12. ZİKRİN SEVABI
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.
Bi’smil’lâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh... Kemâ yenbağî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultànih... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’d-dîn. Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Allah-u Teàlâ Hazretleri ibadetlerimizi kabul eylesin... Aciz ve nâçiz ibadetlerimizi engin rahmetine ermemize vesile eylesin... Bize lütfuyla muamele eylesin...
a. Sabah Namazından Sonra Zikir
Bilmeyenler için tekrar olsun diye söylüyorum:
Hazret-i Ömer RA’ın rivayet ettiğine göre, Peygamber SAS Efendimiz Medine-i Münevvere’den bir askeri müfreze tertip eyleyip, kâfir, müşrik, İslâm düşmanı kabilelerden birisinin üzerine gönderdi. Bu müfreze, bu askerler savaşa gittiler ama, çok kısa zamanda ve çok ganimetler, esirler almış olarak, zafer kazanmış olarak döndüler. Ordu böyle muzaffer ve muğtenim, ganimetler kazanmış olarak dönünce, ravilerin rivayet ettiğine göre, ordunun o dönüşü esnasında Ebû Bekr-i Sıddîk RA:
“—Oh oh, maşâallah! Ne kadar kısa zamanda, ne kadar büyük zafer; ne kadar güzel!” deyince;
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:
“—Ben size bundan daha büyük bir ganimet bildireyim mi?”
“—Buyur, bildir yâ Rasulallah!” demişler.
“—Bir insan sabah namazından sonra oturup zikrullahla meşgul olur, güneşin doğmasından sonra, kerahat vakti çıkınca kalkar da iki rekat namaz kılarsa; bu onun için, bu ordunun kısa zamanda gidip dönüp, ganimetlerle, zaferle gelmesinden daha kârlı olur.”
Dünkü hadis-i şerifte de, Enes RA’dan rivayet edilen hadis-i şerifinde de nakletmiştik ki: “Bir hac ve umre sevabı alır.” “İsmail Aleyhisselâm’ın soyu Arapların arasında en makbul sülâledir. Arapların, Mekke ahalisinin atasıdır. Onun soyundan insanlar düşmana esir düşse, fidye-i necat ile onları kurtarsa, azad etse; onlardan dört tane azad etmiş gibi sevap alır.” “Afâkı dolaşıp, yâni gözün görebildiği yerleri dolaşıp, ticaret yapıp, alış veriş yapıp rızık kazanmasından daha çok rızık kazanmasına sebep olur.” diye rivayetleri söylemiştim. Yalnız zikrullah yapacak, vaktini zikrullahla geçirecek.
Şimdi biz el-hamdü lillâh erbab-ı tasavvufuz, irfan yolunun talipleriyiz. Allah’ın rızasına, ma’rifetullaha, muhabbetullaha ermeye hevesli olan, gayret eden, yola girmiş insanlarız. Zikir bizim işimiz, hepimizin doksan dokuzluk tesbihi vardır, bazımızın binlik tesbihi vardır, geceleri kalkıp çekiyordur kardeşlerimiz. Başka zamanlarda elinden tesbih, dilinden zikir düşmüyordur. Ama, zikrin çeşitleri vardır. Şimdi bir hadis-i şerif okuyacağım, orada da göreceksiniz.
Zikrin önce kelime manasından başlayalım ki iş anlaşılsın: Zikir Arapçada hatırlamak demek, hatırında olmak demek; mânâsı bu... Meselâ bir şey söylüyor birisi sana:
“—Hatırladın mı, hani falanca yere gitmiştik, falanca adamla karşılaşmıştık?”
“—Haaa, (zekertü) zikrettim, yâni hatırladım.”
