03. ALLAH’IN ADALETİ
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.
Bi’smil’lâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn… Hamden, kesîran, tayyiben, mübâreken fîhi alâ külli hâlin ve fî külli hîn… Ve’s-salâtü ve’s- selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve üsvetüne’l-haseneti ve tâci ruûsinâ ve tabîb-i kulûbinâ muhammedini’l-mustafâ ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’d-dîn. Emmâ ba’d.
a. İyilik de, Kötülük de Unutulmaz
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Allah’ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerine olsun…
Ebû Kılâbe Rh.A’ten rivayet edildiğine ve Abdürrezzak’ın Musannef’inde, Beyhakî’nin Zühd’ünde kaydettiğine göre, Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:10
اَلْبِرُّ لََّ يَبْلٰى، وَالذَّنْبُ لََّ يُنْسٰى، وَالدَّيَّانُ لََّ يَمُوتُ، اِعْمَلَ مَا
شِئْتَ، كَمَا تَدِينُ تُدَانُ (عب. عن أبي قلَبة مرسلًَ)
(El-birru lâ yeblâ) “İyilik silinmez, yok olmaz, yıpranmaz, eski- mez. (Ve’z-zenbü lâ yensâ) Günah unutulmaz, gizli kalmaz,
10 Abdürrezzak, Musannef, c.XI, s.178, no:20262; Beyhakî, Zühd, c.II, s.223, no:718; Ebû Kılâbe Rh.A’ten.
Ahmed ibn-i Hanbel, Zühd, c.I, s.142; Ebû Kılâbe Rh.A’ten, o da Ebüd-Derdâ RA’dan.
Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.33, no:2203; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.VI, s.158; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XVI, s.3, no:43672; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.284, no:902; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XI, s.169, no:10492.
cezasız, karşılıksız kalmaz. Ahirette insanın karşısına gelir. Defterler açılır, hesaplar sorulur.” (Ve’d-deyyânü lâ yemût) “Deyyân olan Allah-u Teàlâ Hazretleri Hayy’dır, Bâkî’dir. Kulların hesaplarını görecek, hak edene mükâfat, hak edene işlediği günahlardan dolayı ceza verecek.
(İ’mel mâ şi’te) “Bu hakikatler böyle olduğuna göre nasıl ister- sen öyle yap! İster günah işle, ister sevap işle... İster iyilik yap, ister kötülük yap... İster tembellik yap, ister çalışkanlık yap… Nasıl istersen öyle hareket et!” (Kemâ tedînü tüdân) “Nasıl bir hareket yaparsan, o hareketine göre karşılık alırsın! Yaptığın işin cinsine uygun olarak, onun karşılığını görürsün.”
Peygamber SAS Efendimiz böyle buyuruyor. Bu hadis-i şerifi tekrar tekrar okuyup hatırımıza iyice yerleştirmeliyiz. İyilik yapan insana ne mutlu… Yaptığı iyilik unutulmaz, eskimez.
“—Aradan asırlar geçecek, insanlar ölecek, devirler dolaşacak, kıyamet kopacak, ahiretin hengâmesi olacak, acaba benim bu iyilik arada gürültüye gider mi? Hatırlanır mı, hatırlanmaz mı?” Güneş, zamanla birçok şeyi yıpratıyor. Elbiselerin renkleri uçuyor, ortaya konulan eşyalar çürüyor, toz oluyor, toprak oluyor. Ama iyilik kalır. İyilik değişmez, yıpranmaz, karşılıksız kalmaz. Onun için büyüklerimizin şöyle bir sözü var:
“—Sen iyiliği yap, denize at; balık bilmezse Hàlik bilir.” Balık, yaptığın iyiliği anlamayabilir, değerlendirmeyebilir. İnsanların değerlendirmesi mühim değil. Hàlik, yaradan, Allah-u Teàlâ Hazretleri yapılan iyiliği bilir. Yani bir insan, bir şey yok olsun diye, uçsuz bucaksızdır diye denize savurur atar. Dibine gittiği zaman kimse görmüyor diye ekseriya böyle şeyler denize atılır. Amma, Allah her şeyi biliyor, her şeyi görüyor. İyilik unutulmayacak. İyilik unutulmadığı gibi, kulun işlediği günah da unutulmaz.
Allah-u Teàlâ Hazretleri, Kur’an-ı Kerim’de, müteaddit ayet-i kerimelerde bu hakikati bize bildiriyor:
كِرَامًا كَاتِبِينَ . يَعْلَمُونَ مَا تَفْعَلُونَ (الَّنفطار:١١-١٢)
(Kirâmen kâtibîn. Ya’lemûne mâ tef’alûn) [Şunu iyi bilin ki, üzerinizde şerefli yazıcılar vardır. Onlar yapmakta olduklarınızı bilirler.] (İnfitar, 82/11-12)
Yapılan şeyler biliniyor, deftere yazılıyor. Ahirette insanlara şöyle denilecek:
اِنَّا كُنَّا نَسْتَنْسِخُ مَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ(جاثية:٩٢)
(İnnâ künnâ nestensihu mâ küntüm ta’melûn) [Çünkü biz, yaptıklarınızı kaydediyorduk.] (Câsiye, 45/29)
Siz yazılmıyor mu sandınız? Gizli kalacak mı sandınız? Unutulacak mı sandınız? Yaptığınız ameller, işlediğiniz ameller, işte deftere yazıldı.
هَاؤُمُ اقْرَؤُاكِتَابِيَهْ (الحاقة: ٩١)
(Hâümu’kraû kitâbiyeh) “Oku, bu sevapların, günahların yazılmış olduğu şeyi, al oku!” (Hakka, 69/19) diye kitabı verilecek.” Kitabın sağından verilmesi, uğurluluk, iyilik ve beşaret oluyor. Sağ tarafından kitabı veriliyorsa, demek ki o insan, hesabı kolay görülecek olan iyi insanlardan. Solundan veriliyorsa veya arka taraftan veriliyorsa, o da sembolik jest; günahlara batmış, defterine günahlar yazılmış, kötü insanın hali perişan olacak.
