01. İCTİHÂDIN MÂNÂSI
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.
Bi’smil’lâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn… Hamden, kesîran, tayyiben, mübâreken fîhi alâ külli hâlin ve fî külli hîn… Ve’s-salâtü ve’s- selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve üsvetüne’l-haseneti ve tâci ruûsinâ ve tabîb-i kulûbinâ muhammedini’l-mustafâ ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’d-dîn. Emmâ ba’d.
Değerli kardeşlerim,
Efendimizin hadis-i şeriflerinden ve konuyla ilgili ayet-i kerimelerden izahlar yaparak, akşam ile yatsı namazı arasındaki zamanımızı Allah’ın rızasına uygun bir şekilde geçirmeye niyetli bulunuyoruz.
Rabbimiz, burada, şu camide oturmamızı itikâf sevabıyla sevaplandırsın… Okuduklarımızla, dinlediklerimizle amel etmeyi, rızasını kazanmayı, rahmetine ermeyi, cennetiyle, cemaliyle müşerref olmayı cümlemize nasib eylesin… Hadis-i şeriflere geçmeden önce, Peygamber SAS Efendimizin ruhuna, cümle sâdât ve meşâyih-ı turuk-u aliyyemizin ervahına, şehidlerin, sâlihlerin, fâzılların, kâmillerin ruhlarına, ahirete göçmüş olan bütün sevdiklerimizin, yakınlarımızın, dedelerimizin, müslüman kardeşlerimizin ruhlarına, uzaktan yakından, şu vaazı dinlemek üzere şu camiye gelmiş bulunan siz kardeşlerimizin ahirete göçmüş olan bütün sevdiklerinin, yakınlarının ruhlarına bir hediyye-i Kur’âniye olmak üzere; onların rahmete ermesine, bizim de hidayet üzere yaşamamıza, Rabbimizin huzuruna sevdiği, razı olduğu kullar olarak varmamıza sebep olsun diye, bir Fatiha, üç İhlâs-ı Şerif okuyalım, ruhlarına hediye edelim, öyle başlayalım! Buyurun: ……………………….
a. Muaz ibn-i Cebel’in Cevapları
Peygamber SAS Efendimiz Muaz ibn-i Cebel’i Yemen’e hàkim ve vâli olarak vazifelendirip gönderdi. Gittiği yerde İslâm’ı anlatsın, Rasûlüllah’ın meclislerinde duyduğu, gördüğü, öğrendiği şeyleri onlara da öğretsin diye.
Tirmizî ve Ahmed ibn-i Hanbel şöyle rivayet ediyor:1
أَن النَّبِيَّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، لَمَّا بَعَثَهُ إِلَى الْيَمَنِ، فَقَالَ : كَيْفَ
تَقْضِي؟ قَالَ : أَقْضِي بِكِتَابِ اللهِ . قَالَ : فَإِنْ لَمْ يَكُنْ فِي كِتَابِ
اللهِ؟ قَالَ: فَبِسُنَّةِ رَسُولِ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمَ . قَالَ : فَإِنْ لَمْ
يَكُنْ فِي سُنَّةِ رَسُولِ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ؟ قَالَ: أَجْتَهِدُ رَأْيِي.
قَالَ، فَقَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: الْحَمْدُ للهِ الَّذِي وَفَّقَ
رَسُولَ رَسُولِ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ (حم. عن معاذ)
(Enne’n-nebiyye SAS, lemmâ beasehû ile’l-yemen, fekàle) “Peygamber SAS Efendimiz Muaz ibn-i Cebel’i Yemen’e kadı ve vâli olarak gönderirken, sordu: (Keyfe takdî) “Orada ne ile hükmedeceksin?” (Kàle) O da dedi ki: (Akdî bi-kitâbi’llâh) “Allah’ın kitabı ile hükmederim.” Yâni, “Kur’an-ı Kerim’i açarım, ahkâmını uygularım orada… Ne yapacaksam Kur’an’a göre yaparım, Allah’ın emrine göre yaparım.
1 Tirmizî, Sünen, c.V, s.162, no:1249; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.236, no:22114; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XX, s.170, no:362; Dârimî, Sünen, c.I, s.72, no:168; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.72, no:124; Tahâvî, Müşkilü’l- Asâr, c.VIII, s.118, no:3050; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.X, s.177, no:29710; Muaz ibn-i Cebel RA’dan.
Yapılmaması gereken şeyleri, Allah’ın yasaklarını ve yapılması gereken şeyleri Kur’an-ı Kerim’den tesbit ederim. Kullar arasında hükmederken de bilgiyi Kur’an-ı Kerim’den alırım.” Çok doğru… Çünkü dinimizin ilk ve temel kaynağı, Allah’ın emir ve yasaklarını ihtiva eden Kur’an-ı Kerim’dir. Fevkalâde önemli bizler için. Kur’an-ı Kerim’e sarılmak, bizler için dünya ve ahiret saadetine erme vesilesidir. Allah, Kur’an-ı Kerim’in yolundan yürümeyi, Kur’an-ı Kerim’in ahlâkıyla ahlâklanıp kâmil müslüman olmayı cümlemize nasib etsin…
(Kàle) Peygamber Efendimiz tekrar sordu:
(Fein lem yekün fî kitâbi’llâh) “Kur’an-ı Kerim’de aradığın konuya dair bir mâlûmat bulamazsan, o zaman ne yapacaksın?” Çünkü Kur’an-ı Kerim, her meseleyi detaylı ve ince bir şekilde yazmaz, ana kaideleri haber verir.
(Kàle) Dedi ki:
(Febi-sünneti rasûlü’llàhi salla’llàhu aleyhi ve sellem) “Rasûlüllah’ın sünnetine göre hareket ederim.” Yâni, “Yâ Rasûlallah! Senin sözlerin, senin tavsiyelerin, senin bize öğrettiğin İslâmî hakikatler ne ise, onlara göre hareket ederim.” Bu da çok doğru… Peygamber Efendimizin sünnet-i seniyyesi bizim dinimizin ikinci kaynağı. Sünnet-i seniyyeyi küçümseyemeyiz, atlayamayız, dışlayamayız. Çünkü Kur’an’ı da bize Peygamber Efendimiz getirdi. Kur’an-ı Kerim, o sünnetin sahibi olan Peygamber’e indi. O kadar kıymetli…
Alim olarak, sadece gelen rivayetler Rasûlüllah’tan gelen rivayet midir, onu araştırınız. Gerçekten Rasûlüllah söylemiş midir? Gerçekten Rasûlüllah’ın tavsiyesi midir? Bilimsel bir araştırma, tahkikat. Bu doğru. Peygamber Efendimizin bize öğrettiği şey de bu zaten.
Ayet-i kerimede de bu tavsiye var:
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنْ جَاءَكُمْ فَاسِقٌ بِنَبَإٍ فَتَبَيَّنُوا أَنْ تُصِي بُوا قَوْمًا
بِجَهَالَةٍ فَتُصْبِحُوا عَلٰ ى مَا فَعَلْتُمْ نَادِمِينَ (الحجرات: ٦)
(Yâ eyyühe’llezîne âmenû) “Ey iman edenler! (İn câeküm fâsikun bi-nebein fetebeyyenû) Eğer bir fâsık size bir haber getirirse, onun doğruluğunu araştırın! (En tüsîbû kavmen bi- cehâletin fetüsbihû al âmâ fealtüm nâdimîn) Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurât, 49/6)
b. Hak İle Beraber Olmak
Elbette bir meselenin aslını araştırmak çok güzel bir bilimsel çalışma. Bir şeyin aslının, gerçeğinin ne olduğunu keşfetmeye, ortaya çıkarmaya çalışmak. Müslümanın görevi zaten bu. Müslümanın görevi hakka bağlı olmak, hakkı tutmak, hakkı işlemek, hak üzere bulunmak, hak yolda yürümek. Müslümanın ana işi bu.
“—Nasıl hak yolda yürümek?” Tek başına kalsa bile hak yolda yürümek.
“—Nasıl tek başına? Herkese muhalefet mi edecek? Herkesle zıt mı düşecek?” Evet, hak ile beraber olduktan, haktan yana olduktan sonra, cümle cihan halkıyla savaşır müslüman... Çünkü kuru kalabalığın kıymeti yok. Mühim olan hakla beraber olmak.