Hatırlamak mânâsına geliyor. Tabii, Allah Allah demek de ne oluyor? Allah’ı hatırında tutmak oluyor. Tabii hatırlama için ne yapmış oluyoruz? Dilimizle söylemiş oluyoruz, kendi kendimize hatırlatmış oluyoruz. Allah, Allah... Lâ ilâhe illallah, lâ ilâhe illallah, lâ ilâhe illallah... Dil ile söylene söylene insanın gönlüne, aklına, kafasına iyice yerleşir diye yapılıyor bu ve bunun böyle yapılmasını Allah-u Teàlâ Hazretleri bize Kur’an-ı Kerim’de emretmiş:
يَاأَيُهَا الهذَينَ آمَنُوا اذْكُرُوا الِلَّ ذَكْرًا كَثَيرًا. وَسَبِّحُوهُ بُكْرَةً
وَأَصَيلاً (الَحزاب:١٤-٢٤)
(Yâ eyyühe’llezîne âmenü’zküru’llàhe zikren kesîrâ) “Ey iman edenler, Allah’ı çok zikirle zikredin! (Ve sebbihûhü bükraten ve esîlâ) Ona sabahleyin akşamleyin, gece gündüz tesbih eyleyin; ‘Sübhâna’llah... Sübhâna’llah...’ deyin!” (Ahzab, 33/41-42)
وَاذْكُرْ اسْمَ رَبِّكَ بُكْرَةً وَأَصَيلاً (الَنسان:٥٢)
(Ve’zkürisme rabbike bükreten ve esîlâ) “Rabbinin o güzel adını, mübarek adını sabah erken, akşam dâimâ zikreyle!” (İnsan, 76/25) gibi; ayet-i kerimeler.
وَالذهاكَرَينَ الِلَّ كَثَيرًا وَالذهاكَرَاتَ أَعَده الِلُّ لَهُمْ مَغْفَرَةً وَأَجْرًا
عَظَيمًا (الَحزاب:٥٣)
(Ve’z-zâkirûna’llàhe kesîren ve’z-zâkirât) “Allah’ı çok zikreden erkekler, Allah’ı çok zikreden hatun kişiler; (eadde’llàhu lehüm mağfireten ve ecren azîmâ) Allah onlar için mağfiret hazırlamıştır, ecr-i azîm hazırlamıştır.” (Ahzab, 33/35) diye bildiren ayet-i kerimeler.
Cum’a namazından bahseden ayet-i kerimede:
إَذَا نُودَي لَلصهلاَةَ مَنْ يَوْمَ الْجُمُعَةَ فَاسْعَوْا إَلَى ذَكْرَ الِلَّ وَذَرُوا الْبَيْعَ
(الجمعة:٩)
(İzâ nûdiye li’s-salâti min yevmi’l-cumuati fes’av ilâ zikri’llâhi
ve zeru’l-bey’) Cum’a günü namaz için minarelerden nida olunup da, “Hayye ale’s-salah, hayye ale’l-felah!” diye camiye çağırıldığınız zaman, Allah’ın zikrine koşun!” (Cuma, 62/9) buyruluyor.
Buradaki Allah’ın zikrine koşundan murat, cuma namazıdır, cuma hutbesidir. Demek ki namaz da, hutbe de zikirdir. Sonra:
فَإَذَا قُضَيَتْ الصهلاَةُ فَانتَشَرُوا فَي الأَْرْضَ وَابْتَغُوا مَنْ فَضْلَ الِلَّ
وَاذْكُرُوا الِلَّ كَثَيرًا لَعَلهكُمْ تُفْلَحُونَ (الجمعة:١٠)
(Feizâ kudıyetü’s-salâti) “Namaz bitirildiği zaman, yerine getirildiği zaman, (fenteşirû fi’l-ard) yeryüzüne yayılın, dağılın. (Ve’btegù min fadli’llâh) Allah’ın fazlını elde etmeğe çalışın, Allah’ın lutfuna ermeğe çalışın. (Ve’zküru’llàhe kesîren lealleküm tüflihûn.) Ve Allah’ı çok zikredin ki, felâha erişesiniz.” (Cuma, 62/10)
Demek ki, bir de dille zikir olduğu aynı ayet-i kerimeden anlaşılıyor. Hem de anlaşılıyor ki cuma namazı da zikirdir, cuma hutbesi de zikirdir. İşte zikir böyle çok çeşitli şekillerde olabiliyor.
Zikrin bir çeşidi de şu anda benim yaptığımdır. Ben ne yapıyorum: Dînî bilgileri size anlatıyorum. Dînî bilgileri müzakere etmek, söylemek veya dinlemek, öğrenmek; o da zikirdir. Hatta, isterse içinde Allah sözü geçmeyen sözler bile okunuyor olsa...
Meselâ, dînî ilimlerin içinde fıkıh kitabını açtınız, “Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.” deyip başından fıkıh kitabına başladınız. İlk başı nedir? Sulardır, neyle temizlenileceğidir, insanın temizliği neyle yapacağıdır. Suları anlatır: “İşte şöyle olan sular olur, böyle olan sular olmaz. Suyun içine bir şey düşerse şöyle pislenir, böyle temizlenir...” vs.
