28. ALLAH’IN SEVDİĞİ VE BUĞZETTİĞİ KİMSELER
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.
Bi’smil’lâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn… Alâ külli hâlin ve fî külli hîn… Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh… Hamden kemâ yenbağî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih… Ve’s-salâtü ve’s- selâmü alâ hayri halkıhî seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi’d-dîn…
Emmâ ba’d, kàle rasûlü’llah SAS:72
a. Allah Güzel Ahlâklı Olanı Sever
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:
أَحَبُّكُمْ إِلَى اللَِّ أَحَاسِنُكُمْ أَخْلاَقًا، الْمُوَطَّئُونَ أَكْنَافًا، الَّذِينَ يَأْلَفُونَ
وَيُؤْلَفُونَ؛ وَإِنَّ أَبْغَضَكُم إِلَى اللَِّ الْمَشَّاءُونَ بِالنَّمِيمَةِ، الْمُلْتَمِسُونَ لَهُمُ
الْعَثَرَاتِ، الْمُفَرِّقُونَ بَيْنَ اْلإِخْوَانِ (خط. عن أنس)
(Ehabbüküm ila’llàhi ehâsinüküm ahlâkan, el-muvattaûne eknâfen, ellezîne ye’lefûne ve yü’lefûn; ve inne ebğadaküm ila’llàhi el-meşşâûne bi’n-nemîmeti, el-mültemisûne lehümü’l-aserâti, el- müferrikûne beyne’l-ihvân) Bu hadis-i şerifi, Hatib-i Bağdadî isimli âlim, Enes RA’dan rivayet etmiş. Mânâsı şöyle:
72 Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.I, s.382, no:350; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.IV, s.63; Ebû Hüreyre RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.13, no:5198; Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s.445, no:711.
(Ehabbüküm ila’llàhi ehâsinüküm ahlâkan) “Allah’a en sevgili olanlarınız, yani içinizde Allah tarafından en çok sevilen kişiler, ahlâkça en güzel olanlarınızdır.”
Kimin ahlâkı en güzelse, Allah tarafından daha çok sevilir. Zenginlik değil ölçü. Yüz güzelliği, mevkî, makam değil; ahlâk... Kimin ahlâkı daha güzelse, Allah onu daha çok sever.
Efendimiz, güzel huylu olmayı açıklayan, güzel huyluluğun alâmeti olan bir iki kelime eklemiş, güzel huylu insanın nasıl olduğunu anlatıyor.
(El-muvattiûne eknâfen) “Yanları, yan tarafları yumuşak” demek. Biz yanları yumuşak demiyoruz da, yumuşak başlı diyoruz. Halbuki baş yumuşak değildir, serttir. Topa bir vursa futbolcu kafasıyla, top ne kadar öteye gider. Kafa serttir ama, biz yumuşak başlı demişiz. Araplar da, yanları yumuşak diyor. Yanları çiğnenmiş, yani hâlîm, selîm, problem çıkartmayan, sivri olmayan, sert olmayan. Güzel huyluluğun Efendimiz tarafından nasıl tarif edildiğini anlamak istersek, izahında bu kelimenin
kullanılmış olduğunu görürüz.
Yunus Emre de ne demiş? “Koyundan yavaş gerek”. Hakikaten koyun, inatçı bir mahlûk değildir, yumuşak başlıdır. Keçi inatçıdır. “Keçi gibi inatçı” deriz. Koyun yumuşaktır, çağırdığın zaman gelir, pek büyük problem çıkartmaz.
(Ellezîne ye’lefûne ve yü’lefün) “Öyle yumuşak, mütevâzi insanlar ki, kendileri ile yanına sokulup konuşabilirsin. Onlar da başkalarının yanına sokulurlar, konuşurlar, ahbaplık edebilirler.” Kendileri başkalarına sokulgan, başkaları da onların yanına gelmekten çekinmiyor. Çünkü tavrı yumuşak. Bazı insan vardır, yanına yaklaşamaz kimse. Sokulmak istemez, çekinir. Tavrındaki soğukluktan dolayı, yanına gitmek, konuşmak istemez. Bazısı da sempatiktir, onun yanına, rahatlıkla gidebilir. Kaşları çatık, soğuk değildir.