Nitekim İbrahim AS, hakla beraber olduğu için, puta tapan bütün kavmiyle mücadeleye girdi. Mûsa AS, hakla beraber olduğu için Firavun’la ve ordusuyla, Firavun kültürü ve zihniyeti ile mücadeleye girdi.
Nuh AS kavmiyle mücadeleye girdi. Gemi yapması için emir gelip de gemi yapmaya başladığında, kavmi onunla alay ediyordu: “—Deniz ne kadar uzakta, sen bu gemiyle ne yapacaksın?” diyorlardı.
كُلَّمَا مَرَّ عَلَيْهِ مَلٌََ مِنْ قَوْمِهِسَخِرُوا مِنْهُ (هود:٨٣)
(Küllemâ merre aleyhi meleün min kavmihî sahirû minhü) “Kavminden ileri gelenler ise, yanına her uğradıkça onunla alay ediyorlardı.” (Hûd, 11/38)
Çünkü o peygamberdi, kendisine vahyedileni yapıyordu. Bunlar câhil, gözleri kör, bakıyorlar ama mâneviyatları kör, anlamıyorlar, alay ediyorlar.
Sanmayın ki mesele kalabalıkların bir noktada birleşmesi. Kalabalıkların hepsi bir araya toplansa, ama yanlış üzere toplansa Allah hepsini cehenneme atar. Hepsi puta tapmayı esas olarak kabul etseler, “Bu put çok süslü, zinetli, altından yapılmış, sağına soluna zümrütler takılmış, fevkalade tarihi değeri var, gelin en iyisi buna tapınalım!” deyip bir araya gelseler; bir milyon, beş milyon, yüz milyon, bir milyar, beş milyar kişi, canlı cansız,
hücre, atom, molekül vs. ona tapsalar; Allah hepsini cehenneme atar.
Yani, kuru kalabalığın kıymeti yok. Kıymet hakla, hakikatle beraber olmakta. Müslüman, bir kişi olsa, tek başına kalsa bile hakkı söyleyecek.
Bilal-i Habeşi Hazretleri’ne tazyik yapıyorlardı. Köle diye, arkasında kendisini koruyacak, destekleyecek, intikam alacak kimse yok diye bastırıyorlar, işkence ediyorlar, “Dininden dön!” diye azap ediyorlardı. O ne diyordu? “—Ehad… Ehad… Ehad... Allah bir tektir! Allah bir tektir! Allah bir tektir!”
İşkence yapıyorlardı, gene öyle diyordu. Müslümanın tavrı bu. Bunu iyi öğrenin!
Birlik, beraberlik, ama nerede? Hak’ta, hakla beraber.
Bir insan düşünelim ki hakkı söylüyor, hakla beraber. Öbür tarafında bir şehrin bütün ahalisi, mesela bir milyon yedi yüz elli bin kişi var, onlar da bâtılı söylüyor. Cemaat kim şimdi? Topluluk kim? Bir milyon yedi yüz elli bin kişi mi topluluk? Hayır. Tefrikayı bu bir kişi mi yapıyor? Yoksa bir milyon yedi yüz elli bin kişi mi yapıyor? Bir milyon yedi yüz elli bin kişi tefrikacı… Topluluk ve cemaat bir kişi. Çünkü cemaat demek, hakla beraber olan demek; kuru kalabalığın beraber olması demek değil.
Bütün peygamberlerin hayatlarına bakılırsa bu böyle görülür. Şuayb AS, İdris AS, Nuh AS, İsâ AS, Mûsâ AS… Hangi peygambere bakarsanız durum böyledir. Hakkı söyleyecek, hakkı tutacak.
c. İctihadın Yeri, Önemi
Onun için, Muaz ibn-i Cebel’e Peygamberimiz sorduğunda o:
“—Kur’an’la hükmederim; orada yoksa Peygamber Efendimiz’in sünnet-i seniyyesi ile hükmederim, o bilgiye göre hareket ederim!” dedi.
قَالَ: فَإِنْ لَمْ يَكُنْ فِي سُنَّةِ رَسُولِ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ؟
قَالَ: أَجْتَهِدُ رَأْيِي.
(Kàle) Peygamber SAS Efendimiz tekrar sordu:
(Fein lem yekün fî sünneti rasûli’llâhi SAS) “Rasûlüllah’ın sünnetinde de aradığın konuya dair bir mâlûmat bulamazsan, o zaman ne yapacaksın?”
Çünkü insan hayatında karşılaşılan olaylar sonsuzdur, kanunlar, kurallar sayı iledir. Hayat ve olaylar çeşitli, kişiler ve kişilerin karşılaştığı olaylar çok olduğundan dolayı, her olayın karşılığını Kitapta bulamazsın. Onun için genel kaideler konulur. Bu genel kaidelere göre, insan yeni durum karşısında ne yapması gerekiyorsa onu yapar. Buna ictihad diyoruz. Peygamber Efendimiz Muaz ibn-i Cebel’e sordu:
“—Hadis-i şerifte, sünnette de o konuyla ilgili bir şey bulamazsan, o zaman ne yaparsın?” (Kàle) Muaz ibn-i Cebel RA dedi ki:
(Ectehidü re’yî) “O zaman ictihad ederim yâ Rasûlallah!”
İctihad ne demek? İctihadın, kelime olarak mânâsı önemli, bunu bilelim! Çünkü, kelimelerin etimolojisinin, nereden çıktığının, hangi kökten geldiğinin, kelimeyi iyi anlamakta faydası vardır. İctihad demek, cehdetmek demek. Cehd, yani gayret etmek, ter dökmek, çalışmak demek.
“—İctihad ederim!” ne demek?
“—Gerçeği bulmakta ter dökerim, uğraşırım, araştırırım, didinirim, sorarım.” demek. İctihad bu… İctihad, oturup, sırtını koltuğuna dayayıp hüküm vermek değil. Gayret sarf edecek, araştıracak, inceleyecek, düşünecek, taşınacak, ondan sonra ictihadının sonucunu söyleyecek.
Müctehid ne demek? Bütün bilimsel imkânları toplayıp, düşünüp taşınıp, bir konuyu iyice araştıran insan demek.
قَالَ، فَقَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: الْحَمْدُ للهِ الَّذِي
وَفَّقَ رَسُولَ رَسُولِ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ (حم. عن معاذ)
(Kàle, fekàle rasûlü’llàhi SAS) Muaz ibn-i Cebel, “İctihad ederim!” deyince, Efendimiz çok memnun oldu. Dedi ki:
(El-hamdü li’llâhi’llezî veffeka rasûle rasûli’llâhi SAS) “Rasûlünün rasûlünü bu derece olgun bir fikir seviyesine getiren Allah’a hamd olsun!” Allah’ın Rasûlü kendisi. Rasûlünün rasûlü demek, elçisinin elçisi demek, yani Muaz ibn-i Cebel. Peygamber Efendimiz, Yemen’e din elçisi olarak gönderdiği kimseye Allah bu anlayışı verdi diye sevindiğini ifade etti.
Biliyor musunuz, Kur’an-ı Kerim vahiyler halinde geliyordu da herkes ezberliyordu. Bazısı eline geçirdiği malzemenin üzerine yazıyordu. Ama mushaf halinde değildi. Ciltli bir kitap halinde değildi. Harpler olup da hafızlar şehid olmaya başlayınca...
Harp oluyor, bir acı haber, bir kara haber geliyor, yetmiş tane hafız şehid oluyor. Falanca kabile, filanca yere giden sahabe-i
kirama baskın yapmış, yetmiş tane hafızı şehid etmiş. Şehid olan cennete gidecek, orası iyi ama Kur’an-ı Kerim’i bilen insanlar gidiyor. Bunun üzerine dediler ki:
“—Yâ Ebû Bekir, Kur’an-ı Kerim’i toplayalım. Bilen insanlar varken mesele değil, sorarız, öğreniriz. Derya gibi insanlar, ama bunlar giderse ne olacak? Toplayalım.” Ebû Bekr-i Sıddık Efendimiz aylarca tereddüt etti.
Niye aylarca tereddüt etti?