Yâni, neden bahsediyor? Maddî birtakım şeylerden bahsediyor; sudan, kuyudan, havuzdan, az sudan, çok sudan, havz-ı kebirden, havz-ı sağîrden bahsediyor.
“—E hiç bir şey geçmedi bunun içinde, ahiret, Allah vs. sözü
geçmedi?” Olsun, bu da namaza hazırlık ya... Abdest namaza hazırlık, bu da abdeste hazırlık; onun için o da dindendir. Namaz zikirdir, binâen aleyh o da zikir sayılır.
O halde benim üç gündür sizin karşınızda böyle bir takım sözler söyleyerek, bu sabah namazından sonra bazı bilgileri size nakletmem, o da zikirdir.
“—E Hocam sen konuşuyorsun, kazandın sevapları... Hani bize bir şey yok mu?”
Size de var. Çünkü bir sözü söyleyen kadar, dinleyen de aynı sevabı alıyor. Geçmişti evvelki senelerde vaazlarımızda: Birisi Kur’an okuyor, ötekisi dinliyor; Kur’an okuyan da, dinleyen de sevabı aynen alır. Yâni, ille ben de sevap alacağım diye koro halinde okumak yoktur. Hafız okur, ötekiler dinler, takip eder; aynı sevabı alırlar.
Hoca efendi elini açıyor: “Aman yâ Rabbi, bize şunları şunları ver ya Rabbi! Aman ya Rabbi, bizi şunlardan şunlardan koru ya Rabbi!” diyor; cemaat dinliyor, dinliyor, en sonunda bir “Âmîn...” diyor kısaca... Hoca o kadar yoruldu, o kadar söyledi. Cemaat bekliyor bekliyor, duruyor duruyor, sonunda turnayı gözünden vuruyor; “Âmîn...” diyor, aynı sevabı alıyor. Duayı söyleyenle âmin diyen aynı sevabı alıyor, el-hamdü lillâh...
Hattâ, âmin diyenin bir üstünlüğü daha var: Duada âmin diyenin niyeti esas oluyor. Ötekisi bir kataküllü yapsa, gargaraya getirse, başka bir şey yapsa; âmin diyenin niyeti makbuldür.
Hattâ kitaplarda yazıyor ki, iki kişi dua etmişler: “Yâ Rabbi, şöyle et, böyle et...” Unuttum dualarını... Yola çıkmışlar. Birisi dua etmiş, ötekisi âmin demiş. Üstlerinde bir bulut, kızgın güneşten bunları korumuş. Âmin demişler, dua etmişler, bulut üzerlerinde... Etraf yanıyor, bulut üzerlerinde şemsiye gibi, gitmişler güneşin altında, güneşe çarpılmıyorlar yâni.
Şimdi bunlar birbirlerinden ayrılacaklar, veda edecekler; Yol çatallanmış, biri şu tarafa gidecek, ötekisi bu tarafa gidecek.
Semtlerine geldiler, ayrılacaklar artık... Bulut kimin üzerine gitmiş? Âmin diyenin üzerine gitmiş. Ayrıldılar ya, birisi tercih olunacak; bulut amin diyenin üzerine gitmiş. Çünkü esas o, yâni âmin diyenin niyeti esastır.
Peygamber SAS Efendimiz’e yahudiler gelirlermiş, “Es-sâmü aleyküm yâ ebel-kàsım!” derlermiş. “Es-sâmü aleyküm” demek, “Ölüm olsun sana!” demek. Sâm, ölüm demek Arapçada... Mel’un herif, “Es-selâmü aleyküm!” demiyor, “Es-sâmü aleyküm” diyor, selâmı gargaraya getiriyor.
Karşısındakinin yaptığı, imansızlık, hem Allah’ın Peygamberine karşı en çirkin bir tavır, edepsizlik, hem de bir aldatmaca, sahtekârlık, yutturmaca... SAS Efendimiz gayet sakin, “Aleyküm [Size olsun!]” dermiş.
Onun için tabii burAda oturup Kur’an-ı Kerim okuyabiliriz. Kur’an-ı Kerim okursak, zikirdir. Elimize tesbihi alıp da bin kere “Lâ ilâhe illa’llah” veya “Allah” dersek, zikirdir... Tamam; ama böyle konuşursak, bu da zikirdir.