Bu hususları anlatan pek çok ayet-i kerime var. Dünya hayatındaki olaylar tescil ediliyor, kayda geçiriliyor, yazılıyor.
Kısaca, bizim hadis-i şeriflerden bildiğimize göre, sağ yanımızda iyiliklerimizi yazan, sol yanımızda kötülükleri yazan melek var. Amenna ve saddaknâ. Allah’ın meleklerine iman etmişiz. Hafaza melekleri denilen, insanın amellerini yazan melekler var.
Hatta deniliyor ki, sarımsak, soğan gibi yiyecekler veya fırçalanmaması dolayısıyla ağzın ve dişlerin kokması, diş etlerinin kirlenmesi, üzerini birikinti kaplaması, melekleri rahatsız eder.
Yine hadis-i şeriflerde bildiriliyor ki, sağ taraftaki melek, sol taraftaki meleğin rütbece üstündedir, onun âmiridir. Sol taraftaki melek onu dinler. Sağ taraftaki meleğin, günahı yazacak olan sol taraftaki meleğe “yazma, dur bakalım, belki tevbe eder, deftere geçirme, kayda geçirme, işlem görmesin” diyerek tehir hakkının olduğu, salâhiyetli olduğu hadis-i şeriflerde bildiriliyor.
Bu gibi hadis-i şeriflerden ve yukarıda zikrettiğim ayet-i kerimelerden, mutlaka ve mutlaka işlediğimiz işlerin, sevap ve günahların hepsinin tespit edildiğini ve hiçbirinin unutulmayacağını biliyoruz.
Hepimizin ezberinde olan bir ayet-i kerime:
فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ. وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ
(الزلزال٧-٨)
(Femen ya’mel miskàle zerretin hayran yerah. Ve men ya’mel miskàle zerretin şerren yerah.) “Kim zerre ağırlığında bir suç işlerse, günah işlerse, onun karşılığını görecek. Kim de zerre ağırlığında bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecek!” (Zilzâl, 99/7-8) Miskal, çok küçük bir miktar oluyor. Yani, “Azıcık bir miktar hayır işleyen, onun karşılığını görecek; azıcık bir kötülük işleyen de o hesaba girecek, cezası onun karşısına gelecek, ettiğini bulacak.”
Hadis-i şerife dönelim:
İyilik unutulmuyor, yıpranmıyor, yok olmuyor. Kötülük de unutulmuyor. İnsanlara, mahkeme-i kübra’da yaptıklarının hesabını soracak olan Allah-u Teàlâ Hazretleri Hayy’dır, Bâkî’dir. Hani insan, muhatabı belki ölür diye düşünebilir.
Dünya hayatında birisiyle bir anlaşma yaptın, borcun var, alacağın var, işin var. Taraflardan birisi ölürse bu işi tavsıyabilir. Ama Deyyân, Allah’ın isimlerinden bir isimdir ve fa’âl vezninde mübalağa sigasıdır.
Deyyân, insanlara ettiklerinin karşılıklarını eksiksiz ve en incesiyle verecek oları demektir. Allah’ın o sıfatı, insanlara ettiklerinin karşılığını, cezasını ya da mükâfatını verecek olan mânâsına geliyor. Yani insanları cezalandıracak veya mükâfatlandıracak olan, hesaba çekecek olan, sonucuna göre ona muamele edecek olan, Deyyân sıfatına sahip olan Allah-u Teàlâ Hazretleri de ölecek değil.
“—İyilik de unutulmuyor, kötülük de unutulmuyor, Deyyân da ölecek değil. Madem bu gerçekleri öğrendin, o zaman nasıl istersen öyle yap!”
İster git meyhanede içki iç, ister namazı kılma, istersen günahlara dal, istersen adam öldür, istersen hırsızlık yap. Cezayı
sen çekeceksin, azaba sen uğrayacaksın. Bunların hiç birisi gizli kalmayacak. Karıncayı ezsen, birine yan baksan, birinin kalbini sözle incitsen dahi hesaba girecek. Nasıl istersen öyle yap, kendin bilirsin!
İnsanlar bir iyilik yapınca Allah-u Teàlâ Hazretlerine bir şey yapmış olmuyorlar.
“—Ben namaz kıldım.” Kendine.
“—Günah işledim” O da kendine, kendi aleyhine.
Hz. Ali Efendimiz’in zarif, nükteli sözleri vardır, buyurmuş ki:
“—Ben ömrümde hiç kimseye iyilik de etmedim, kötülük de etmedim.” Ne demek istiyor Hz. Ali Efendimiz? Hiç insan içine çıkmadı mı, boş mu durdu? Eli bağlı mı durdu? İnsanlarla hiç muamelesi olmadı mı? Hiç hayır hasenat yapmadı mı? Sadaka, zekât vermedi mi? “—Hiç kimseye iyilik de yapmadım, kötülük de yapmadım!” derken demek istiyor ki: İyilik yapmışsam yaptığım iyiliğin mükâfatı benim; kendime yapmışım demektir.
Bir insan namaz kılmışsa, Allah yolunda yürümüş-se, hayır hasenat yapmışsa, cami yapmışsa, yetimleri gözetmiş yetiştirmişse, açları doyurmuşsa, çıplakları giydirmişse, cihada para harcamışsa, Afganistan’a yardım etmişse, Filipinler’deki müslümanları desteklemişse... Bütün bunları yapıyor ama sevabı kendisine geliyor. Allah onun mükâfatını verecek.