“—Rasûlüllah zamanında yapılmamış olan bir şeyi ben nasıl yaparım? Bid’at olmasın!” diye tereddüt etti. Tereddüt etti, düşündü, ictihad etti, ter döktü, tefekkür etti, belki istihare etti, belki dua etti. Ondan sonra karar verdi.
Peygamber Efendimiz’in zamanında niye toplanmadı?
Çünkü Peygamber Efendimizin ahirete göçtüğü zamana kadar vahiy gelme ihtimali vardı. Elbette öyle olacak, sonra toplanacaktı.
Nihayet Ebû Bekr-i Sıddık Efendimiz zamanında Kur’an-ı Kerim toplandı. Bakın, Kur’an-ı Kerim gibi bir kitap kaybolmasın diye toplamakta bile ne kadar ince bir titizlik gösteriyorlar? Ne kadar tereddüt ediyorlar, kökünü araştırıyorlar. İşte bu ictihad kelimesiyle beraber, aynı anda ter kelimesi de zihninizde belirecek.
d. Mescidin Önemi
Söz sözü açıyor, insanın aklına çok şeyler geliyor, muhterem kardeşlerim.
Peygamber SAS Efendimiz Mekke-i Mükerreme’de iken kendisine vahiy geliyordu. Vahyi etrafındakilere okuyordu, onlar da ezberliyorlardı. Büyük tazyik vardı, ibadeti zor yapıyorlardı. Medine-i Münevvere’ye gitti. Gider gitmez yaptığı ilk iş ne oldu?
Yaptığı ilk iş mescid yapmak oldu. Bakın, yeni bir topluluk oluşuyor. Bir peygamber, bir şehirden başka bir şehre gidiyor. Bundan siz de, biz de ibret alacağız.
“—Mescid nedir? Mescid, insanların namaz kılıp ayrıldıkları,
dağıldıkları, bıraktıkları bir yer midir?” Hayır! Mescid, İslâmî hayatın merkezi. İnsanların cıvıl cıvıl faaliyet içinde olduğu, toplumun etrafa pırıl pırıl ışık saçan merkezi.
“—Peygamber SAS Efendimiz’in mescidi, sadece bir ibadethane miydi?” İbadeti herkes, her yerde yapar. Ama Rasûlüllah bulunmaz. Her mekânda insanlar oturur ama ilim irfan olmaz. Peygamber SAS Efendimiz’in Mescid-i Saadet’i ilim irfan merkezi idi.
Peygamber Efendimiz’in mescidinde geceleri 70 küsur kişi yatardı. Demek ki gece gündüz oradan hiç ayrılmıyorlar. Onlara Ashâb-ı Suffe deniliyordu. Bir köşede yatarlardı. Bunların sayısı gündüzleri 400-500’e çıkardı. Oradan, buradan, “Rasûlüllah’ı dinleyeceğim, nasihatlerini ezberleyeceğim, Kur’an’ı öğreneceğim!” diye herkes geldiği için, sayıları 500’e çıkardı. Yâni, mescid bir mektep idi, medrese idi, bir üniversite idi.
İşte orada yetişen insanları, dini öğrenen, Kur’an’ı ezberleyen, Rasûlüllah’ın hadislerini kavrayan, dinin ruhunu kavrayan, has müslümanları Efendimiz SAS muhtelif yerlere gönderirdi.
Bakın, Efendimiz Medine-i Münevvere’ye geldikten aylarca sonra kendi evini yapmaya başladı. İlk önce mescidi yaptı, ibadetle ilim irfan beraber yürüdü, aynı anda yürüdü.
O halde biz, Rasûlüllah’ın yolunda yürüyorsak ne yapacağız?
Mescid bizim de merkezimiz olacak. Evimiz olmadan önce merkezimiz olacak. Mescidimiz sadece namaz kılınan bir yer olmayacak. İlmin, irfanın, Kur’an’ın, hadisin, fıkhın, kelamın, akaidin, ahlâkın öğrenildiği, öğretildiği, cıvıl cıvıl canlı bir iş merkezi olacak.
Bakırköy’de, Galeria diye bir iş merkezi açmışlar, ben gidip görmedim. Gazetelere çarşaf gibi ilan veriyorlar, “Her an kapısında üç bin beş yüz kişinin bulunduğu iş merkezi” diye. Yani, kalabalık kaynaşıyor demek istiyor. Müminin mescidi öyle olacak işte, mescid insanlarla dolup taşacak.
e. Cemaatle Namaz
Peygamber Efendimiz bir keresinde buyurdu ki:2
إِنِّي لَََهُمُّ أَنْ أَجْعَلَ لِلنَّاسِ إِمَامًا، ثُمَّ أَخْرُجُ، فَلََ أَقْدِرُ عَلَى إِنْسَانٍ
يَتَخَلَّفُ عَنِ الصَّلََةِ فِي بَيْتِهِ، إِلََّّ أَحْرَقْتُهُ عَلَيْهِ (حم . عن ابن أم
مكتوم)
RE. 145/5 (İnnî leehümmü en ec’ale li’n-nâsi imâmâ) “İstiyorum ki, şu namazı birisine emanet edeyim: ‘Sen benim
2 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.XXXI, s. 55, no:14944; Tahâvî, Müşkilü’l- Âsâr, c.XI, s.257, no:4453; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.II, s.169; Abdullah ibn-i Ümm- ü Mektum RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.VII, s.584, no:20365; Câmiü’l-Ehàdîs, c.X, s.201, no:9426.
yerime namazı kıldır!’ diyeyim. (Sümme ahrucü, felâ akdiru alâ insânin yetehallefü ani’s-salâti fî beytihî) Elime cayır cayır yanan bir meşale, bir çıra alayım, gideyim, mescide gelmeyip de evinde namaz kılanların evini yakayım!” “—Siz misiniz mescide gelmeyen?” diye gidecek, cayır cayır yakacak.
Kâfir değil, müşrik değil, evinde namaz kılıyor. Neden, yakmak istediğini söylüyor Efendimiz? Niye bu kadar şiddetli bir infial gösteriyor? Mescide gelmiyorlar, mesele sadece ibadet değil diye.
İbadet nerede olsa yapılır. Yeryüzü müslümana hem mescid, hem de temizlik malzemesi kılınmıştır. İstediği her yerde kılabilir. Buradan kalkıp Adelaid’e gidiyorsunuz, istediğiniz yerde arabanızı çeker, “Allàhu ekber!” der, kılarsınız. Seccadeniz yok, kumun üstünde kılarsınız namazı. Çünkü müslümana yeryüzü mescid kılınmıştır.
Bir kayanın, bir çimenin, bir toprağın üstünde namazı kılarsınız. Su bulamazsanız elinizi toprağa vurursunuz, teyemmüme niyet edersiniz, ellerinizi yüzünüze sürer, meshedersiniz. Teyemmümle, su olmadan abdest alırsınız, namazı kılarsınız. Gusül gerekmişse guslünüz, abdest gerekmişse abdestiniz olur. Toprak mescid, toprak temizleyici… Mühim olan evde namaz kılmak değil. Mühim olan birlik, beraberlik, ilim, irfan. Mühim olan sosyal merkez. Mühim olan müslümanların bir yerde toplanması, işlerini beraber yapması… O zamanın müslümanlarının Rasûlüllah’ın etrafında toplanması, onun sohbetinden istifade etmesi. Bak, ne diyor?
“—Bırakayım buradaki namaz kıldırma vazifesini birine, elime çırayı alıp evlerini tutuşturayım!”
Çünkü yanlış bir zihniyet. Tek başına bir kenara çekilmek ya keyfinden olur, ki keyif düşkünlüğü iyi değil; ya da tembellikten olur. Bazen bir tarafı beğenmemekten olur. Ya da daha başka sakat bir zihniyetten olur. Hepsi yanlış.
Mescide darılınmaz muhterem kardeşlerim, mescide küsülmez! Şahıslar değişir, gelir geçer ama mescid Allah’ın evidir, davet Allah’ın davetidir:
(Hayye ale’s-salâh) “Namaza gelin!
(Hayye ale’l-felâh) “Felâha gelin!”