Biz konuşmayı tercih ediyoruz. Çünkü ilmin faziletini öğrendik, ilmin sevabının çok olduğunu öğrendik, şehidlikten de üstün olduğunu öğrendik. İlimle vaktimizi geçirirsek, sevabı daha çok alırız diye hesap yapıyoruz. Bunda şu kadar kâr var, onda şu kadar kâr var; daha kârlı olanı tercih ediyoruz. Hem de burası bir eğitim yeri olduğundan, yâni biz buraya eğitmek ve eğitilmek için bir araya gelmiş olduğumuzdan, zamanımızı eğitimle geçirelim diye yapıyoruz.
b. Hadîs-i Kudsîler
Şimdi bizim Metin kardeşimizin elinde bir kitap vardı. Metin’i Avustralyalılar Medine’den, Mekkeden tanırlar. Mekke’de evinde misafir oldukları elektrik mühendisi Metin kardeşimiz. Çok kitap okuyan bir mühendis kardeşimiz. Elinde bir hadis kitabı gördüm, yazarı [Fikri Yavuz] benim üniversiteden sınıf arkadaşımdı,
rahmetli. İstanbul müftülüğü yapmıştı. Çaykara’lıdır, bir hadis kitabı tercüme etmiş. E, okuyalım dedik, zamanımız Peygamber Efendimiz’in hadis-i şerifleriyle güzel geçsin diye. Çok etkilendik, çok tesir etti. Kırk tane hadis-i kudsî...
Hadis-i kudsî ne demek? Peygamber SAS Efendimiz’in, “Allah- u Teàlâ Hazretleri şöyle buyuruyor” diye söylemiş olduğu hadislere hadis-i kudsî denir, hadis-i Rabbânî denir, hadis-i ilâhî
denir... İsimleri bu ama, hadis-i kudsî adı daha yaygın. Yâni, nedir özelliği bu hadis-i şeriflerin: Peygamber SAS, “Allah size şöyle buyuruyor” diyor, yâni Allah’ın ne dediğini bize bildiriyor. Peygamber Efendimiz Allah’ın rasûlü olduğu için mânâsını Allah gönlüne ilham etmiş, o da bize böyle dediğini naklediyor. Kıymetli hadis-i şeriflerdir, hadis-i şeriflerin içinde özel bir grup teşkil ederler.
Ben de okuyunca, çok beğenince, İstanbul’dan bir tane kendim yanıma aldım, Avustralya’ya gelirken de çantama koydum getirdim. Bu kitap çok hoşuma gitti, size onun için buradan okuyacağım. Ayrıca bir de başka kırk hadis kitapları varsa, onları da tespit edin dedim, onları da aldım. Elimde beş altı tane hadîs-i kudsîler üzerine yazılmış kitap birikti. Bunu bitirdim, inşaallah ötekileri de bitiririm.
Şimdi buradaki birinci hadis-i şerifi size okuyacağım. Ne kadar okuyacağım? Benim hesaplarıma göre, saatime göre altıyı beş geçe güneş doğdu burada… Ben buranın enlemini, boylamını saatime işledim; düğmesine bastım. Burada güneşin ne zaman doğduğunu battığını benim kolumdaki saat hesaplıyor. Benim saatime göre burada güneş altıyı beş geçe doğuyor.
Eh, güneşin doğduğu zaman namaz kılınmaz, yirmi beş dakika geçmesi lâzım. Demek ki altı buçuğa kadar okursam, ondan sonra da kesersem, herhalde daha iyi olur. Çünkü küçük çocuklar var... Allah razı olsun uykudan kaldırmış babaları, getirmiş alışsınlar diye namaza ama, tabii uykuya dayanamamışlar. Onun için, fazla uzatmak doğru değil.
c. Çocuğu Namaza Kaldırmak
Bu arada bir şeyi de hatırlatayım size: Bizim rahmetli eniştemiz, yâni Hocamızın kız kardeşinin beyi, bizim hanımın eniştesi oluyor. Hocamızın kız kardeşi, büyük halamız doksan yaşında sağ hâlâ, ibadet dirisi diyorlar ya öylelerine... Haccın yasak olduğu, zor olduğu, herkesin hacca gidemediği çok eski senelerde Medine’ye gitmişler.