Efendimiz, “Allah indinde en kıymetliniz, ahlâkça en güzel olanlarınızdır.” diyor. En güzel ahlâklı kim? “Yumuşak başlı, kendisi başkalarıyla uyumlu, geçimli, sokulgandır. Başkaları kendisinin yanına gelebilecek bir tavır arz eder.” Kimseyi yanına sokmayan, bir tip değil demek istiyor. Bundan çok şey anlaşılıyor. Kendisi gidip başkalarına sokulup, onlarla ülfet eden, konuşuveren bir insan sevilir. Yani, mütevâzi, kimseyi küçük görmüyor; gidiyor, konuşuyor. Başkalarının, kendisine geldiği zaman ülfet edebildiği insan nasıl kimsedir? Tatlı dilli bir kimse ki, diğer insanlar onun yanına gelebiliyor, konuşabiliyor. Konuştuğu zaman da, yanından memnun ayrılıyor. Önemli bir özellik.
b. Müslüman Geçimlidir
Başka bir hadis-i şerifte, Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuş:73
73 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.400, no:9187; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.73, no:59; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.X, s.236, no:21627; Bezzâr, Müsned, c.II,
الْمُؤْمِنُيَأْلَفُ، وَلاَ خَيْرَ فِي مَنْ لاَ يَأْلَفُ، وَلاَ يُؤْلَفُ(حم . عن سهل بن سعد؛ طس. ض . عن جابر؛ ك . ق . خط . عن
أبي هريرة ؛ تمام، طب . عن ابن مسعود موقوفًا)
RE. 230/9 (El-mü’minü ye’lefü) “Müslüman, geçimli insandır, mûnis insandır. Kendisi başkasıyla geçinir, başkası da kendisinin yanına sokulabilir. (Ve lâ hayra fî men lâ ye’lefu ve lâ yü’lefü) Kendisi başkasıyla geçinemeyen, başkasının da yanına sokulamadığı, sert mizaçlı, geçimsiz, ünsiyet etmeyen, sıcak ve sokulgan olmayan, yanına sokulunamayan insanlarda hiç bir hayır yoktur.” Şimdi iş karıştı. Yani, “Etliye sütlüye karışmayan” bir insan, kenarda duruyor. İyi, güzel ama, “lâ hayra” dedi Efendimiz. Hem de, Arapçada bu “lâ” kelimesinin özel bir kullanış şekli vardır: “lâ” kelimesinden sonra gelen kelime “üstün” olarak okunursa (fetha ile) “hiçbir şey” mânâsına gelir, “lâ, en-nâfiyetü li’l-cins” derler buna. Yani, O cinsten hiçbir şeyin olmadığını bildiriyor demektir.
Meselâ “Lâ ilâhe illallâh sözünü ele alalım: ‘Lâ ilâhe’ ne
s.474, no:8919; Ebü’ş-Şeyh, Emsâl fi’l-Hadîs, c.I, s.217, no:178, 180; Mecmaü’z- Zevâid, c.VIII, s.165, no:13096; Ebû Hüreyre RA’dan.
Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VI, s.58, no:5787; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.108, no:129; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VI, s.117, no:7658; Deylemî, Müsnedü’l- Firdevs, c.IV, s.177, no:6549; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan.
Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.335, no:22891; Taberânî, Mu’cemü’l- Kebîr, c .VI, s.131, no:5744; Ebü’ş-Şeyh, Emsâl fi’l-Hadîs, c.I, s.218, no:179; Ebû Nuaym, Ahbâr-ı Isfahan, c.6, s.385, no:40400; Beyhakî, Âdâb, c.I, s197, no:159; Ruyânî, Müsned, c.III, s.193, no:1031; Mecmaü’z-Zevâid, c.VIII, s.165, no:13097; Sehl ibn-i Sa’d RA’dan.
Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c . IX, s.200, no:8976; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.XIII, s.293, no:35686; Temmâmü’r-Râzî, el-Fevâid, c.I, s.370, no:944; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.141, no:678; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.295, no:2698; Câmiü’l- Ehàdîs, c.XXII, s.108, no:24434.
mânâya geldi? İlâh türünden, mabûd cinsinden hiçbir şey yoktur. Hepsini devirdi, yok etti. “Lâ ilâhe” hiçbir ilâh yoktur; “illallâh” Allah’tan başka... Ancak Allah vardır; Allah’tan başka hiçbir yoktur. Hepsini, bütün cinsi toptan reddetmek. Bu hadiste de “lâ”yı kullanmış Peygamber Efendimiz. “Lâ hayra” hiçbir hayır yoktur. Tüm hayırlardan mahrumdur.