Mescid felâhın olduğu yerdir. Onun için dargınlık olmaz zaten. Bir müslümanın, bir müslümana üç günden ziyade dargın olması zaten caiz değil. Camiye hiç küsülmez, camiye küsme olmaz. Olursa cahillikten olur. Onun için herkesin koşup camiye gelmesi lazım ve caminin pırıl pırıl bir kültür merkezi olması lazım müslüman için.
f. İhlâsına Dikkat Et!
Şimdi gelelim Peygamber Efendimiz’in sözüne… Muaz ibn-i Cebel Yemen’e vali olarak, elçilikle, hizmetle, eğitimcilikle gönderildiği zaman dedi ki:
“—Yâ Rasûlallah, bana tavsiyede bulun! Gidiyorum, ana fikir, ana prensip olarak ne dersin? Giderayak bana ne tavsiye edersin?” Peygamber SAS Efendimiz’in sözleri kısadır, uzun söz söylemez. Çünkü karşı taraf uzun sözü anlamayabilir.
Peygamber Efendimiz’e az kelime ile çok mânâ ifade etme kabiliyeti verilmiş. Evliyaullah’a da öyle... Yunus Emre’nin bir şiiri, bir mısraı vardır, insana yeter. Çok güzel anlatıyor. Bakıyorum, bir romanda anlatılacak kadar geniş bir şeyi bir dörtlükte kısaca anlatıvermiş. Neden? Allah kabiliyet veriyor. İnsanın içine ilim irfan veriyor, hikmet veriyor.
Efendimiz kısa konuşurdu ve icâb-ı hàle göre konuşurdu. Muhatabın ihtiyacına göre konuşurdu. Muaz’a diyor ki:
“—Yâ Muaz! Dinini hàlisâne yap. Halis muhlis, samimi, tertemiz kalple yap ibadetini, taatini, dindarlığını, müslümanlığını… Az amel sana yeter.” Hani bazı insan, her gece bin rekât namaz kılayım, şu kadar tesbih çekeyim diye adedin çokluğuna yüklenir. İş adedin
çokluğundadır sanır. Peygamber Efendimiz öyle demiyor:
“—İhlâsına dikkat et, samimiyetine dikkat et, sevgine dikkat et, Allah’a saygına dikkat et, hàlisliğine muhlisliğine dikkat et; az amel, az icraat, az ibadet de sana kifayet eder.” Yani çok sevabı alırsın demiş oluyor.
Onun için, hepimizin dikkat etmesi gereken şey, kalp temizliği, niyet hàlisliği ve duygunun güçlülüğü, samimiliği…
g. Efendimizin Heybeti
Peygamber Efendimiz SAS çok muhteşem bir insan, kelimelerle anlatılacak gibi değil. Mübarek bir insan, çok heybetli bir insan. Peygamber Efendimiz’i gören insanı bir titreme alır. Onu görür görmez müslüman olmasa bile insana bir şeyler olurdu.
Peygamber Efendimiz’i tarif ederken sahabe-i kiram diyor ki:3
مَنْ رَآهُ بَدِيهَةً هَابَهُ، وَمَنْ خَالَطَهُ مَعْرِفَةً أَحَبَّهُ، يَقُولُ نَاعِتُهُ:
لَمْ أَرَ قَبْلَهُ وَلََّ بَعْدَهُ مِثْلَهُ (ت. ش. هب. عن علي)
(Men raâhû bedîheten hâbehû) “Hiç görmemiş bir kimse, Rasûlüllah’ı birden bire görüverirse, Rasûlüllah’ın mânevî makamının ve görünümündeki heybetin tesirinden müthiş bir duygu içine düşer, titremeye başlardı. Heybetinin altında ezilirdi.” (Ve men hàletahû ma’rifeten ehabbehû) “Ama onu tanıyan, sohbetine devam edip sözünü dinleyen, mübarek cemâline baktı mı, severdi ve artık aşık olurdu.” Güzelliği yakından tanıyınca, o zaman seviyor, aşık oluyor. Aşkı da çok yüksek noktalara çıkıyor.
3 Tirmizî, Sünen, c.V, s.599, no:3638; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VI, s.328, no:31805; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.II, s.148, no:1415; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.15; İbn-i Sa’d, Tabakàtü’l-Kübrâ, c.I, s.412; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.XI, s.30, no:5699; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.III, s.262; Ebü’ş- Şeyh, Ahlâku’n-Nebiy, C.I, s.90, no:84; Hz. Ali RA’dan.
(Ve yekùlü nâitühû) “Onu vasfeden, ancak şu sözü söyleyebilirdi: (Lem era kablehû ve lâ ba’dehû mislehû.) Ben ondan önce de, ondan sonra da onun gibisini asla görmedim!” derdi.
Mesela, Medine’ye ilk gittiği zaman, yahudi hahamlardan birisi, [Abdullah ibn-i Selâm] Medine’ye kendisinin peygamber ol- duğunu söyleyen birisinin geldiğini duymuş.
“—Medine’ye yeni gelmiş, kimmiş bir görelim!” diye kalkıp gitmiş.
Efendimiz, Medine’ye daha önce gitmiş sahabesi ile toplanmış, günün herhangi bir saatinde oturuyorlar. Haham kalkıp gitmiş, Rasûlüllah SAS Efendimiz kalabalığın ortasında oturuyor. Haham diyor ki:4
عَرَفْتُ أَنَّ وَجْهَهُ لَيْسَبِوَجْهِ كَذَّابٍ (ت. ه. حم. ك. طس. ش.
هب. ق. عن عبد الله بن سلَم)
(Araftü enne vechehû leyse bi-vechi kezzâb) “Yüzüne bakınca anladım ki, yüzü hiç öyle yalan iddiada bulunacak, yalan söz söyleyecek bir insan değil!”
Bedevi bir insan geldi, Rasûlüllah SAS Efendimizi kapıdan görür görmez eli ayağı kesildi, titremeye başladı.
Neden? Efendimizin güzelliği vardı. Heybeti, nuraniyeti vardı. Peygamberliğinin muazzam tesiri vardı. O heybet karşısında kimse takat getiremez, boyun bükerdi.
4 Lafız farkıyla: Tirmizî, Sünen, c.IV, s.652, no:2485; İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.423, no:1334; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.451, no:23835; Dârimî, Sünen, c.I, s.405, no:1460; Hàkim, Müstedrek, c.III, s.14, no:4283; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.V, s.313, no:5410; İbn-i Ebî Şeybe, c.V, s.248, no:25740; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.III, s.216, no:3361; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.II, s.502, no:4422; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.II, s.152; İbn-i Sa’d, Tabakàtü’l-Kübrâ, c.I, s.235; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.II, s.132, no:1339; Abdullah ibn-i Selâm RA’dan.
Efendimizi tanıyanlar yüzüne bakamazlardı. Sahabeden bazı kimseler, “Ona olan hürmetimden, saygımdan dolayı gözümü kaldırıp da yüzüne doya doya bakamadım!” derlerdi.
O mescide geldiği zaman, herkesin gözü önünde olurdu. Sadece, Hz. Ebû Bekr-i Sıddık, Hz. Ömer Efendimiz gibi yüksek sahabeler ona bakarlardı. Efendimiz onlara tebessüm ederdi. Ötekiler, hürmetlerinden, heybetten, saygıdan, sevgiden mest olmuş durumda, başları önde dururlardı.