Türkiye’den pek hacı gönderilmediği, resmi müsaadenin verilmediği zamanlar oldu. Pasaportlara, “Bu pasaport her yerde geçer, kumara Avrupa’ya gidebilirsin, mel’anete oraya buraya gidebilirsin amma, bu pasaport hac mevsiminde Suudi Arabistan için geçerli değildir.” diye damga vurulduğu zamanlar oldu. “Suudi Arabistan’a da git başka zaman, ama hac zamanında gitme; o zaman geçerli değil bu pasaport!” diye böyle damga vardı. “Hac mevsiminde Suudi Arabistan için bu pasaport geçerli değildir.” diye damga vurmaktan utanmıyorlardı adamlar. Millet de yutuyordu bunu, itiraz da etmiyordu; edemiyordu veyahut edecek durumu yoktu.
Bu ne anti demokratik iştir: Her yere gidilebiliyor, Lasvegas’a gidebilir, Montekarlo’ya gidebilir, her türlü kumarı oynayabilir; İsviçre’de kayak yapabilir, Almanya’ya gidebilir, Fransa’ya gidebilir, Londra’ya gidebilir; gezmeğe gidebilir, kürk almağa gidebilir amma; dindarsa, Allah’ın emridir diye hacca gidecekse, o zaman olmaz işte... İşte o zaman işler bozulur.
O zaman, yasak denildiği zamanda hacca gitmişler bizim enişteler... Kurnazdı, işini, ne yapacağını bilirdi. Çok açıkgözdü, çok tatlı dilliydi rahmetli, çok da şakacıydı. Evi her sene bir kat büyürdü. Büyüyen ev biliyor musunuz? Bir kat yukarıya doğru büyürdü, sürgün yaptığı gibi ağacın... Çünkü eline malayı, tuğlayı alır, bir kat ilâve ederdi. Bir senede bir kat, bir senede bir kat; ha burayı geliştireyim, ha burayı genişleteyim derken iki katlı ev olmuştu beş kat...
Kuşçuydu, mecmualarda kendisiyle röportaj yapılmıştı. Kuşlar
için yer, balıklar için yer, tavuklar için yer, kendisi için yer, çocuk için yer, bilmem ne filân derken evi böyle her sene büyürdü. Tatlı bir insandı, hep gülerdi rahmetli...
Medine’ye gitmişler. Medine-i Münevvere’de sabah ezanını çok çabuk okurlar. Yani, imsak kesilir kesilmez ezanı okurlar. Biraz beklemeleri olur onların, cemaat toplansın filan diye... Hemen evvel vaktinde, daha ortalık karanlıkken, “Allahu ekber” deyip namazı kılarlar.
Bir de, teheccüd vaktinde, namazdan bir saat önce bir ezan daha okurlar geceleyin. Kalkarsın. Ne oldu? Teheccüde kaldırıyor, teheccüd çok sevap ya... Kur’an-ı Kerim’de Peygamber Efendimiz’e tavsiye edilmiş ya... Hani biz hep atlatıyoruz, yatıyoruz ya... İşte o, o vakitte ezan okurlar; millet teheccüde kalksın da, sevap alsın diye.
Tabii bir evde misafir oluyorlarmış, hem de imamın evinde misafir oluyorlarmış. O devirde öyle çok otel motel yok, gelen misafirler de kıymetli; imamın evinde misafir oluyorlarmış. Böyle anlatmıştı, iki şey hatırımda kaldı: Erkekler tarafına sofrayı tepsinin içine bütün yiyecekleri yemekleri koyup sürerlermiş. İşte enişte, imam efendi, bilmem kim... Yerlermiş bir kaç yemek, ondan sonra o sofra mutfağa gitmezmiş. Erkekler tarafından, sokak kapısından dışarıya sürülürmüş sini bütünüyle... Yâni bunlar iki üç kişi, ne kadar yediyse, kalan yemekler duruyor üstünde...
Fukara da bilirmiş İmamın kapısının dışına sini sürülecek, sabahleyin tepsi sürülecek, sofra sürülecek diye... E, orada bekleşirlermiş. Fukara yemeğini yermiş orada, tabaklar sıyrılmış olarak boş gidermiş mutfağa... Bu güzel bir adet, yâni cömertlikleri böyle.
Hala anlatıyor, Allah ömür versin, selâmet versin. Şimdi ezan okunmuş, teheccüd ezanı galiba; teheccüd ezanı okunur okunmaz, evin kızı gitmiş küçük bebeğinin burnunu sıkmış, kapatmış burnunu... E, uyuyan çocuğun burnunu kapatırsan ne olur?
