَعْمٰى فَهُوَ فِي اْلآخِرَةِ أَعْمٰى وَأَضَلُّ سَبِيلًَ

(الَسراء:٢٧)


(Ve men kâne fî hâzihî a’mâ fehüve fil-âhireti a’mâ ve edallü sebîlâ.) “Bu dünyadayken imana gelmemiş olan kimse ahirette de, dünyanın iman körü, ahirette de kör olacak. Ve daha yolunu şaşırmış durumda olacak ahirette, ne yapacağını bilmez durumda olacak.” (İsrâ, 17/72) Ve, diyecek ki:


قَالَ رَبِّ لِمَ حَشَرْتَنِي أَعْمَى وَقَدْ كُنتُ بَصِيرًا (طه:٥٢١)


(Kàle rabbi lime haşertenî a’mâ ve kad küntü basîrâ.) “Yâ Rabbi, ben dünyadayken çok iyi görüyordum.” Basîr demek, çok iyi gören demek; mübalağa sîgası. “Çok iyi gören bir insandım, gözüm fıldır fıldır dönüyordu, bir sağa bakıyordum bir sola, bir yukarı, bir aşağı... Her şeyi çok iyi görüyordum, uzaktan görüyordum. (Lime haşertenî a’mâ) Şimdi benim burada gözlerim görmüyor artık. Hiç bir şey görmüyorum. Niye beni a’mâ olarak haşrettin yâ Rabbi?” diyecek. (Tàhâ, 20/125) Allah-u Teàlâ Hazretleri de buyuracak ki:


قَالَ كَذَلِكَ أَتَتْكَ آيَاتُنَا فَنَسِيتَهَا وَكَذَلِكَ الْيَوْمَ تُنسٰى (طه:٦٢١)


(Kàle kezâlike etetke âyâtünâ fenesîtehâ) “Benim delillerim, belgelerim, bilgilerim, ikazlarım, ayetlerim sana geldi. Onları sana anlattıkları halde kulağında durmadı. Bir kulağından girdi, bir kulağından çıktı, unuttun. (Ve kezâlike’l-yevme tünsâ.) Sen misin dünyada Allah’ın ayetlerini dinlemeyen, kavramayan ve unutan; bu gün de sen unutuldun! Sen rahmeti umma, hatırlanılıp da rahmete erdirilirim sanma; bu gün sen unutulmuş olacaksın!” diyecek Allah-u Teàlâ Hazretleri. (Tàhâ, 20/126)

578

Demek ki, asıl görmek imanı görmekmiş, İslâm’ın hak olduğunu anlamakmış, imana gelmekmiş. Onu göremeyen, kör demekmiş.

Aksine çiçek hastalığı gelmiş, trahom hastalığı gelmiş, üç yaşındayken çocukcağızın iki gözü kör olmuş. Gözlü olarak doğmuş ama, bir hastalık gelmiş, iki gözü a’ma... Ne yapalım bu a’mayı? Kabiliyetli, bilgili; söyleneni aklı alıyor, ezberliyor. Haydi bunu ilme verelim! Hocaya göndermişler. Öteki öğrenciler, “Efendim hocam, anlamadım, bir daha söyle!” derken, bu şıp anlıyor. Vay be, sınıf birincisi! Benim mezun olduğum yıllarda, bir sene, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin birincisi iki gözü a’mâ bir çocuktu. Hukuk Fakültesini dört senede bitirmek çok zor bir şeydi. Hukukçu var mı içimizde, şöyle bir bakıyorum... Çok fırın ekmek yemek lâzımdı. Nah bu kadar bu kadar, kalın kalın kitapları ezberlettiriyorlar. Roma hukuku, ezberle; cezâ hukuku, ezberle; bilmem ne hukuku, borçlar hukuku... Kitabı gördüğün zaman, alimallah beton biriket gibi, kocaman... Onların hepsini ezberletiyorlar, kolay değil.