Kendisi başkasıyla geçinmeyen, başkası kendisine sokulamayan geçimsiz insanda hiçbir hayır yoktur. Bu önemli! İş daha ciddiye bindi! Vehâmet kesbetti. Çünkü, eğer ben bir kimsenin yanına gidemiyorsam, etrafımdaki insanlar da benden teğet geçiyorlarsa, yarım daire çizip, “neme lâzım” deyip, uzaktan geçiyorlarsa demek ki bende kusur var. Bir kusur değil, “lâ hayra” hiç hayır yok, öyle insanda. Bu bizim için bir ikaz, bir işaret.
Böyle bir durumumuz varsa, yumuşayacağız biraz. Bu kadar katı olmayacağız. Biraz yüz hatlarımız yumuşayacak.
Aynanın karşısına geçelim, tebessüm edelim, tebessüm öğrenelim! Şöyle olunca güzel oluyor, kaş çatınca iyi olmuyor diye tebessüm talimi yapalım. Çünkü başkası korkuyor.
Rahmetli ninem, bana bir gün dedi ki… Nûr içinde yatsın, Allah cümle geçmişlerimize rahmet etsin:
“—Ben sana ne yaptım Es’ad?” “—Nineciğim, hiç bir şey yapmadın.” dedim.
“—E niye kaşlarını çatıyorsun?” dedi.
Güldüm, dedim ki:
“—Nineciğim! Benim kaş yapım böyle. Alnımın burası çıkık. Tam da o çıkık kemiğin üstüne Allah kaşlarımı yerleştirmiş. Ben gülmediğim zaman millet kızıyorum sanıyor, kaş çatmışım sanıyor. Öyle değil, normal duruyorum. İlle benim kaşımı kaldırmam, biraz da gülmem lâzım.”
Siz de aynada bakın kendinize! Ben kendi kusurumu böyle tespit etmişim, yaradılışım böyle benim. Siz de, etrafınızdaki insanlar yanınızdan kaçmasın diye tedbiri alın! Çünkü, birisi yanınıza sokulamıyorsa, siz başkasının yanına gidemiyorsanız, bu
iyi bir durum değildir. Zeytin yağını suyun içine döktüğün zaman, karışmaz; ayrı durur; ama şekeri koyarsan karışır, hiç görünmez.
“—Nerede şeker?” “—Suyun içinde eridi.” Bazı insanlar zeytin yağı gibi hiç karışmıyor. Ne kadar karıştırsan, birisi üstte diğeri altta kalıyor. Öyle olmayacağız; geçineceğiz, seveceğiz! Yunus Emre öyle demiş:
“—Sevelim, sevilelim!”
Biz sevelim, bizi de sevsinler.
c. Müslümanlar Kardeştir
Biz etrafımızdaki insanları niye sevelim? “Müslüman kardeşim!” diye sevelim. Müslüman, müslümanın kardeşi değil mi?
إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ (الحجرات٠١)
(İnneme’l-mü’minûne ihvetün) “Müslümanlar sadece ve sadece birbirlerinin kardeşleridir.” (Hucurat, 49/10)
O halde kardeş olarak birbirimizi sevelim. İmân cevherinden dolayı, “Aynı kıbleye dönüyoruz, aynı kitabı okuyoruz, aynı peygambere bağlıyız!” diye sevelim! “İnşallah cennette beraber olacağımız kardeşler” diye sevmeyi öğrenelim!
Demek ki, bizim öğreneceğimiz şeylerin arasında, araba kullanma, ticaret var. Kendi iş sahamızdaki becerilerimiz var... Bir de, sosyal hayatta sevmeyi, geçinmeyi, konuşmayı, ahbaplık etmeyi öğrenmek var.
Bizim bir akraba var, onunla bir yere gittik mi, hoşuma gider, gülerim ben. Hemen kaynaşır. Otobüste yanında oturduğu insanla kaynaşır, yolda gitse bahçesini sulayan insanla, anlaşır, konuşur, hemen bir yakınlık gösterir. Tatlı, sokulgan. Ben de bayılıyorum, bakıyorum sokulganlığına, hoşuma gidiyor.