Nefessiz kaldığı için çırpınır uyanır. Şap şup şup yanaklarına vurmuş, öpmüş, çocuğu uyandırmış.
Şimdi bizim Hala da şakacı bir kimse, demiş ki:
“—Kız ne yapıyorsun, bebekten ne istiyorsun, ne diye rahatını bozdun zavallının?”
Demiş:
“—Ezan okunuyor, kalksın!”
“—Yahu altında bezi var, belki çişli, belki kakalı; yâni bu bebek namaz vaktinde kalkacak ne olacak yâni?”
“—Olmaz.” demiş.
“—Namaz kılmaz ki bu...”
“—Olmaz, kılmasa da kalkacak.”
“—Niye?”
“—Beyim kızar.” demiş. “Bizim efendi bana kızar, kavga eder sonra benimle; niye bebeği kaldırmadın diye.” Sonra demiş, “Bebek böyle bu vakitte uyumağa alışırsa, büyüdüğü zaman kalkamaz!” demiş.
Aferin aşkolsun, çok hoşuma gitti yâni, Allah razı olsun... Evet, çocuk alışkanlığı öyle alırsa; o zaman zor gelmez. Ama o vakitte, “Çocuktur, kaldırma!” dersen, yalı kazığı kadar kocaman olduğu zaman, sana tepeden baktığı zaman; sen onu ayağından sürüklesen, bando mızıka getirsen, kafasına marş çaldırsan kalkmaz. Yorganı başından aşağı çeker, bir taraftan öbür tarafa döner... Sen tabii utanırsın babayım diye, karını gönderirsin:
“—Hanım git, şunu uyandır! Kazık kadar oldu, sabah namazını kılsın.” bilmem ne..
“—Yâ anne yâ, bırak yâ...” der o da, yorganı çeker başından aşağı, kalkmaz.
Neden? Kötü alıştığı için. Yani, o vakitte kalkmak lâzım.
d. Zikrin Âdâbı
Biz böyle derken yirmi dört dakika oldu, hadisi bitiremeyeceğiz bile... Bir cümlesini, iki cümlesini bitiririz, yarına kalır. Arkası
yarına olunca meraklanıyor insan, daha iyi oluyor.
قَالَ الِلُّ تَعَالَى: اذْكُرُونَي بَطَاعَتَي، أَذْكُرْكُمْ بَمَغْفَرَتَي؛ فَمَنْ
ذَكَرَنَي وَهُوَ لَي مُطَيعٌ، فَحَقٌّ عَلَيه أَنْ أَذْكُرَهُ مَنِّي بَمَغْفَرَةٍ؛ وَ
مَنْ ذَكَرَنَي وَهُوَ لَي عَاصٍ، يَحَقُ عَلَيه أَنْ أَذْكُرَهُ بَمَقْتٍ
(Kàle’llàhu Teàlâ) “Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurdu ki:” Kim diyor bu sözü? Rasûlüllah SAS Efendimiz... Nasıl buyurmuş Allah-u Teàlâ Hazretleri? O Allah’ın Rasûlü, onu biz bilemeyiz, ona bildirmiş. Allah-u Teàlâ Hazretleri Peygamberine buyurmuş, o da bize naklediyor, Allah böyle buyurdu diye:
(Üzkürûnî bi-tâatî) Hani zikirden bahsettik ya, onun için bunu okuyacağım. “Bana itaat ederek, ibadet ederek beni anın; (ezkürküm bi-mağfiretî) ben de o zaman sizi mağfiret eyleyerek zikrederim.” Siz bana itaat ve ibadet ile beni zikrederseniz, ben de mağfiret ederek sizi zikrederim.
(Femen zekerenî vehüve mutîun) “Kim bana mutî iken, ibadetkâr iken, itâatkâr iken beni zikrederse; (fehakkun aleyye ezkürehû minnî bi-mağfiretî) onu mağfiretimle anmak bana, benim üzerime hak olur, vacip olur.” Çünkü kulum ibadet ediyor, itaat ediyor, mutî iken istiyor; ben de onu mağfiret ederek anarım.
Yâni ayet-i kerimede var, Allah-u Teàlâ Hazretleri:
فَاذْكُرُونَي أَذْكُرْكُمْ (البقرة:٢٥١)
(Fe’zkürûnî ezkürküm) “Siz beni zikredin, ben de sizi zikrederim!” (Bakara, 2/152) buyurmuş, tamam. Biz ibadet üzere, itaat üzere onu zikredersek; o da bizi mağfiret ederek zikreder.