Onun için, kimisi altı senede bitiriyor, kimisi sekiz senede bitiriyor hukuk fakültesini... Kimisi de on sekizinci senede, hukuk fakültesinde okuyor hâlâ... “Benim oğlum binâ okur, döner döner gene okur.” Ha babam, de babam...

“—Bana para gönder, bir tarlayı daha sat, imtihanlarım az kaldı, bitireceğim. Hukuku bitireceğim avukat olacağım, hakim olacağım...”

Babası paraları gönderiyor memleketten. O da barda, pavyonda yiyor. On sekiz senedir hukuk fakültesinden diploma alamamış.


Bilmiyorum şimdi, uzun yıllar öğrenci olanları hâlâ öğrenci tutuyorlar mı, yoksa arka kapıdan, “Haydi bakalım dışarı!” diyorlar mı? Mevzuat değişti mi bilmiyorum. Ben eskiden böyle çok uzun yıllar hukuk fakültesinde okuyup da, saçlarına ak düşmüş öğrenciler biliyorum. Yâni o zamandan tanıyorum. Ama o,

579

hukuk fakültesinin birincisiydi.

Ne demek istiyorum: A’mâ ama meziyetleri var... Çiçek hastalığı geçirdi, iki gözü korunamadı, kör oldu çocukcağızın. Mektebe verdiler okudu, Kur’an öğrettiler, hafız oldu, kuvvetli hafız oldu. Hafız Kâni Karaca,77 meşhur. Hafız Kâni Karaca nedir? A’ma... İki gözü görmüyor, hafız olmuş. Öyle çok misaller var.

Bizim İskenderpaşa Cami- si’ne bir hafız gelirdi. Böyle deynekle pat pat yere vurarak... Bazen de koluna birisi girer, öyle gelirdi. Hafız camideyken, evine hırsız girmiş, hafızın malını mülkünü çalacak.

Bu da namazdan dönmüş, anahtarla kapıyı açmış, kapıda bir duraklamış; içeride birisi var. A’mâ... A’mâ ama, gözü görenden daha iyi hissetmiş. Hisleri çok kuvvetli oluyor. A’mâ adam, koca evin içinde hırsızı kaçırtmamış, yakalamış. Babayiğit de, güçlü, kuvvetli... Koca evin içinde hırsızı yakalamış, sürükleyip



77 Kâni Karaca (1930-2004): Türk hâfız ve mevlithan. 1930’da Adana-Adalı Köyü'nde doğdu. Üç dört aylık iken üvey annesi tarafından gözüne sürülen madde sebebiyle gözleri görmez oldu. İlkokulda okurken, aynı zamanda köyün imamı olan öğretmeninden ders alarak Kur’an’ı hıfz etti. 1950’de İstanbul’a geldi. Bir süre Sadettin Kaynak’la çalışarak üslûp ve tavır bilgileri öğrendi. Dinî mûsikî çalışmalarını daha sonra, üslûp ve tavır yönünden çok etkilendiği Yeraltı Camii imamı ve hatibi ünlü hafız Ali Üsküdarlı’nın öğrencisi olarak sürdürdü.

Hocaları hafız Ali Üsküdarlı, hafız Sadettin Kaynak, Halil Nuri Poyraz, Sadettin Heper idi. Radyo programları, konserler, kudüm öğretmenliği, mevlidhanlık ile 50'lerin sonundan vefatına kadar Türk musikisinin çok çeşitli türlerinde eserler verdi. Mevlana anma törenlerinde vazgeçilmez bir yeri vardı. İstanbul tilavet geleneğinin son temsilcisi idi. Doğaçlama üstadı Kani Karaca şarkı formu dışında Kur'an, mevlid, kaside, gazel, ezan, semai okudu. 30 Mayıs 2004’te İstanbul’da vefat etti.

580

götürmüş, karakola teslim etmiş.