Birisine bir kötülük yapmış; çelme takmış, işini bozmuş, malını almış, gasbetmiş. Evet, bu dünyada alırsın ama ahirette hakkını senden kat kat alacak, sen pişman olacaksın. Sen kendine kötülük ettin. Başkasına kötülük yapmadın, yaptığın aslında kendine. Ahirette onun cezasını çekeceksin.
Neyi işlersen işle, ne iş yaparsan, Allah’a karşı nasıl kulluk edersen, öyle mükâfat görürsün. Ne işlersen, onun karşılığını
alırsın.
Dâne-yedînu-dîn; karşılığını görmek demek. Fâtiha’da geçiyor:
مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ (فاتحة٤)
(Mâliki yevmi’d-dîn) “Mükâfatların, cezaların, karşılıkların verildiğin günün sahibi Allah-u Teàlâ Hazretleridir.” (Fâtiha, 1/4)
Mâûn Sûresi’nde de geçiyor:
أَرَأَيْتَ الَّذِي يُكَذِّبُ بِالدِّينِ (الماعون:١)
(Eraeyte’llezî yükezzibu bi’d-dîn) [Gördün mü o hesap ve ceza gününü yalanlayanı?] (Mâun, 107/1)
Tîn Sûresi’nin sonunda geçiyor.
فَمَا يُكَذِّبُكَ بَعْدُ بِالدِّينِ (التين:٧)
(Femâ yükezzibüke ba’du bi’d-dîn) [Artık bundan sonra, ceza günü konusunda seni kim yalanlayabilir?] (Tîn, 95/7)
Buralarda geçen dîn kelimesi ne mânâya geliyor? Religion
mânâsına mı? Yani (Mâliki yevmi’d-dîn) “The day of religion” mânâsına mı?
Hayır, “Din gününün sahibi” mânâsına değil. Oradaki din, karşılık demek, hüküm demek. “The day of judgement” diyorlar bunun İngilizce tercemesinde. Yani, mahkeme-i kübranın olduğu, insanın iyiliğinin karşılığının verildiği gün.
Bu kadar gerçekler ortada iken, sen niye Allah’ın her insana ettiğinin karşılığını vereceğini inkâr ediyorsun?
أَلَيْسَ اللهُ بِأَحْكَمِ الْحَاكِمِينَ (التين:٨)
(Eleysa’llàhu bi-ahkemi’l-hàkimîn) “Allah, hüküm verenlerin
en üstünü değil mi? Allah, adaletliler adaletlisi değil mi? Herkese yaptığının karşılığını vermekten aciz mi?” (Tîn, 95/8)
Evet, adaletlidir. Ben, onun adaletini dünya hayatında da görüyorum. Zalimi cezalandırıyor, kahrediyor; mazlumun da elinden tutuyor, yardımcı oluyor. Mazlumun âhı çıkıyor zalimden. Dünyada da görüyoruz.
Yapılan iyiliklerin karşılığının verildiğini inkâr ediyor:
“—Yok canım, dünya hayatında insan ne yaparsa yanına kâr kalır. Vurursun, çalarsın, çırparsın, alırsın, verirsin, bu dünya hayatında yaşarsın, keyfine bakarsın; ahireti boş ver!” diyor.
Onlar, ahirette ne kadar yanıldıklarını anlayacaklar. Deyyân, işte böyle karşılıkları veren Allah demek.
Ve nasıl istersen öyle yap! Sen Allah’a karşı nasıl muamele edersen, ona nasıl bir jestle kulluk yaparsan, oradan da sana öyle bir ceza gelir. Yani ettiğini bulursun.
مَنْ دَقَّ دُق
(Men dakka dukka) demişler. Mânâsı şu: “Kim, gider birisinin kapısını çalarsa, onun da kapısı çalınır.” Yâni, eden bulur, yapana yaptığı kâr kalmaz. Muhakkak ettiğinin karşılığını görür.
Bu adaleti hiç unutmamak lazım! Onun için insan, kendi çocuğuna, kendi hanımına dahi adaletle davranmak zorunda, kendinden aciz insanlara adaletle davranmak zorunda.
Güçlü kuvvetli insana karşı adaletli davranıyorsun, zaten ses çıkaramıyorsun, adam babayiğit olduğu için zaten sana haksızlığı işlettirmez. Haksız bir şey yaptığın zaman yakanı toplar, kafana vurur, çeneni dağıtır, dişlerini döker. Ona zaten bir şey yapamazsın. Ama âcize de yapmayacaksın. Karıncayı ezmeyeceksin. Çocuğunu dövmeyecek, karına muamelende dikkat edeceksin. Kadın da kocasına muamelesinde dikkat edecek.
Herkes hakkını bilecek, haddini bilecek. Hukukunu koruyacak. Hukukunu isteyebilir, ama öbür tarafta kendisinden görevleri
istendiği zaman yapmamak yok. Onun da hesabı var.
Allah-u Teàlâ Hazretleri bize adaletli olmayı nasip etsin.
Her yaptığımız şeyi, ölçerek, biçerek, düşünerek, mükâfatı, cezası olduğunu bilerek ve hesap gününü, karşılık gününü hiç hatırdan çıkarmadan yaşayarak yapmalıyız.
b. Büyük Güne Hazırlanın!
Mâlum, Hz. Ömer Efendimiz çok cesur, kahraman, bahadır bir sahabi, güçlü kuvvetli bir pehlivanmış. O İslâm’a geldikten sonra gizli gizli ibadet yapmaktan vazgeçmişler.
“—Niye gizleniyoruz ya Rasûlallah? Gidelim Kâbe-i Müşerrefe’ye, ibadetlerimizi alenî yapalım!” demiş.
Gitmişler. Daha önce müşriklerden çekiniyorlardı; alay ederler, tazyik ederler, işkence ederler diye. Ama Hz. Ömer karşı koyanların kafasını kırar. O varken kimse bir şey yapamamış. Rahat rahat ibadetlerini yapmışlar, ötekiler de köşeden yad yad bakmışlar, kalmışlar.