Saygılarından, soru soramazlardı Peygamber Efendimiz’e… Derlerdi ki: “—Bedevilerden, dışarıdan birisi gelip soru sorsa da, fırsattan istifade edip, Efendimiz cevap verirken dinlesek…” Kendileri soru soramazlardı, soracak birisi olsa diye beklerlerdi. Soru sormaya, hitap etmeye takat getiremezlerdi.
h. Amellerde Niyet Önemli
Ebû Ümâme el-Bâhilî RA şöyle anlatıyor:5
جَاءَ رَجُلٌ إِلَى النَّبِىِّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِوَسَلَّمَ، فَقَالَ: أَرَأَيْتَ رَجُلًَ غَزَا
يَلْتَمِسُ اْلََجْرَ، وَالذِّكْرَ، مَا لَهُ؟ فَقَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْ هِ وَ
سَلَّمَ: لََّ شَىْءَ لَهُ! فَأَعَادَهَا ثَلََثَ مَرَّ اتٍ. يَقُولُ لَهُ رَسُولُ اللهَِّ صَلَّى
اللهُ عَلَيْهِ وسلم: لََّ شَىْءَ لَهُ! ثُمَّ قَالَ: إِنَّ اللهَ لََّ يَقْبَلُ مِنَ الْعَمَ لِ
إِلََّّ مَا كَانَ لَهُ خَالِصًا، وَابْتُغِىَ بِهِ وَجْهُهُ (ن. عن أبي أمامة)
(Câe racülün ile’n-nebiyyi SAS) “Adamın biri Rasûlüllah SAS’e
5 Neseî, Sünen, c.X, s.204, no:3089; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.18, no:4348; Ebû Ümâme el-Bâhilî RA’dan.
geldi.” Dışarıdan, bedevilerden birisi gelmiştir. Onun için filanca geldi demiyor. Tanınmayan bir insan geldi, onlar soru sorar. Çünkü cahil. (El-câhili cesûrun) [Câhil cesurdur.] derler ya, henüz o havayı tam alamamış. Kim onu ilk görürse heybetine, tesirine tutulur, kim sohbetine devam ederse mest olurdu. Sevgiden, saygıdan dolayı hayran olurdu. Yabancı bir insan da gelir, merakla bazı sorular sorardı. Bu adam Peygamber Efendimiz’e müslüman olarak geldiği için, cemâlini görme şerefine nâil olmuş bir insan olduğu için, sahabidir, radıya’llàhu anh... O da Allah’ın sevgili kullarından birisidir. Ama kim olduğu belli değil
Bir adam geldi, Peygamber SAS Efendimiz’e sordu:
(E raayte racülen gazâ yeltemisü’l-ecra, ve’z-zikra) [Yâ Rasûlallah, bir kimseyi gördün mü: Allah’tan ecir bekleyerek gazâ ediyor, bir de anılmak, meşhur olmak istiyor. (Mâ lehû) Onun için ne var.]
“Bir adam gaza ediyor, Allah yolunda savaşa gidiyor. Savaşanın sevabı çok, kalırsa gazi, ölürse şehid olacak diye, Allah’tan ecir bekleyerek, sevap bekleyerek gidiyor. Bir de şöhreti de düşünüyor.
‘—Ne kahraman adam! Gitti, Rasûlüllah’la beraber çarpıştı.’ desinler, nâmı yürüsün, kahramanlığı dillerde dolaşsın diye de istiyor. Yani hem sevap umuyor, hem de şöhreti, anılmayı, beğenilmeyi istiyor. Bu adamın durumuna ne dersin? Bunun eline ne geçer? Bunun durumu ne olur? Buna ne karşılık verilir?” Peygamber SAS Efendimiz cevaben buyurdu ki… Ama ne buyurduğunu ben söylemeyeyim, siz tahmin edin! Hem sevap bekliyor, hem de şöhret, anılmak, beğenilmek istiyor. Düşünün, sonra da Rasûlüllah’ın söylediği ile karşılaştırın.
Rasûlüllah SAS buyurdu ki:
(Lâ şey’e lehû) “Hiçbir şey yok!” Sübhanallah! Hayret etmediniz mi?
Adam hem sevap bekliyor, ama biraz da şan şöhret düşünüyor. Adam minare yaptırıyor, adına kitâbe koyduruyor; yurt yaptırıyor, tabela koyuyor. Bu da şöhret istiyor, anılmak istiyor. Ne kadar kahraman olduğunu herkes bilsin istiyor.
“—Filanca savaşta, falanca kabileden bir yiğit çıkmış, on kişiyi tepelemiş, şöyle kılıç kullanmış, düşmana şöyle saldırmış, şöyle ok atmış, her atışta vurmuş, ne adammış...” İnsan böyle şeyleri seviyor. Şampiyon olmak, beğenilmek, anılmak herkesin arzusu, herkesin istediği bir şey… Ama bunun sevabı ne, eline ne geçecek? Hiçbir şey geçmeyecek.
(Feeàdehâ selâse merrât) “Adam üç defa aynı soruyu sordu.” Neden aynı soruyu tekrar tekrar soruyor? Biraz ecir de bekliyor. Acaba cevapta bir yanlışlık mı var, Rasûlüllah iyi mi duymadı? “Biraz eksik olur ama ecir alır.” der mi diye. Üç seferinde de Peygamber Efendimiz, (Lâ şey’e) “Ona hiçbir sevap yoktur!” dedi.
Neden? Çünkü, hem Allah için diyor, ama hem de şöhret istiyor, anılmak istiyor. Böyle iki tane niyet oldu mu, her şey sıfıra gidiyor, kıymeti kalmıyor. Her şeyi bozuyor, sıfırlıyor.
(Sümme kàle) Sonra SAS Efendimiz şöyle izah etti:
إِن اللهَ لََّ يَقْبَلُ مِنَ الْعَمَلِ إِلََّّ مَا كَانَ لَهُ خَالِصًا، وَابْتُغِىَ بِهِ وَجْهُهُ (ن. عن أبي أمامة)
(İnna’llàhe lâ yakbelü mine’l-ameli illâ mâ kâne lehû hàlisan ve’btugiye bihî vechuhû) “Aziz ve Celîl olan, izzet ve celâl sahibi olan Allah-u Teàlâ Hazretleri, bir icraatı, bir ameli, bir hayrı, bir hasenatı, ancak hàlisâne bir şekilde ve kendi rızası için yapıldığında kabul eder. Bu işin yapılmasında, sadece kendi rızası düşünülmediği takdirde kabul etmez.” Amel, ancak onun için olacak, hàlisâne olacak. Hàlis ne demek? Katıksız demek. Yâni amel hàlisâne olarak, onun için yapılmayınca kıymeti olmuyor.
Muhterem kardeşlerim! İslâm’da niyet çok önemli, kalp çok önemli... Bir işin hangi maksatla yapıldığı çok önemli... Onun için insanın ilk önce maksadını düzeltmesi gerekiyor, kalbini ve niyetini doğrultması, düzeltmesi gerekiyor.
“—Ben bu işi yapıyorum, neden?
“—Biraz para kazanayım, biraz da dine hizmet ederim.” Hava alırsın sen! İşin içinde “Biraz para kazanmak” olunca, dine hizmetten dolayı yüzde elli hisse alamazsın, (Lâ şey’e) “Hiçbir sevap yok!” durumuna düşersin. Sırf Allah rızası için yapacaksın. İşin içine, Allah’ın rızasından gayri hiçbir şeyi karıştırmayacaksın. Amelin safvetini bozmayacaksın, izâle etmeyeceksin, tahrip etmeyeceksin.
Diğer hadis-i şerife geçelim. Bu hadis-i şerifi anlamakta biraz güçlükler olabilir. Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:
“—Kıyamet gününde dünya Huzur-u Rabbü’1-İzzet’e getirilir ve denilir ki.. “ Diyen kim? Allah.
Denilen kim? Vazifeli melekleri. Denilir ki:
“—Şu dünyada Allah için, Allah rızası için olan şeyleri şöyle bir ayıklayın, ayırın bir kenara bakalım!”
Allah için olanlar ayıklandıktan sonra, geriye kalanlar bütünü ile cehenneme atılır. Evler, barklar, köşkler, saraylar, zinetler, saltanatlar, şöhretler, keyifler, zevkler, sanatlar, safalar... Her şey cehenneme atılır. “ Ne kalır? Allah için olan kalır, ayrılır. Camiler, hayırlar, hasenatlar, ibadetler, taatlar ayrılır; gerisi hep cehenneme atılır.
Dünya ve dünya ahvali, dünya hâlâtı... Çünkü Allah-u Teàlâ Hazretleri dünyayı sevmemiş, dünyaya kıymet vermemiş. Dünya içinde Allah rızası için, ibadet için olan şeylerin dışındakilere rahmet nazarıyla bakmamış. Allah dünyada neyi sever? Mescidleri sever. Rahmet nazarıyla baktığı yerler mescidlerdir. Yani en manzaralı yerleri sevmez, ibadet yerlerini sever Allah-u Teàlâ Hazretleri. Bir dağın üzerinde Allah’ın abid, zahid bir kulu ibadet etse, o dağ öbür dağlara karşı övünürmüş. “Bugün Allah’ın bir kulu benim üzerimde ibadet etti” diye övünürmüş. Şeref kazanıyor. İkindiden sonra çeşitli cemiyetlerden misafirler geldi, konuştuk. Falanca cemiyet, bir yerden bir kilise almış, camiye çevirmiş. O kilisenin duvarları, taşları bayram ediyor şimdi. Sevincinden ne yapacağını şaşırıyor. Çünkü Allah için oldu mu, her şey kıymet kazanıyor. Allah için olmadı mı hiçbir şeyin kıymeti yok.