Diyor ki Peygamber Efendimiz:
“—Allah indinde, Allah’ın en çok sevdiği kimseler, en sevgili olanınız sizin içinizden kimlerdir? Ahlâkı en güzel olanlardır.” Ahlâk çok çeşitli olabiliyor. Onu izah ediyor:
“—Yumuşak huylu olacak, kendisi başkalarıyla geçinecek. Başkaları kendisiyle geçinebilecek.”
Güzel huyluluktan maksadının bu olduğunu belirtiyor. Türkiye’de zaman zaman da bunun konuşmasını yapıyoruz, yapılıyor. Adam camiye geliyor, kapıdan içeriye giriyor, sanki Viktorya Market’e müfettiş geliyormuş gibi.
Ne oluyorsun? Kaşlar çatık, “Ben gülersem, esnaf şımarır.” diye ağır adımlarla geliyor. Göz ucuyla seyrediyorsun, “Bakalım
selâm verecek mi?” diye. Selâm yok. Selâm verse insanın bir şeyi eksilmez ki… Para değil bu, keseden bir para gitmeyecek. Sadece selâm. Yani, “Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llah!” dersen ziyan etmezsin, aksine kâr edersin.
Abdullah ibn-i Ömer’in bir özelliği, hoşuma gidiyor. Hazret-i Ömer’in oğlu. Enteresan kişilerden birisi. Peygamber Efendimizin genç sahâbelerinden, dinamik, pırıl pırıl, islâmı çok güzel kavramış âlimlerden.
Birisine:
“—Haydi gel, seninle çarşıya gidelim!”
Şaşırmış karşısındaki, şüphelenmiş. İşkillenmiş. Maksadını anlamak istemiş. Demiş ki:
“—Ey Ömer’in oğlu! Ben senin huyunu bilirim. İyi tanırım ben seni. Sen çarşıyı-pazarı sevmezsin.”
Niye sevmez? Ölçü yanlış ölçülüyor, tartı yanlış tartılıyor, yalan yere yemin ediliyor, insanlar aldatılıyor, maddi menfaatler kızışmış, gözler dönmüş kalpler kararmış. Çarşı, şeytanın elini attığı yerdir. Cami meleklerin dolduğu yerdir. Çarşı da şeytanın dolduğu, kaynaştığı yerdir. Sen Camii seversin ama, niye çarşıya gidelim diyorsun? Söyle bakalım, bir maksadın var senin. Oranın sevimsiz olduğunu biliyorsun.” Abdullah ibn-i Ömer, anlamış ki adam yakasını bırakmayacak, sebebi söylemesi lâzım. Demiş ki:
Orada insan çoktur, kalabalıktır orası; selâm verir, sevap
kazanırız.” Çünkü, ara sokakta bir kişiye iki kişiye ancak rastlayacak, sevabı az olacak. Çarşıya gidince, seksen kişiyle, yüz kişiyle karşılaşacak.
“—Selâmün aleyküm! Selâmün aleyküm!..” diyecek.
Sevabı çok olacak. Çarşıyı-pazarı, alış-verişi sevmiyor ama, çok selâm veririz, çok sevap kazanırız diye düşünüyor.
Camiden girdin içeriye, geldin. Mübarek, tebessüme de vergi var mı burada? Tebessümün vergisi yok. “Sen, iki defa beş defa, yedi defa tebessüm ettin, yirmi dolar vergi- ver” diyorlar mı? Ceza veya vergi yok; tebessüm bedava. Tebessüm et biraz! Selam da bedava; selam versen ne olur?! Bir tebessüm et, bir gülücük, bir selâm.
Hayır… Ne güler, ne selâm verir. Yanına sokulamazsın. Direk gibi, neredeyse namazda eğilme fiili olmasa eğilmeyecek adam, kazık gibi duracak. Namazı kılıyor; gene kaşlar çatık. Duasını ediyor, gene kaşlar çatık.
Duadan sonra, “Artık kazancı aldı, keyfi yerine geldi, işi de bitti. Bir gülücük, bir selâm lütfeder mi, bir musâfaha eder mi?..’’ diye bekliyorsun. Hayır. Gene kaşlar çatık, kalkıp gidiyor.
Ne diye geldin sen buraya? İnsanın sinirini bozmağa mı geldin? İnsanların asabını havaya kaldırmağa mı geldin? Ne oluyorsun, ne var? Karadeniz’de gemilerin mi battı, ne derdin var?