Hz. Ömer RA babayiğit bir insan, diyor ki:11
حَاسِبُوا َأنْفُسَكُمْ قَبْلَ أَنْ تُحَاسَبُوا، وَزِنُوا أَعْمَالَكُمْ قَبْلَ أَنْ تُوزَنوُا!
وَتَزَيَّنُوا لِلْعَرْضِ اْ لََكْبَرِ! (ت. عن عمر)
(Hàsibû enfüseküm kable en tühàsebû) “Ahirette hesaba çekilmeden önce, kendinizi hesaba çekin! (Vezinû a’mâleküm kable
11 Tirmizî, Sünen, c.VIII, s.499, no:2383; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VII, s.96, no:34459; Abdullah ibn-i Mübârek, Zühd, c.I, s.103, no:306; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.828; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXXXIV, s.314; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.I, s.52; Ebû Abdurrahman es-Sülemî, Tefsir, c.I, s.384, İsrâ, 17/16; İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Muhàsebetü’n-Nefs, c.I, s.22, no:2; Hz. Ömer RA’dan.
İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXX, s.302; Hz. Ebûbekir RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XVI, s.188, no:44203; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXVI, s.433, no:29408.
en tûzenû) Ölüp de mahkeme-i kübrâda amelleriniz tartılmadan önce, dünyadayken amellerinizi kendiniz bir tartın!” Yâni, “Kendi aklınızla, fikrinizle şöyle kendinizin bir muhasebenizi yapın; kârda mısınız, zararda mısınız bir kontrol edin!” “—Bugün kârlı mı gitti, zararlı mı gitti? Sabah ne yaptın? Öğle ne yaptın? İkindi ne yaptın? Akşam ne yaptın? Yatsı ne yaptın? Haram mı yedin, helal mi yedin? İbadet mi ettin, günah mı işledin? Ömrün hak yolda mı geçti, batıl yolda mı? İnsanlara faydalı mı oldun, zararlı mı? Birisine faydan mı dokundu, birisinin sırtından mı geçindin?” O gün hesaba çekilmezden önce, siz burada hesabınızı yapın!
Ahirette amelleriniz teraziye girmeden önce, siz burada ölçün! “—Sevabım az, biraz daha sevaplı işler yapayım. Eyvah, günahım fazla, tevbe edeyim, günahlı işlerden vazgeçeyim!” diye, amellerin hesabı burada yapılmalı!
Sonra diyor ki:
وَتَزَيَّنُوا لِلْعَرْضِ اْلََكْبَرِ!
(Ve tezeyyenû li’l-ardı’l-ekber) “Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin huzuruna çıkacağınız güne hazırlanın!”
İnsanların Allah’a arz edildiği o büyük arz gününe kendinizi hazırlayın! Süslenin, giyinin, kuşanın, bezenin, kendinizi sevimli hale getirmek için ne yapmak gerekiyorsa şimdiden yapın!
O gün çok zor bir gün. Hiç kimsenin ses çıkaracak hali yok. Kimsenin araya girip de size bir faydası dokunmaz. Anne, baba, evlat, kardeş, hısım, akraba, dost, arkadaş, herkes kendi başının çaresine bakacak. Herkesin işi başından aşkın olacak. Bir istisnası var:
الََْخِلََّءُ يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُو إِلََّّ الْمُتَّقِينَ (الزخرف:٧٦)
(El-ehillâü yevmeizin ba’duhüm li-ba’din adüvvün) “O gün,
dost olanlar bile birbirlerine düşman kesilirler; (ille’l-müttakîn) ancak takvâ ehli, ihlâs ehli, àrif, kâmil insanlar müstesnâ...” (Zuhruf, 43/67)
Bu dünyadaki dostlar, ahirette birbirine hasım olacak, birbirinden hakkını isteyecek, mahkemelik olacak, yaka paça olacaklar. Çünkü herkesin ihtiyacı var, herkes “Cehennemden nasıl kurtulurum, sevabı nereden toplayabilirim?” diye çare arıyor. Kurtuluş çaresi ararken dostluklar, ahbaplıklar bozuluyor. Bozulmayan bir dostluk, müttakîlerin, àriflerin, sàlihlerin, Allah’ın has, iyi kullarının dostluğu… Onların vefası orada da devam edecek. Onların dostluğu orada da fayda verecek.
Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi müttakîlerden eylesin, müttakîlerle dost eylesin… Onların arkadaşlığı kıymetli, onların arkadaşlığı bitmeyen ve ahirette insana fayda veren bir arkadaşlık…
Bu hesap ve muhasebe meselesi çok önemli bir mesele... Bunu pratik bir hale getirmek lazım! Her zaman, her yerde söylemişimdir: İnsan sabahleyin, “Bugün ne yapabilirim, neler yapmalıyım?” diye düşünerek çıkmalı evinden… Hatta akşamdan hazırlamalı.
Fakültede bize çalışma metodlarını öğretirlerken kitaplarda okurduk. Biz de talebelerimize onu anlatırdık. Ders ise dersler, vazife ise vazifeler, yapılacak bir iş ise onlar akşamdan kayda geçmeli. İnsan, yarınki işlerini sâlim kafayla akşamdan düşünmeli!
“—Şu bankaya gideceğim, şuradan gelen havaleyi alacağım. Şuraya gideceğim, şu işi yapacağım. Falancayla randevum var, filancaya şunu vereceğim, falancadan şunu alacağım. Filancayı karşılayacağım, şuraya götüreceğim, hastaneye gideceğim, çocuğu alacağım, aşı ettireceğim...”