Şimdi, dünya nasıl getirilecek?
Allah’ın esrarengiz işlerini ve ahiretin hallerini biz kolay kolay anlayamayız. Mesela, cennet ehli cennete gittikten, cehennem ehli cehenneme atıldıktan, Mahkeme-i Kübra bittikten sonra, hesabı görülecek kimse kalmadıktan sonra, muvakkat bir vakit yanıp da
cehennemden çıkartılacaklar çıkartıldıktan sonra...
Ehl-i cennet cennete, ehl-i cehennem cehenneme girdikten sonra, Allah-u Teàlâ cehenneme buyuracak ki:
“—Kapatın kapısını!” Kapatılacak ve içindekilere:
“—Siz ebedî olarak burada kalacaksınız!” denilecek.
Ehl-i cennet de ebedî olarak cennette kalacak.
“—Ölüm bir koç şeklinde, ikisinin arasına getirilir ve boğazlanır.” diyor hadis-i şerifler. Yani ölmek yok. Cehennemdekiler ölüp kurtulmayı tercih ederler ama ölmek yok… Ölmezler ki kurtulsunlar, kurtulmak yok. Azapları da hafiflemez.
i. Cehenneme Düşmemeye Çalışın!
Muhterem kardeşlerim, bazı müminler cehenneme düşecek. İşlediği haramların cezasını çekmek için cehennemde yanacak, sonra çıkacak. Yani, müslüman cehenneme düşmeyecek diye bir şey yok. Allah girmeyenlerden etsin, ama zerre kadar hayır işleyen hayrının karşılığını görecek, zerre kadar şer işleyen şerrinin cezasını çekecek. Peygamber SAS Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki:6
وَاللهِ لََّ يَخْرُجُ مِنَ النَّارِ مِنْ دُخُلِهَا، حَتَّى يَكُونُوا فِيهَا أَحْقَابًا؛
وَالْحُقْبُ بِضْعٌ وَثَمَانُونَ سَنَةً، وَالسَّنَةُ ثَلََثُمِائَةٍ وَسِتُّونَ يَوْمًا، كُلُّ
يَوْمٍ كَأَلْفِ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ (الديلمى عن ابن عمر)
6 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.IV, s.358, no:7029; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d- Duafâ, c.III, s.286; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XIV, s.535, no:39543; Câmiü’l-Ehàdis, c.XXII, s.430, no:25239.
(Va’llàhi lâ yahrucü mine’n-nâri min duhùlihâ, hattâ yekûnû fîhâ ahkàben) [Allah’a yemin olsun ki, cehenneme girenler birkaç hukub orada kalmadan çıkmaz. (Ve’l-hukbü bid’un ve semânûne seneh) Hukub da seksen küsür sene demektir. (Ve’s-senetü selâsümietin ve sittûne yevmen) Sene de üç yüz altmış gündür. (Küllü yevmin keelfi senetin mimmâ teuddûne) Ahiretin günü de sizin saydıklarınızla bin senedir.] Yâni, “Dikkat edin, ne yapıp yapıp cehenneme düşmemeye gayret edin! Çünkü cehenneme bir kere atıldı mı, en az (ahkàben) kaldıktan sonra çıkacak.” “—Ahkàben ne demek?” Seksen küsur seneye bir hukub diyorlar. Ahkàben, hukublarca demek, biz asır diyelim. Asır yüz seneye, hukub da seksen küsur seneye, bir ömür miktarı seneye diyorlar. Biz yirmi sene fazlası ile söyleyelim. Asırlarca kaldıktan sonra çıkacak.
O hangi asır?
وَإِنَّ يَوْمًا عِنْدَ رَبِّكَ كَأَلْفِ سَنَةٍ مِّ مَّا تَعُدُّونَ (الحج:٧٤)
(Ve inne yevmen inde rabbike keelfi senetin mimmâ teuddûn) “Rabbinin nezdinde bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir.” (Hac, 22/47) Ahiretin bir günü, dünyanın hesabıyla bin yıl kadardır.
Burada İslam’ın ne kadar bilimsel olduğu ortaya çıkıyor. Eski insanlar bunu bilmezler ama Yirminci Yüzyıl’ın bizleri, kâinatı az çok tanıyan, ayları, gökyüzünü, astronomiyi bilen insanları olarak bir noktaya işaret etmek istiyorum, buradan ibret almalıyız. Bakın, zaman her yerde farklıdır, dünyanın zamanı farklıdır, başka fezaların zamanları farklıdır.
“—Zaman izafidir.” diyor bilim adamları.
Oranın günü başka, buranın günü başka… Oranın bir günü buranın bin yılı kadar. Oranın bir yılı ne kadar oluyor o zaman? Üç yüz altmış beş bin yıl oluyor. Bir hukub seksen yıl olunca... Yüz binlerce yıl cehennemde kalacağı, ondan sonra çıkacağı
anlaşılıyor.
Bunu şu bakımdan söylüyorum: Mü’minin ana gayesi cehenneme düşmemek olmalı! Çünkü bir düşen ahkàben kalacağı için düşmemeğe bakmalı.
Bir başka hadis-i şerif var. Cehennemin zakkumu var. Bu dünyanın zakkumu değil, şu bahçelerde olan zakkum çiçeği değil.
“—Cehennemin zakkumunun zehirinden bir damlası dünyanın okyanuslarına damlasaydı, bütün dünyanın denizlerini zehir ederdi, acı ederdi. Sabah akşam onu yiyecek olan cehennem ehlinin ne azap çekeceğini buradan anlayın!” diyor Peygamber Efendimiz.
Onun için müslümanın ana hedefi, ana gayesi Allah rızası için iş yapmak olacak.
j. Akıllı İnsan Kimdir?
Akıllı bir insanın yapacağı şey, cehenneme düşmemek, o nimetler yurdu olan cenneti elden kaçırmamak olmalı! Onun için Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:7
الْكَيِّسُ مَنْ دَانَ نَفْسَهُ، وَعَمِلَ لِمَا بَعْدَ الْمَوْتِ؛ وَالْعَاجِزُ مَنْ
7 Tirmizî, Sünen, c.IV, s.638, no:2459; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1423, no:4260; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.124, no:17164; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.125, no:191; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.153, no:1122; Taberânî, Mu’cemü’l- Kebîr, c.VII, s.281, no:7141, 7143; Taberânî, Mu’cemü’s-Sağîr, c.II, s.107, no:863; Bezzâr, Müsned, c.II, s.18, no:3489; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.350, no:10546; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.369, no:6306; Ebû Nuaym, Hilyetü’l- Evliyâ, c.I, s.267; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.I, s.266, no:463; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.140, no:185; Abdullah ibn-i Mübârek, Zühd, c.I, s:56, no:171; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.310, no:4930; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.184, no:354; İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Muhàsebetü’n-Nefs, c.I, s.19, no:1; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.XII, s.50, no:6430; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.II, s.39; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LXI, s.186, no:7741; Şeddâd ibn-i Evs RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.679, no:7036; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.1024, no:2029; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XV, s.458, no:15935; RE. 229/7.
أَتْبَعَ نَفْسَهُ هَوَاهَا، وَتَمَنَّى عَلَى اللهِ (ط. حم. ت. ه. حل. ق. ك. عن شداد بن أوس)
RE. 229/7 (El-keyyisü) “Akıllı insan o kimsedir ki, (men dâne nefsehû) nefsini hesaba çekti ve ona sahip oldu; (ve amile limâ ba’de’l-mevt) ölümden sonrası için sàlih amelleri işledi. Akıllı insan budur.” (Ve’l-àcizü men etbea nefsehû hevâha) [Aciz kul da, nefsinin arzusu peşine kendisini takıp sürüklettiren, (ve temennâ ale’llàh) ‘Allah gafurdur rahimdir, beni affeder, onun rahmeti çoktur!’ diye Allah’a temenni besleyen kimsedir.]