Biraz yumuşak olalım. Burası Allah’ın evi. Kullar Allah’ın kulu. Huzur, Allah’ın huzuru, yol Allah yolu. Sevapların çok olduğu bir yer; tebessüm parayla değil, vergisi yok. Selâm da aynı. Selâm verelim, uyuşalım, tanışalım, görüşelim.
Bazen arkadaşlara soruyorum.
“—Falanca direğin yanında, şurada oturan, beyazlı-mavili- lâcivertli arkadaş kim? İlk defa gördüm.” “—Bilmiyoruz hocam!” diyorlar.
Olmaz! Cami bizim evimiz, sosyal merkezimiz. Biz burada birbirimizi tanıyacağız, selâmlaşacağız.
“—Kardeşim, ben seni tanıyamadım; kusura bakma, tanımak
istiyorum. Sevdim, sen nerelisin? İsmin ne? Memleketin neresi?” diye soracaksın.
Peygamber SAS diyor ki:
“—Bir insan, bir insanı uzaktan sevse, dürüst, temiz, pâk, iyi, dindar diye beğense, takdir etse ve sevgisi içinde kalsa, tanıyamasa, adını, kabilesini öğrenemese, bu adam âcizdir.” Babasının adını öğrenemedi, adresini anlayamadı; âciz... Neden? Sevgisinin gereği olan bilgileri, gidip elde edemedi. Ne çekiniyorsun? Adam sana bir şey mi diyecek? Hiç bir şey demez. O da memnun olur, sevinir.
İnsanlar birbirleriyle tanışacak, muhterem kardeşlerim! Cami bir muhabbet yuvası olacak. Müslümanın ibadethanesi; müslümanlar burada birbirleriyle tanışacaklar, birbirlerini sevecekler, birbirleriyle kardeş olacaklar. Birbirlerinin meselelerini yavaş yavaş bilecekler, yardımcı olacaklar, sevap kazanacaklar.
Allah indinde en sevgili olan müslümanlar, ahlâkı en güzel olanlardır. Mütevâzi, sokulgan, başkalarıyla geçinebilen, başkalarının da kendisine gelebildiği, sokulabildiği insan.
d. Allah’ın Sevmediği Kimseler
Peygamber Efendimiz devam ediyor; bu müsbet manzaranın arkasında bir de menfi durumu söylüyor.
(Ve inne ebgadüküm ila’llah) Allah indinde, Allah’ın en kızdığı, en beğenilmeyen, en mebğûz, kim? Cemiyetin içinde Allah’ın en sevmediği, en çok buğz etiği kim?
1. (El-meşşâûne bi’n-nemîmeti) 2. (El-mültemisûne lehümü’l-aserât) 3. (El-müferrikûne beyne’l-ihvân) Bu üç vasfı sayıyor. Bu vasıflara sahip olan o insanlara Allah buğz eder. Buğz, şiddetli kızgınlık demek. Biz hep namazlarda, ne diye dua ediyoruz:
اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمــُسْـتَقيِمَ ( الفاتحة:٥)
(İhdina’s-sırâta’l-müstakîm) (Fâtiha, 1/5) “Bizi, senin o cennetine, rızana götüren, dosdoğru yoluna sok! Sırat-ı müstakîm’e sok bizi, ya Rabbi!” diyoruz.
صِرَاطَ الَّذِينَأَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ . غَيْرِ المْــَغْضوُبِ عَلَيْهِمْ
وَلاَ الضَّالـِّينَ ( الفاتحة:٦-٧)
(Sırâte’llezîne en’amte aleyhim) “Kendilerine nimetler bahşettiğin, lütuflarda bulunduğun insanların sevgili kullarının yoluna bizi sok! Evliyanın yoluna sok ya Rabbi bizi!” (Gayri’l-mağdûbi aleyhim) “Gazap ettiklerinin yoluna sokma, bizi o yola düşürme! (Ve le’ddàllîn) Sapıkların yoluna düşürme!” (Fâtiha, 1/6-7) Demek ki, günde kırk defa, “Aman ya Rabbi! Bizi böyle eyleme!” dediğimiz bir durum bu. Gazap edilen insanların yolunu bile istemiyoruz. Allah, bu işleri yapan insanların doğrudan doğruya kendisine gazap ediyor. Yani, Allah’ın gazabının tam hedefi. Kimmiş bunlar? Önemli.