Bunların hepsini salim kafayla akşamdan kayda geçmeli ve hep hayırlı şeyleri seçmeli! Kötü şeyleri yapacaksa, yapmaktan vazgeçmeli!
“—İçki, kumar arkadaşlarıyla buluşacak, eski günleri yad
edecekti. Ama o adamlar pek güvenilmez, bakarsın meclise içki de getirirler, en iyisi ben buraya gitmeyeyim!” deyip onun üstünü çizeceksiniz.
Kötü işler yapmayacaksınız, iyi işler yapmaya azmedeceksiniz. Defterinize öyle yazacaksınız.
Bir de akşam gelip yatağa uzandığınız zaman, ya da uzanmadan önce seccadenizde iki rekât namaz kıldıktan sonra “Ben bugünü nasıl geçirdim?” diye gününüzün muhasebesini yapacaksınız. Günahlarınız varsa, tevbe ve istiğfar edeceksiniz; sevaplarınız varsa, Allah’a şükredeceksiniz.
“—Yâ Rabbi! Çok şükür, bugün hayırlı işler yapmaya beni muvaffak eyledin. Kur’an okudum, hatim indirdim, teşbih çektim, ibadet ettim, namazlarımı camide cemaatle kıldım, filanca kardeşime yardım ettim, filanca hayrı işledim..” Böyle güzel şeyler olunca şükredeceksiniz, kötü şeyler olunca da Allah’a tevbe ve istiğfar edeceksiniz. Çünkü tevbe ve istiğfar günahları affettiriyor.
c. Diline Sahip Olmak
İkinci hadis-i şerif, İbn-i Mes’ud RA’dan rivayet edilmiş, enteresan bir hadis-i şerif. Peygamber SAS Efendimiz buyurdu ki:12
البَلََءُ مُوَكَّلٌ بالمَنْطِقِ، فَلَوْ أنَّ رَجُلًَ عَيَّرَ رَجُلًَ بِرِضَاعِ كَلْبة
لَرَضَعَهَا (خط. عن ابن مسعود)
(El-belâü müvekkelün bi ’l-mantık ) “Belâ, musibet, insanın başına gelen üzücü olay, fitne, fesat, sıkıntı, insanın diline bağlıdır. Belâ, insanın dilini iyi kullanmamasından dolayı başına
12 Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.XI, s.408
Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.553, no:7867.
gelir demek oluyor. Dilini tutmuyor, başına belâ geliyor.” Şairin, “Başım rahat eder, durursa dilim…” dediği gibi. İnsanın dili durursa kurtulabilir ama durmazsa dili onu belaya sokar. Yani bela, konuşmaya vekil tayin edilmiş oluyor, konuşmanın arkasından geliyor. Bela, konuşmanın neticesinde insanın başına geliyor. O bakımdan insanın sözüne çok dikkat etmesi lazım. Ağzına, diline sahip olması lazım. Yutkunması, düşünmesi lazım. Söyleyeceği şeyi dokuz defa yutkunduktan sonra söylemesi lazım. Çok söz söylemekten de vazgeçmesi lazım. Peygamber SAS Efendimiz buyurdu ki:13
مَنْ كانَ يُؤْمِنُ بِاللهِ وَالْيَوْمِ اْلآخِرِ، فَلْيَقُلْ خَيْرًا أَوْ لِيَسْكُتْ
(حم . ق. ن. ه. عن أبي شريح وأبي هريرة)
(Men kâne yü’minü bi’llâhi ve’l-yevmil âhiri felyekul hayran ev liyesküt) [Kim Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa, ya hayır söylesin veya sussun!]
Ya hayır söyle, ya da söyleyeceğin söz hayır değilse, boşsa, şerse, günahsa söyleme.
Susmak da ibadettir. İnsanların çoğu susmanın ibadet olduğunu bilmiyorlar. Allah rızası için susmak, mâlâyâni konuşmamak, günah konuşmamak, kendine hakem olmak, diline sahip olmak, susmak ibadettir. Sükût bir ibadettir, kimsenin bilmediği bir ibadet.
Herkes, ibadeti sadece eğilip kalkmak, secde etmek sanıyor. Onun dışında başka ibadetlerin olduğuna herkes vakıf değil. Bilin
13 Buhàrî, Sahîh, c.XX,s.117, no:5995; Müslim, Sahîh, c.I, s.165, no:69; Tirmizî, Sünen, c.VII, s.231, no:1890; İbn-i Mâce, Sünen, c.XI, s.66, no:3662; Dârimî, Sünen, c.II, s.134, no:2036; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XXII, s.183, no:477; Ebû Şüreyh el-Huzâî RA’dan.
Müslim, Sahîh, c.I, s.164, no:68; İbn-i Mâce, Sünen, c.XI, s.467, no:3961; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.433, no:9593; Ebû Hüreyre RA’dan.
ki, Allah rızası için susarsanız, kötü sözleri söylemezseniz bu da ibadettir.
Yunus Emre bir şiirinde diyor ki:
Sözün us ile düşür git; Yaramazını şaşır git!
“Söylediğin sözü akılla, mantıkla uygun hale getir. Yaramaz sözü söyleme, işe yaramaz sözleri ayır!”
Olmadık bir yerde bir söz söylerse, insanın başına belâ gelir:
Söz ola kese savaşı,
Söz ola bitire başı,
Söz ola ağulu aşı;
Yağ ile bal ede bir söz.
Güzel bir söz söylersin, mücadele biter, savaş kesilir, kavga kalkar. Çünkü tatlı konuştu, ortalığı yumuşattı, taraflar dost oldu.
“—Bitirmek”, iyi etmek demek; “baş” da yara demek. Yani, güzel söz söylersin, yaraya merhem olur. Yarayı bile iyi eder, gönül yarasını bile tedavi eder. Bir hal sorarsın, bir hatır sorarsın, bir tebessüm edersin, bir özür dilersin, mazeretini güzel arz edersin, gönül alıcı bir söz söylersin, kalp kırıklığı geçer, yara tedavi olur. Yaranın üstü kalıp bağlar, kanaması durur.