Zikir var ama gelin şimdi bir de cümlenin öbür tarafına, şimdi
okuyacağım kısmına çok dikkat edin:
وَمَنْ ذَكَرَنَي وَهُوَ لَي عَاصٍ، يَحَقُ عَلَيه أَنْ أَذْكُرَهُ بَمَقْتٍ
(Ve men zekerenî vehüve lî âsin) “Bana âsi olduğu halde beni zikr edene gelince; (fehakkun aleyye en ezkürehû bi-maktin) benim de üzerime onu gazapla, kızgınlıkla anmak hak olur, vacip olur.” Yine anıyor, ayet-i kerimedeki vaadi tamam. Ama kul asi olarak zikrederse, isyan üzereyken zikrederse, Allah da onu gazap ile zikreder, gazabına uğratır.
Şimdi muhterem kardeşlerim, birisini anlattılar: Dînî kitaplar yazıyor, tasavvufi eserler yazıyor, tasavvuf büyüklerinden birilerinin hayatıyla, eserleriyle ilgili neşriyatı meşhur... Yunus’la ilgili, bilmem kimle, bilmem kimle ilgili eserleri olan bir kimse; amma —çok affedersiniz— homoseksüel, amma ayyaş, içkici, amma namazsız... Ne yapıyormuş? Bana onunla ahbaplık eden meşhur bir şahıs, büyük bir yazar anlattı. Adamın ansiklopedilerde ismi var, kütüphanelerin hepsinde eserleri var. Allah’ın ne acayip kulları var; Allah bizi yanıltmasın, şaşırtmasın...
“—Bebek Gazinosu’nda içki içiyorduk.” diye arkadaşı anlatıyor bana... O da Üniversitede bir muhasebe müdürü filân gibi bir şeydi, onunla ahbap... Bebek Gazinosu’nda içki içiyormuş, çekmiş kafayı, masada çökmüş kalmış: “—Aman yâ Rabbi! Aman yâ Hüseyin!” diye nâra atıyormuş.
Hazreti Hüseyin aklına gelmiş; “Aman yâ Rabbi! Aman yâ Hüseyin!” diye nâra atıyor. Sarhoş oldu ya...
Haa, bu misâli niye verdim: Allah bizi günahlardan korusun; korumazsa, biz de günahlara düşebiliriz. Allah’ın lütfuna, rahmetine çok muhtacız, kimseyi ayıplamıyoruz amma, bazı insanlar Allah’ı isyan halindeyken, âsî iken anıyorlar. Allah aklına geliyor veya “Yâ Rabbi!” diyor, “Mâşâallah!” diyor, “İnşâallah!” diyor, “Estağfirullah...” diyor, Allah’ın adı geçiyor.
“—Nasılsınız beyefendi, bugün çok güzelsiniz.”
“—Estağfiru’llah...” Ne dedi? Estağfiru’llah bir zikir, Allah’ın adı geçti. Haa, sen böyle günah üzereyken Allah diyor musun; inşâa’llah, maşâa’llah, estağfirullah... vs. diyor musun; Allah da gazap ile zikreder.
“Fesübhâna’llah!” vardır hani, adamı kızdırırsın; “Fesübhâna’llah!” der. Hemen sopayı alacak, üstüne yürüyecek nerdeyse; yâni kızgınlığından söylüyor, Allah rızası için değil...
Haa, günah üzere zikrederse, Allah da gazap ile zikreder, cezası gazap olur. Yani bu Allah’ı anınca, hemen arada bir kontak olur, Allah da onu zikreder ama, gazapla anar; belâsını bulur, cezasını bulur. İtaat üzereyken, ibadet üzereyken zikrederse; Allah da mağfireti ile zikreder.
Başka bir hadis-i şerifte geçiyor: Bir insan Allah’a asiyse, Allah’ı çok zikrediyorsa bile, zikretmiyor sayılır. Çünkü, Allah’ı hatırlayan insanın şanı, ona yakışan Allah’a itaat etmektir. Hem çok zikrediyor, hem de günah işlemeye devam ediyor... Haa, demek ki zikir dilinde, aklında Allah yok! Aklında Allah olsa, yapmaz.