Ne demek istiyorum? Hafız olur, âlim olur, àbid olur, zâhid olur, Allah’a güzel kulluk eder, Allah cennetlik eder. Hele gözünü kaybettiğine, kaderin bu cilvesine sabredene, kaderin bu yazgısını kabul edene; Allah’a âsî olmayan, “Ne yapalım, kaderim benim buymuş.” diyene, razı olana, mükâfat cennetten başka bir şey değil. Allah iki mübarek gözünü, sevgili uzvunu aldı mı, sabredene mutlaka cenneti veriyor.


Onun için, yine Aşere-i Mübeşşere’den bir zâtın [Sa’d ibn-i Ebî Vakkas RA], ömrünün sonlarına doğru iki gözü görmez olmuş. Kime dua ederse, duası tutuyormuş. Hastalar geldiği zaman, okuduğu zaman hasta iyi oluyor. Birisi dua istediği zaman, dua ediyor, istediği oluyor. Tanınmış, mübarek insan. Duası müstecâb, makbul, ne dua etse oluyor. Mücerreb, tecrübe edilmiş yâni, bu böyle. Birisi demiş ki:

“—Yâ kendine dua etsene! Allah gözünün görme kabiliyetini aldı, görüyordun, görmez oldun. Dua edip de, gözünün açılmasını, görmesini Allah’tan istesene...”

Demiş ki mübarek:

“—Ben Allah’ın takdirini, gözümün nurundan daha çok severim!”

Allahu ekber! Söze bak: “Ben Cenâb-ı Hakk’ın takdirini, gözümün nurundan daha fazla severim!” demiş. “O öyle takdir eylemiş.” demiş.


İnsanın gözü görmez olunca, kalp gözü açılır. Gönül gözü açıldı mı, neler görür. Bu gözleri gören insanların çoğunun, kalp gözünün görme kabiliyeti zayıftır. Çalıştırmıyorlar. Dış gözü kullandıklarından iç göz çalışmıyor, görmüyor. Ama kalp gözü açıldı mı, böyle a’mâ durur:

“—Es-selâmü aleyküm!” dersin,

“—Ve aleyküm selâm ve rahmetullah Es’ad Coşan!” der.

Nereden tanıyor? Gönül gözü açık. Nereden başladık da, nereye geldik, vakit de nereye geldi bilmem ama; bu dünyada

581

görmediği halde ahirette görüp cennetlik olacak insan var... Bu dünyada gözleri gördüğü halde, hakikatleri görmediği için ahirette a’mâ olarak haşrolacak bahtsızlar da var. Yazık, zavallı! Asıl zavallı onlar...

Allah bizi, gerçekleri gören, hayatın mânâsını iyi anlayan, kendisinin asıl bu dünyadaki işinin, asıl vazifesinin, asıl temel görevinin Cenâb-ı Hakk’a güzel kulluk etmek olduğunu kavrayıp da, ömrünü Cenâb-ı Hakk’a güzel kulluk etmekle geçirenlerden eylesin...


اللهم اعِنِّى عَلٰى أَدَاءِ شُكْرِكَ، وَذِكْرِكَ، وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ (خط. الديلمى عن ابى سعيد)


RE. 434/1 (Allàhümme einnî alâ edâi şükrike, ve zikrike, ve hüsni ibâdetike)78 Yâ Rabbi seni güzel güzel zikretmekte, senin verdiğin nimetlere cân u gönülden, tatlı tatlı şükretmekte, ve sana şöyle senin istediğin vech ile güzel ibadet etmekte bize yardım eyle, tevfîkini refîk eyle de, yapabilelim! Şeytana kanmadan, nefse aldanmadan, fânî hayatın aldatıcı lezzetlerine takılıp kalmadan, ahireti unutmadan, sana güzel kulluk etmeyi bizlere nasîb eyle yâ Rabbi!

Bi-hürmeti’smike’l-a’zam, ve bi-hürmeti nebiyyike’l-ekrem, ve bi-hürmeti esrârı sûreti’l-fâtihah!


08. 01. 2001 - Brisbane / AVUSTRALYA



78 Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.V, s.157, no:2600; Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.II, s.234, no:3901; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXI, s.123, no:23122.

582
36. AHİR ZAMANDA YÖNETİCİLER