Bazan da tatlı bir söz, zehir gibi acılı, ağılı yemeği yağ ile bal gibi yapar. Yani herşeyi tatlandırır demek istiyor Yunus Emre.
Demek ki, insanın söze çok dikkat etmesi lazım! Bakın burada Peygamber Efendimiz ne diyecek arkasından, dikkat edin:
“—Bela insanın konuşmasının arkasından gelir, ona bağlıdır.” Mesela bir insan bir insanı ayıpladı. Etrafınızdaki bir insanı kusurundan dolayı ayıpladınız. O zaman başınıza ne gelir? Nasıl bir bela gelir? Bakın, diyor ki:
“—Bir adam bir adamı, bir dişi köpek onu emzirmiş diye ayıplamış olsa, bir gün gelir bir dişi köpek de onu emzirir.”
Yani, “ne alçak adam, köpekten süt emmiş” ya da küçük çocukmuş da köpek gelmiş onu emzirmiş. Böyle bir durum. Ayıpladığı şey insanın başına gelir. Sen misin, köpeği emdi diye o insanı ayıplayan? Allah da mecbur eder, muhtaç eder, olaylar öyle gelir sıkışır ki, o işi, o kusuru o da işler. Ayıpladığı kusur kişinin başına gelmedikçe canı alınmaz. Tevbe etmek müstesna.
Onun için insanın diline sahip olması lazım.
Sa’d ibn-i Ebi Vakkas RA, Aşere-i Mübeşşere’dendi. Efendimizin çok sevdiği bir sahabiydi. Onu, Hz. Ömer Kûfe
şehrine vali tayin etmişti. Hz. Ömer zamanında valilik yapıyordu. Hz. Ömer, arada, valileri teftiş ediyor, hallerini soruyor, ahaliden durumu soruyor. “—Valinizden memnun musunuz? İyi midir, hoş mudur? Değil midir?” diye. Dediler ki:
Aman, illallah! Bizim vali şöyle kötü, böyle kötü.” Hz. Ömer’e şikayet ettiler.
Hz. Ömer tahkikçi gönderdi, “Hakikaten bu şikâyet edildiği gibi kötü mü?” diye. Tahkik edenler, cemaati toplayıp meseleyi sordular.
“—Valinizden memnun musunuz?” “—Allah rıza olsun, memnun olmaz mıyız? Şöyle mübarek, dürüst, takva ehli, mütevazi, çalışkan, hayır yapıyor.”
Doğruyu söylediler. Yalnız bir tanesi ters konuştu, aleyhinde konuştu ama haksız yere konuştu. Aşere-i Mübeşşere’den olan Sa’d ibn-i Ebi Vakkas o kimseye kırıldı, darıldı, aleyhinde beddua etti. “—Yâ Rabbi! Sen bunun müstehakını ver.” O adam, ihtiyarlığında öyle rezil durumlara, öyle günahlara düştü ki. “Yaşlandığı halde, 70-75 yaşında iken, o çağda, yoldan geçen cariyelere göz kırpardı, sarkıntılık ederdi” deniyor.
“—Bu edepsizliğin nedir? Utanmaz mısın?” denilince, yaptığı şeyin kötü olduğunu bilirmiş de;
“—Ben Sa’d’ın bedduasına uğradım!” dermiş.
“—Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste…”
Mazlumun âhını alırsan, haklı olan insanın aleyhinde konuşursan, haksız işler yaparsan, onun âhı tutar ve cezası kat kat gelir insana. O bakımdan, insanın sözüne çok dikkat etmesi lazım, kimseyi ayıplamaması lazım. “—Peki, ayıplamayacağız, ne yapacağız? Bir insan günah işliyor, ayıplamayacak mıyız? Hatalı bir şey söylüyor, ayıplamayacak mıyız?” Bir kere, hilkatinden dolayı ayıplayamazsın.
“—Vay gözü kara...” Allah öyle yaratmış.
“—Vay şaşı gözlü…” İnsan gözünün şaşı olmasını ister mi? Ne yapsın? “Vay koca kafalı, vay koca burunlu…” Kızmasa iyi ama insanoğlu bu…
Ebu’d-Derdâ RA, Bilal-i Habeşi Hazretleri’ne kızmış, sinirlenmiş,
“—Seni kara karının oğlu seni!” demiş.
Yani, anasının esmer tenli olmasından dolayı onu ayıplamış.
Bu haber Peygamber Efendimize geliyor. Peygamber Efendimiz Ebu’d-Derda RA’a diyor ki:
“—Sen onu annesinin yüzünün renginden dolayı mı ayıpladın? Kara kadın diye ayıpladın mı? Sende, cahiliyyet devrinden kalma huylar var. Sen henüz İslam’ı içine tam yerleştirememişsin. Senin içinde İslam’dan önceki devirden kalma huylar kalmış.” Anasından babasından dolayı insan hiç ayıplanır mı? Karaysa kara. Allah öyle yaratmış. Kafası büyükse büyük, küçükse küçük, boyu kısaysa kısa, uzunsa uzun. Ne yapsın, elinde olmayan bir şey. Bu konuda Peygamber SAS Efendimiz şöyle buyurmuş:14
14 Tirmizî. Sünen, c.IX, s.45, no:2429; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.V, s.293, no:6697; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VII, s.191, no:7244; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.II, s.340, no:844; İbn-i Hacer, Lisânü’l-Mîzân, c.IV, s.72; İbn-i Ebi’d-dünyâ, Samt, c.I, s.169, no:288; Muaz ibn-i Cebel RA’dan.
Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.265, no:2544; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXI, s.78, no:22997.