Çünkü hiç bir kimse günahı imanlı olarak işlemezmiş, iman çıkarmış. İçki içen, içki içtiği zaman iman çıkarmış yukarıya tepesinden öteye... Öyle içermiş. Zina eden zina ederken, iman çıkarmış içinden tepeye, öyle zina edermiş. Adam öldüren, şu günahı bu günahı, hırsızlığı arsızlığı, yüzsüzlüğü yapan böyle hâkezâ... Yâni imanlıyken olmuyor.
Demek ki, asi istediği kadar Allah Allah desin, zikretmiyor sayılıyor; ne kadar çok zikrederse etsin... Eğer Allah’a mutî ise, günahlardan sakınıp, itaat edip, ibadet üzere şöyle hareketini devam ettiriyorsa; o zaman Allah’ı gerçekten zikrediyor sayılır. Mü’min olarak, Allah’ı zikreden kullar olarak zikrin bu özelliklerini bilelim.
Zikir hatırlamak demek... İşin aslı sadece dille zikretmek değil, elinde tesbih sallanması değil; İşin aslı Allah’ı hatırlamak, Allah’ı
hatırında tutmak, Allah’ı unutmamak.
وَلََ تَكُونُوا كَالهذَينَ نَسُوا الِلّهَ فَأَنْسَاهُمْ أَنْفُسَهُمْ (الحشر:٩١)
(Ve lâ tekûnû ke’llezîne nesu’llàhe ve ensâhüm enfüsehüm) “Sakın, Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın!” (Haşr, 59/19) diye Haşr Sûresi’nin sonunda ayet-i kerime var. Mühim olan Allah’ı hatırlamak ve itaat üzere olmak.
“—Hatırlıyorum.” “—Hatırlıyorsun, yine günah işliyorsun; korkmuyor musun Allah’tan? Hem hatırında Allah, hem de günaha devam...”
Olmaz, işte o zaman zikretmemiş oluyor; zikrederse, belâsını buluyor. Çünkü onun o tezatlı durumuna göre, Allah da onu zikrediyor. Ama nasıl zikrediyor?
“—Ey meleklerim, şu kulumun belâsını verin!” diye zikrediyor.
O Allah dedi, Allah da kulum diyor tamam; şu kulumun belasını verin ey meleklerim diyor. Neden? Günah üzere, gene zikrediyor. Allah da zikrediyor onu: şu kulum diyor evet zikrediyor ama, bu sefer belâsını verin diye zikrediyor, aleyhine hüküm olarak zikrediyor.
Binâen aleyh, zikrin bu inceliğini bilerek Allah’a mutî olmaya çalışmamız lâzım. Her halimizde, her saniyemizde, her günümüzde, her anımızda daima Allah’a mutî olarak, Allah’ın sevdiği bir durumda olmağa çalışarak, günahtan sakınarak, korunarak yaşamağa çalışmamız lâzım. Asıl gerçek zikir bu.
Zaten kitaplarda denmiştir ki:
اَلذِّكْرُ بَالتهذَكُرٍ
(Ez-zikru bi’t-tezekküri) Yâni Allah’ın zikri, zikr-i müdâm hali; zikri diliyle tekrar ede ede olur, yavaş yavaş olur. Sobayı üfleyerek üfleyerek tutuşturursun, böyle yavaş yavaş olur.
Onun için, asıl hatırlama halinde de insanın, Allah’a mutî
olması gerekir. Sana uygun olan durum, Allah’a mutî olmaktır. Âsi olarak Allah’ı zikretmek, Allah’ın gazabını davet etmek demektir. Tamam, Allah da o zaman anar:
“—Vay edepsiz kul vay! Hem beni hatırında tutuyor, hem de günahı işlemeye devam ediyor. Verin şunun belâsını, cezasını; kahredin, mahvedin!” diye azap meleklerine öyle emreder.
Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi, dinimizin esrarını, tasavvufun âdâbını, ahlâkını iyi bilenlerden eylesin... Kendisine güzel kulluk yapmaya bizi muvaffak eylesin... Yolunda dâim, zikrinde kàim eylesin... Ömrümüzü hayırlı, uğurlu, verimli, sevaplı geçirip huzuruna sevdiği, razı olduğu kullar olarak varanlardan eylesin... Cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin...
Bi-hürmeti esrârı sûreti’l-fâtihah!
28. 12. 1994 - Sabah Sohbeti
Warrnambool - AVUSTRALYA