Asıl akıllı bu, çünkü cenneti kazanıyor, cehennemden kurtuluyor. Cenneti kazanacak işler yapmadıktan sonra, cehenneme düşmesini engelleyecek, günahlardan vazgeçme durumuna geçmedikten sonra bu dünyada insanın akıllılığına ben ne derim? Kitap yazmış, bilgili imiş, şu kadar lisan biliyormuş, falanca müessesenin başında imiş, şu unvanları varmış... Bu adam akıllı değil. Bu adam kendisini mahvediyor. Bu adam kendisini cehennemden korumasını bilmiyor. Bu akıl değil.
Allah-u Teàlâ bizi, şu fânî dünyaya takılıp ahireti unutanlardan etmesin. Allah, bakî olan, bizim için asıl gerekli olan, cennet nimetlerini elde etmeyi cümlemize nasip ve müyesser eylesin.
k. Abdullah ibn-i Abbas Hakkında
Diğer hadis-i şerife geçelim.
İbn-i Abbas RA’dan rivayet edilmiş. Abbas RA Peygamber Efendimizin amcası. Dinimiz, büyük amcalar da baba kadar kıymetlidir diyor. Babası daha önce vefat etmiş olduğu için, Peygamber Efendimiz amcasına çok hürmet ederdi. Amcası da Peygamber Efendimiz’i sever ve sayardı. Amcasının, Abdullah isminde delikanlı, yiğit bir oğlu vardı. Abdullah çok güzeldi, güzeller güzeli bir simaya sahipti. Hilkat bakımından yakışıklı bir
insandı. Rasûlüllah Efendimiz, Hz. Abbas ve oğlu Abdullah çok yakışıklı insanlardı. Aile güzel, yakışıklı, herkesin hayran olduğu tipte insanlardı.
Gençti, Rasûlüllah’in yanından ayrılmazdı, hadisleri dikkatle dinlerdi, terbiyeliydi, edepliydi. Yiğit bir kimse olarak, akrabası olarak Rasûlüllah Efendimizin çevresinde yakınında bulundu. Çok şey öğrendi, çok ilim nakletti bize. Kendisi ashabın en ileri gelen kimselerindendi.
O celâlli, celâdetli insan Hz. Ömer, genç olmasına rağmen yanından ayırmazdı Abdullah ibn-i Abbas’ı. Hz. Ömer hep yaşlı bilginleri alırdı yanına ama Abdullah b. Abbas’ı da yanından ayırmazdı. Çünkü bilgisi var, görgüsü var, tecrübesi var, edebi var, muhakeme kabiliyeti yüksek, hikmet kabiliyeti var. Böyle bir insan.
Her hadisten insan pek çok dersler çıkarıyor.
Onun hoşuma giden bir davranışı daha var. Bir keresinde Peygamber Efendimiz oturmuş, sağında Abdullah ibn-i Abbas RA, solunda Ebû Bekr-i Sıddık Efendimiz var. Ebû Bekr-i Sıddık Efendimiz yaşlı, bu da genç, yiğit, delikanlı. Efendimize bir ikram getirildi, Efendimiz içti. Sağında delikanlı Abdullah b. Abbas, so -
lunda da Ebû Bekr-i Sıddık Efendimiz. Peygamberimiz Abdullah ibn-i Abbas’a dedi ki:
“—Müsaade eder misin, buna vereyim?” Bu yaşlı ya, buradan yaşlıya hürmet etmek gerektiği ortaya çıkıyor. Ama peygamber olduğu halde bunu doğrudan doğruya yapmıyor. Demek ki sağa vermek adaptan. Sağa vermek adaptan olduğu için, sağında bulunandan izin alıyor.
Ne kadar nezaket öğreniyoruz. Bizim babadan, dededen, ecdattan gelmiş olan tüm nezaketlerimiz hep ayetlerden hadislerden çıkmıştır. Bakın ne güzel edep. Koskoca Peygamber, kâinatın efendisi, peygamberlerin serveri, ahiret gününün şefaatçisi, Allah’ın en sevgili kulu, Makam-ı Mahmûd’un sahibi, bir işaretine canlar kurban, en yüksek derecelere sahip insan “Şu- nu şuna vereyim mi?” diye soruyor. Nezaketin, zerafetin
güzelliğine bak.
Bir başka zerafeti: Rasûlüllah SAS Efendimiz, kızı Fatımatü’z- Zehra içeri girdiğinde ayağa kalkarmış. Gözlerim yaşarıyor. Fatımatü’z-Zehra kendi kızı. İnsan oturur, “Hoş geldin kızım!” der, diye düşünebilir. Ama o içeriye gelirken ayağa kalkarmış, iltifat edermiş, alnından öpermiş. Sevgiye, saygıya, edebe bak!
Şimdi soruyor, “Buna vereyim mi?” Bu yaşlı ama solda duruyor. İkramı sağdan yapmak lâzım. “Sağa vermem lâzım ama müsaade edersen şuna vereyim!” Böyle bir soru ile karşı karşıya kalsanız siz ne yapardınız? Bir düşünün. Ben şahsen diyorum ki:
“—Nasıl istersen yâ Rasûlallah!” der insan herhalde. Fakat Abdullah ibn-i Abbas diyor ki:
“—Ya Rasûlallah, senden gelen kısmetimi kimseye vermem!
Çünkü senden geliyor.” Böyle diyor ve içiyor. Bu İbn-i Abbas. İbn, Arapçada oğul demek. Abbas’ın oğlu, adı ne? Abdullah…
l. Kırk Gün Halvetin Karşılığı
İşte onun rivayet ettiğine göre Rasûlüllah SAS Efendimiz buyurmuş ki:8
مَنْ أَخْلَصَ ِللهِ أَرْبَعِينَ يَوْمًا ظَهَرَتْ يَنَابِيعُ الْحِكْمَةِ مِنْ قَلْبِهِ عَلٰى
لِسَانِهِ (القضاعي عن ابن عباس؛ ش. حل. عن مكحول)
8 Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.285, no:66; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.
İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.XIII, s.231, no:35485; Abdullah ibn-i Mübârek, Zühd, c.I, s.359, no:1014; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.X, s.70; Mekhul Rh.A’ten.
Kenzü’l-Ummâl, c.II, s.24, no:5271; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.224, no:2361; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXXXI, s.394, no:45421; RE. 398/11.
(Men ahlesa li’llâhi erbaîne yevmen) “Kim ihlâs ile zamanını, kırk gün Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne tahsis ederse, (zaherat yenâbîü’l-hikmeti min kalbihî alâ lisânihî) gönlünden lisânına hikmet pınarları şırıl şırıl akmaya başlar.”
Bu ne demek? Kırk gün ihlas ile ibadet eden kimsenin içi hikmet dolar, marifet dolar. Allah marifetinin kapısını ona açar. Söylediği sözler hikmetli, gayet güzel, hoş, akla, mantığa, zevke, keyfe, dine imana, zerafete, edebe uygun olur. İşte onun için kırk gün bir yere kapanılıp ibadet ediliyor. Bu hadis-i şerifteki müjdeler kendine ikram edilsin diye.
Sabahtan gittiğimiz yerde bana kaç gün burada kalacağımı sordular:
“—Kırk iki gün falan” dedim.
“—Cemaat-i Tebliğ’den olan kardeşlerimiz, ‘Çıkınca kırk gün çık, kırk rakamına riayet et!’ diyorlar. Sizinki de ona uydu.” diye latife ettiler.
O kardeşlerimiz kırk gün Allah rızası için dışarıya çıkıyorlar. Allah’ın dinini yaymak için çıktıklarından, onlar da bu sevabı umuyorlar galiba.
Tasavvufta insan, halvete giriyor. Cuma namazı kılınan bir yere, ama kenardan tenha bir yere giriyor. Ankara’ya gittinizse Hacı Bayram-ı Veli’nin camisi vardır. Bir namaz kılınan yeri vardır, imamın namaz kıldırdığı yer, bir de arkada 75-80 cm.lik küçücük bir kapı vardır, eğilerek girilir. Merdivenin yanından alt taraf vardır. Namaz kılınan yerin alt tarafından, müezzinin yerinin küçücük yerinden o üst zemin görünür. Oradan da mih- rabın altına kadar yol vardır. Sol tarafta da küçük küçük karanlık odalar vardır.