مَنْ عَيَّرَ أَخَاهُ بِذَنْبٍ، لَمْ يَمُتْ حَتَّى يَعْمَلَهُ (ت . عن معاذ)
(Men ayyera ehàhu bi -zenbin ) “Kim bir müslüman kardeşini yaptığı bir günahtan dolayı kınarsa, ayıplarsa; (lem yemüt hattâ ya’melehû) bunun cezası olarak, o günahı kendisi de işleme durumuna düşmeden, ayağı kayıp da o cezayı çekmeden, o şerefsiz duruma kendisi de düşmeden ölmez!” Bir kimseyi günahından dolayı ayıplarsan, Allah bir gün o günaha seni de bulaştırır, o günahın tuzağına düşürür. O günahı sen de işlersin, onu ayıplamanın cezasını çekersin. Onun için günahı da ayıplamayacaksın.
Ne yapacaksın? Günah işleyen kimse için dua edeceksin, “Allah kurtarsın!” diyeceksin.
“—Allah kurtarsın. Bu devirde çok zor. Yapmasa daha iyiydi. Allah bizleri hıfzetsin…” diyeceksin.
“—Vay, öyle mi yapmış, tuh vah” deyip de ayıpladığı zaman insan kendi başını derde sokmuş oluyor.
Bu hadis-i şerif dönüp tekrar okuyacak olursak, demek ki, belâ insanın konuşmasına bağlıdır, oradan gelir insana. İnsan dilini tutarsa belâdan kurtulur, dilini tutmayıp ileri geri konuşursa belasını bulur. Dilinden dolayı cezayı çeker.
Bir insan, bir başkasını “Köpek emzirmiş, köpeği emmiş…” diye ayıplarsa, Allah, o ayıplayan kimseyi de köpeği emme durumuna getirir. Onu da o hor duruma, o rezil duruma düşürür. Peygamber Efendimiz böyle buyuruyor.
Dilimize sahip olalım, hareketlerimizde ölçülü olalım, gıybet etmeyelim, dedikodu yapmayalım, iftira fena, gıybet günah, ayıplamak günah. Bak ne kadar önemli.
İftira nedir? Bir insanda olmayan bir şeyi ona isnad ediyorsun. “Şu adam şöyleymiş, böyleymiş..” Halbuki öyle değil. İftira büyük günah. Sopa cezası var.
Adamın bir kusurunu söylüyorsun, gıybet ediyorsun. Olan bir
kusurunu, o yokken söylediğin zaman gıybet oluyor, o da günah. Olan bir kusurundan dolayı bir adamı ayıplıyorsan, Allah ceza olarak o ayıbı senin üzerine de bulaştırıyor.
Demek ki yapacak bir şey kalıyor: Allah’a dua etmek. Hem kendisini korusun, hem de o kardeşini kurtarsın diye dua etmek.
Allah, dilimize sahip olmayı, her işimizi ölçülü yapmayı, rıza-yı Bârî’ye uygun hareket etmeyi cümlemize nasip eylesin.
d. Düğün Yemeği ve Fakirler
Üçüncü hadis-i şerifle devam ediyoruz. Bu hadis-i şerifinde Peygamber SAS buyuruyor ki:15
بِئْسَ الطَّعَامُ طَعَامُ الْوَلِيمَةِ يُدْعٰى إِلَيْهَا اْلََغْنِيَاءُ وَيَمْنَعُ الْفُقَرَاءُ؛
وَمَنْ لَمْ يُجِبْ فَقَدْ عَصَى اللهََّ وَرَسُولَهُ (حل. عن أبي هري رة)
(Bi’se’t-taàmü taàmü’l-velîmeti yüd’à ileyhe’l-ağniyâü ve yemneü’l-fukarâü) “Ne kötü yemektir o düğün yemeği ki, zenginler çağrılır da fakirler bırakılır, çağrılmaz. (Ve men lem yücib) Kim davete icabet etmezse, (fekad asa’llàhe ve rasûlehû) Allah’a ve Rasûlü’ne àsî olmuş olur.” Bir insan evlenecek. Bu güzel gününü, güzel halini dostlarıyla paylaşması lazım. Düğünün şanlı şerefli, ilanlı olması lazım. Avrupa’da filan duyuyoruz, gizli kapaklı evlenivermişler. Gitmişler, bir küçük kasabada nikâhlarını kıyıvermişler, evlenivermişler. İslam’da böyle değil. Düğün, nikâh aleni olacak.
15 Müslim, Sahih, c.VII, s.288, no:2585; Mâlik, Muvatta’ (Rivâyet-i Muhammed), c.III, s.355, no:886; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.III, s.314, no:3264; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.24, no:2154; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d- Duafâ, c.VI, s.261; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VIII, s.267; Ebû Hüreyre RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XVI, s.307, no:44631; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XI, s.74, no:10283.
Nikâh helâl, zina haram. Flört haram, yüzüne ikinci defa bakmak bile haram. Yolda birisiyle karşılaştın, yürürken baktın, ikinci defa bakmak haram. Aşağıdan yukarıya doğru süzmek büyük günah. Peygamber Efendimiz “gözler de zina eder, eller de zina eder” diyor. Gözün zinası bakmaktır, elin zinası dokunmaktır. Bunların hepsi günah. Gezmek günah, konuşmak günah, flört günah, zina büyük günah. Evlenmek Peygamberimizin sünneti, normal, güzel, hatta sevap. Bu evlilik velime denilen ziyafetle, bir kutlamayla olacak. Ama diyor ki, Peygamber SAS Efendimiz: “—Bu yemeğe sadece zenginler çağrılır, fakirler kenarda bırakılırsa ne fena yemektir, ne fena ziyafettir.” Düğün sahibi fakirleri de çağıracak. Onlar da istifade etsin, onlar da yesin içsin, onlar da karnını doyursun. Zavallılar aç açık kalmasın diye fakirleri de düşünecek düğün sahibi. Sadece kendi sosyal seviyesinde olan insanları çağırıp köşkün bahçesinde ziyafet çekip düğün yapıyor. Ne fena diyor Peygamber Efendimiz.