1. (El-meşşâûne bi’n-nemîmeti) “Lâf taşıyanlar.” Lâf taşımak ne mânâya geliyor? Bir yerde, kahvede, şurada burada, iş yerinde birisiyle sohbet eder, konuşur. Ondan sonra gider, konuşmada adı geçen başka bir şahsa:
“—Ben falanca yerde filancayla görüştüm, vallahi sana öyle kızıyor ki... Açtı ağzını, yumdu gözünü; seni batırdı, çıkardı; sana şöyle söyledi, böyle söyledi.” der. “—Ne dedi ne dedi?” O lâfları işittikçe, ötekisi kızar, köpürür. Durduğu yerden onun gırtlağını sıkacak gibi sinirlenmeye başlar.
Ne yaptı bu adam şimdi? Buradaki lafı öbür tarafa taşıdı. Bu adamı, ona kızgınlaştırdı. Laf taşıyıcılık bu işte! Koğuculuk
yapmak deniliyor buna. Bir lafı öbür tarafa casus- lama, onun sözünü bu tarafa nakletme; böylece bu yanlış iş, o insanın, bununla bozuşmasını doğuruyor. Bu, büyük günah; Allah bunu sevmiyor. İkincisi:
2. (El-mültemisûne lehümü’l-aserât) “Etrafındaki insanların hep kusurlarını görüyor.”
“—Niye öyle oturdun? Niye böyle kalktın? Niye öyle yan durdun? Niye yan baktın? Niye öyle giyindin? Niye şöyle yaptın?” diye hep işi gücü, kusur aramak.
Sen bir işin güzel tarafını görmez misin? Hep yamuk ta- raflarını mı görürsün. Herşey sana yamuk mu görünür? Hiç kimseyi rahatsız etmeyen bir hal var. Sen niye böyle herkesin, bir ayıbını, bir kusurunu görmek için gözlerini dört açmışsın? Hep kusur arıyorsun. Kusur arayıcılar, lâf taşıyıcılar...
3. (El-müferrikûne beyne’l-ihvân) “Kardeşleri birbirine düşüren, birbirinden ayıran, dostları birbirinden koparan, birbirine düşman eden kimse.” Demek ki, bunların hepsinin, ana fikrini, ne mânâya geldiğini, tepeden bakarak düşünecek olursak; koğuculuk yapmak, laf götürmek, ara bozmaya sebep oluyor. İnsanların kusurlarını araştırmak, onu kusurlu gördüğü için sevmemeyi, kusurlu görünen insanın da onu sevmemesini sağlıyor. Gene ara bozmağa, dostları birbirinden ayırmağa, netice itibariyle; muhabbetsizlik, toplumun dağılması, küsüşmesi, parçalanmasına sebep olan işler. Böyle yapanları Allah sevmiyor. Ahlâken güzel olanları seviyor.
Ahlâk güzelliğinden maksat da, yumuşak başlı, mütevazi, koyun gibi geçimli, kendisi başkalarına sokulgan, başkalarının da kendisine yanaşabilmesi sokulabilmesi, ahbaplık yapabilmesi. Bu Allah’ın en çok sevdiği kimse; ötekisi, Allah’ın en çok buğz ettiği kimse olmuş oluyor. Çok önemli bir konu...
Allah bizi en sevdiği kullarından eylesin… En çok buğz ettiği kulları durumuna düşmekten korusun…
O duruma düşmemek için ne yapacağız? Bir mecliste konuşulan sırdır; öbür tarafa götürmeyeceğiz, laf taşımayacağız. Casusluk yok, mecliste ne konuşulduysa bu tarafa getirmek, buradakini, öbür tarafa söylemek, grupları birbirine düşürmek yok! Kimsenin kusuruna bakmayacağız.
İbrahim ibn-i Ethem Hazretleri, padişahlığı bırakmış, sarayları bırakmış da derviş olmuş mübarek. Diyor ki:
“—Herkes başkalarının kusurunu araştırır, Sen bırak bu işi, kendi kusurunu araştır. Böyle olgunlaşır insan.” Benim ne kusurum var? Tembelliğim mi, gevşekliğim mi var? Nobranlığım mı, var? Nasıl bir menfi vasfım var? Neden dolayı başarısızlığa uğruyorum? Hayatta ne gibi sebeplerden zarar gördüm?