Oralara dervişler girerlermiş. Bir büyük odası var yerin altında, abdest alma yeri, delikli taşı vs. var. İşte buralar kırk gün ibadet etme yerleri. Çilehane, halvethane denilen yerler. Giriyor, orada zikir, tefekkür, vazifeler, ibadetlerle gözü açılıyor.
Şeyhi, bizim Abdülaziz Efendi’yi halvete sokmuş, her gün gelip halini soruyor, yokluyor, durumuna bakıyor.
“—Evlâdım, nasılsın, nicesin?” Demiş ki:
“—Hocam bugün öyle bir zevk, öyle bir şevk içindeyim ki, binlerce mısra kafamda dolaşıyor. Şiir olmuşum, dolmuşum. Duygularımı ancak şiirle ifade edebileceğim. İçimde coşku var.” “—Geçer evlâdım, o da geçer.” demiş şeyhi.
“—O düşünceler, o hikmetler hep gitti gönlümden, kafamdan yalnız tek bir şey, bir beyit kaldı.” demiş.
Çok şahane, çok güzel bir mana. İnsan, Allah yolunda kırk gün ibadet edince bir coşku, bir güzellik, bir taşkınlık, bir fütuhat, bir füyûzât geliyor, ondan sonra nice nice hikmetli şeyler söylüyorlar.
Meselâ Mevlana’nın Mesnevi’si. Kaç cilt, kaç bin beyit? Nasıl söylermiş? Kendisi söyler, Hüsameddin Çelebi veya başka bir dervişi yazarmış. Onun içine doğuyor, o da peş peşe söylüyor. Buraya gelmeden önce Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Ma’rifetnâme’sine baktım. Ne güzel şeyler söylemiş. Koca boy, kalın kitap. Her şeyi yazdıktan sonra, ardından bir de şiirle ifade etmiş.
Hadis-i şeriften, şu coşkun mizacın nereden geldiğini anlıyoruz. Sen, kırk gün, Allah’a halisane, ihlasla, ibadet ve taatte sabr u sebat edersen, bir değişiklik oluyor, gönlün safileşiyor, bir menba, bir kaynak gibi oluyor. Oradan diline, dilinden etrafa hikmet pınarlarından hikmetler, inciler âb-ı zülâl gibi pırıl pırıl, şırıl şırıl akmaya başlıyor. Hani, “Alimin sözü lâ’l ü mercan, incidir” demişler. Konuştuğu zaman inciler saçılır, gayet güzel şeyler söyler.
Alimlerin sözleri lâ’l ü mercan, incidir;
Câhillerin sözleri, daimâ can incidir.
Böyle güzel bir şiir var. Cahil cahilce söylüyor, alim alimce söylüyor, sözü inci mercan oluyor. Allah-u Teàlâ, gönlü uyanan, hikmetle, nurla dolan, dili de hikmet söyleyen has-halis müslümanlardan olmayı cümlemize nasib eylesin…
Müjdeli bir hadis daha söyleyeceğim. Enes ibn-i Malik RA’dan rivayet edilmiş.
Enes ibn-i Malik RA, Peygamber Efendimiz’in hizmetinde bulunan, hadislerini çokça rivayet eden, mübarek sahabeden birisi. Allah şefaatine nail eylesin... Enes ibn-i Malik diyor ki:
“—Tebük seferinden geriye dönüyorduk.” Biliyorsunuz, Peygamber Efendimiz zamanında, Bizans’ın asker toplayıp İslam’ın üzerine geldiği haberi geldi. Sıcak bir mevsimde Efendimiz herkese emretti, hazırlandılar, bir ordu teşkil edildi, düşmanın karşısına gittiler. Ama ötekiler gelemedi. İşte bu seferin dönüşünü anlatıyor Enes ibn-i Malik:
Peygamber Efendimiz’le beraber Tebük seferinden dönüyorduk. Peygamber SAS Efendimiz buyurdu ki:
“—Savaşa gelememiş, arkamızda, Medine’de kalmış bazı insan grupları var. Yolculuğumuz esnasında ne zaman bir vadiye girsek, bir dağ eşiğini, yarığını, kemerini geçsek, onlar da bizim yanımızda imiş gibidir. Hastalıkları, mazeretleri onları Medine’de
hapsetmişti. O sebepten dolayı bize katılmamışlardı. Niyetleri bi- zimle beraber gelmekti ama mazeretleri, hastalıkları dolayısıyla gelemediler. Ama biz ne zaman bir dağ insek, bir vadiden geçsek, yani terlesek, sıkıntı çeksek, adım atsak, yürüsek, onlar da sanki bizim yanımızdaymışlar gibi ecir aldılar.” Neden? Beraber gelmeye niyetleri vardı ama gelemediler. Mazeretleri dolayısıyla, niyetlerinden dolayı, ihlaslarından dolayı Allah o sevabı verdi.
Bir rivayet daha, Buhari’den ve Ebu Davud’dan. Peygamber SAS Efendimiz buyurdu ki:
“—Siz Medine’de bazı kardeşlerinizi bırakıp sefere çıktınız. Onlar orada kaldılar. Nerede bir geçit yerinden geçtiyseniz, ne kadar bir masraf yapıp, devenize ot için, yiyecek için, yol harçlığı için para harcasanız, hep sizinle beraberdiler, sizinle beraber sayıldılar.” Sahabe-i kiram hayret ettiler. Dediler ki:
“—Yâ Rasûlallah! Onlar hem Medine’de, hem de nasıl bizimle beraber oluyorlar? ‘Bizimledir, sizinledir’ diyorsunuz, hem de Medine’deler. Bu nasıl olur?” Efendimiz buyurdu ki:
“—Hastalık onları alıkoydu. Bundan dolayı Medine’de kaldılar, gelemediler. Allah sevap veriyor.”
m. Kalbin Temizliği
Muhterem kardeşlerim,
Kalbin ve niyetin temizliği İslam’da çok önemli bir mesele. Bir insanın kalbi temiz ise, bir ibadet yapmak ister de yapamasa bile yapmış gibi sevap veriyor Allah. Alladı, bir kişi bir şeye niyet etmişse o işi yapmış gibi ecir ve sevap ihsan ediyor.
Niyet bozuk olunca, ihlaslı olmayınca ise, savaşa da çıksa sevabı kalmıyor. “Hem ecir, hem de biraz şöhret istiyorum!” gibi gönlünü biraz karıştırdı mı, sevabı kalmıyor. Onun için kalbin temizliği çok önemli bir iştir.
Tasavvuf kalbin temizliği ile uğraşan bir ilimdir. İlimlerin başıdır, baş tacıdır. Çünkü adam iş yapıyor, sevap kazanamıyor. Uğraş uğraş boşa gidiyor, çalış çalış sıfır. Bunun sıfır olmamasına dikkat etmek önemli.
Şimdi biz abdest almanın adabını öğreniyoruz. Ellerini şöyle hilalleyeceksin, temizleyeceksin, yüzünü üç defa şöyle yıkayacaksın, kulağını böyle, boynunu böyle yapacaksın, başına böyle mesh vereceksin... Detayını hep anlatıyoruz.
Bunları hep anlatıyoruz. Tamam, abdesti güzel aldığını, namazını güzel kıldığını kabul et. Ama bütün bunlara rağmen kalbinde riya olursa, gösteriş olursa maksat başka olursa, sıfıra iniyor.
Öyleyse, abdesti öğrenmeden daha önce, namazların kabul olmasına, cihadların, ibadetlerin, taatların makbul olmasına sebep olacak şartları öğrenmemiz lazım. Kalbi temizlemeyi öğrenmemiz lazım.
O bakımdan, tasavvuf dediğimiz ilim, kalp ilmidir. Kalbi temizleme, nefsi ıslah etme, zihniyeti düzeltme ilmidir. Bu en önemlidir.
Allah-u Teàlâ Hazretleri, hepimizi nefsini terbiye edenlerden eylesin… Kalbini sâfî kılanlardan eylesin… Yaptığı her işi, ihlas ile, halisàne muhlisàne, kendi rızası için yapanlardan eylesin…
15. 12. 1991 - Melbourne