Kendi kusurlarını düşün, kendi kusurlarını düzeltmeğe çalış. Böyle tavsiye ediyor, o büyüğümüz. Onun için biz, lâf taşımayalım, ağzımızı şıp kapatalım; lâf taşıyanı da, konuşturmayalım, keselim!
Kimsenin kusurunu görmeyelim. Herkesin iyi tarafını görmeğe
çalışalım. Kusur görmeğe değil, meziyet görmeğe gayret edelim?
Dinî olmayan bir mecmuada okumuştum. Bir yerden tercüme bir cümle de olabilir; birisi diyor ki: Bardağın yarısına kadar su dolu olsa, iyimser bir insan ne yapar?
“—Bu bardağın içinde biraz su var” der, içecekse içer.
Kötümser bir insan:
“—Niye bu bardak ağzına kadar dolu değil?” der.
İki türlü bakış. Birisi de diyor ki:
“—Gülün niye dikenli olduğunu düşüneceğine, dikenli bir bitkinin gül gibi, o kadar mükemmel, o kadar güzel bir çiçeği nasıl bitirdiğini düşün!”
Bu daha güzel! Eğri büğrü, hançer gibi dikenleri olan bir çalı ama ne kadar güzel çiçek açıyor. Allah Allah! Çalı dikenli ama çiçeği ne kadar güzel! Hem rengi, hem kokusu güzel. Bakış tarzı… Yani bakıştan bakışa değişiyor.
Onun için, kardeşlerimizin kötü taraflarını görmeyeceğiz, iyi taraflarını göreceğiz ve iyi taraflarını geliştirmeğe çalışacağız. Teşvik yollu söyleriz: “Ben senin şu yönünü çok beğendim!” diye. Böylece ahbaplık gelişir. Kötü taraflarını söyledikçe, çekişme, münakaşa zıddiyet ve düşmanlık olur.
Üçüncüsü de, insanları birbirlerinden ayırmağa değil, ayrılmışları birleştirmeğe, derleyip toplamağa çalışacağız! Bunlar birbirleriyle zincirleme gidiyor. Kusur gördükçe, insanlar birbirinden ayrılır. Kusur görmek, ayrılığa yol açar. Evlilikte yuvalar bile öyle bozulur. Balayı geçer, eşler bir- birlerinde kusur görmeğe başlarlar, soluğu mahkemede alırlar.
“—Ayrılacağız biz hakim bey!” “—Niye? Daha yeni evlenmişsiniz.”
Kusur görmeğe başladı; kusur görünce ayrılık olur. O bakımdan, iyi gözle bakacağız, iyi taraflarını göreceğiz ve birleştirici olmağa çalışacağız. Çünkü “ayrılık felâkettir” diyor, Peygamber Efendimiz. Hem de kökünü kazıyan bir felâkettir. Makineyle saçı kökünden kırkar gibi, cemiyeti kökünden kırkıp,
kesip atan bir şeydir, ayrılık. Birlik ve beraberlik de faydalı bir şeydir.
Onun için birleştirmeğe, araları düzeltmeğe çalışacağız. Araları bozmamağa, bozmağa vesile olmamağa dikkat edeceğiz.
Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi güzel huylu eylesin… En sevdiği kullardan eylesin… Eğer üzerimizde, içimizde, kalbimizde kötü huylar varsa ki olabilir, beşeriz, eksiklerimiz vardır; onları kısa zamanda atmayı, düzeltmeyi nasip etsin…
Büyüklerimiz demişler ki:
من لم يعرف الشر، يقع فيه .
(Men lem ya’rifi’ş-şerre yakaa fîhi) “Kim şerri bilmezse, düşer onun içine…” Kötülüğün ne olduğunu bilmeyen, kazara içine düşer. Kötü huyları bilmemiz lâzım ki kurtulalım. Kötü huyun ne olduğunu bilmezsek kurtulamayız.
Allah bizi tüm kötü huylardan pâk eylesin, kurtarsın… Tüm güzel huylarla bizi zinetlendirsin, süslesin meziyetlendirsin… Olgun insan olmayı nasib etsin…
Bi-hürmeti esrâr-ı sûreti’l-fâtihah!..
12. 04. 1991 - Coburg
Melboume / AVUSTRALYA