Bu yüzden, Allah rızası için zengini de çağırmalıyız, fakiri de istifade ettirmeliyiz.
Bundan ne sonuç çıkıyor?
Daveti terk eden Allah’a ve Rasûlüne asi olur. Daveti terk etmenin iki manası olabilir:
1. “Kendi düğününe fakirleri davet etmeyi ihmal eden günaha girmiş olur” demek olabilir.
2. “Sen düğüne davet edildiğin zaman gitmezsen, bu daveti terk edersen, bu da doğru değildir. Madem seni çağırmış, mazeretin yoksa, durumun müsaitse, git! Düğününde o arkadaşınla sevincini paylaş, tebrik et, dua et!” demek olabilir.
Davete icabet etmek, gönlünü almak lazım! Uzak bir şehirdedir, gidemiyorsun, işin var, randevuların var, müsaade alamıyorsun... vs. Bu gibi durumlar olursa, telefon açarsın, telgraf çekersin, gönlünü almaya çalışırsın. Allah onu da kabul eder. İslam’da beşeri münasebetlerin böyle s )on derece tatlı, son derece
dikkatli bir tarzda devam etmesi gerekiyor.
e. Hicretin Anlamı
Diğer bir hadis-i şerif, Taberânî’nin kitabından alınmış:16
اْلََرْضُ أَرْضُ الله، وَالْعِبَادُ عِبَادُ الله، مَنْ أَحْيَا مَوَاتًا فَهِيَ لَهُ
(طب عن فضالة بن عبيد)
(El-ardu ardu’llàh) “Yeryüzü Allah’ın mülküdür, (ve’l-abdü
16 Ebû Dâvud, Sünen, c.VIII, s.314, no:2672; Şeybânî, el-Âhâd ve’l-Mesânî, c.I, s.451, no:552; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.142, no:11553; Urve ibn-i Zübeyr Rh.A’ten.
Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XVIII, s.318, no:823; Taberânî, Müsnedü’ş- Şâmiyyîn, c.I, s.170; Fudâle ibn-i Ubeyd RA’dan.
ibâdu’llah) kullar da Allah’ın kullarıdır. (Men ahyâ mevâten fehiye lehû) [Kim bir ölü toprağı ihyâ ederse, orası onundur.]
“Yeryüzü Allah’ındır, kullar da Allah’ın kullarıdır. Neresi uygun düşüyorsa, nereden bir yer bulabildiysen, hangi bölgede nasibin varsa, ikamet için oraya yerleş!” Bunun gibi bir mânâ da anlaşılabilir.
Şu noktayı hiç unutmamak lazım. İnsanın dinini yaşayabilmesi, imanını koruyabilmesi, çocuklarını yetiştirmesi için terk-i diyar etmesi farz olur. Buna hicret denir. Hicret Allah’ın bir emridir, ayet-i kerimelerde vardır. Şartlar olduğu zaman dinini korumak için kişinin hicret etmesi gerekebilir. Ayet-i kerimelerde geçmektedir:
إِنَّ الَّذِينَ تَوَفَّاهُمْ الْمَلََئِكَةُ ظَالِمِي أَنفُسِهِمْ قَالُوا فِيمَ كُنتُمْ ، قَالُوا كُنَّا
مُسْتَضْعَفِينَ فِي الََْرْضِ، قَالُوا أَلَمْ تَكُنْ أَرْضُ اللهَِّ وَاسِعَةً فَتُهَاجِ رُوا
فِيهَا، فَأُوْلَئِكَ مَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ، وَسَاءَتْ مَصِيرًا (النساء:٧٩)
[Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: “Ne işte idiniz?” dediler. Bunlar: “Biz yeryüzünde çaresizdik!” diye cevap verdiler. Melekler de: “Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!” dediler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir.] (Nisa, 4/97) Zalim olarak, günahkâr olarak, ibadetleri yapamaz bir durumdayken ömrünü geçirmiş olan bir kimseye melekler sorarlar:
“—Nedir bu halin? Niye böyle günah üzere, ibadetsiz, taatsiz, nursuz, hayırsız bir şekilde ömrünü geçirdin, öldün?” Onlar cevap verir:
“—Biz yeryüzünün fakir insanlarıydık, güçsüz insanlarıydık. Üstümüzdekiler bize baskı yaptılar. Namaz kılamadık, oruç
tutamadık, ibadet yapamadık, zikir edemedik, Kur’an okuyamadık, dinimizi öğrenemedik... Biz zayıf insanlardık, yapamadık.” Melekler derler ki:
“—Allah’ın yeryüzü geniş değil midir? Güzel olan yere göçseydiniz. Burada yapamadıysanız, ibadeti yapabileceğiniz bir yere göçseydiniz. Günahkâr, ibadetsiz, asi, nursuz, hayırsız ömür geçirip ölen insanların barınacakları, atılacakları, tıkılacakları yer cehennemdir. Orası ne kötü yerdir!” (Nisa, 4/97)
Demek ki insanın dinini koruması, yaşayabilmesi, ibadetlerini yapabilmesi, Allah yolunda yürüyebilmesi için terk-i diyar etmesi vardır ve buna hicret deniliyor. Ama normal şartlarda;
“—Acaba Türkiye’de, İstanbul’da mı oturayım, Konya’da mı? Kırşehir’e mi gideyim, Denizli’ye mi? İzmir’e mi yerleşeyim, Samsun’a mı?” dersen, neresini istersen, neresini uygun bulursan oraya yerleşebilirsin.
“—Yeryüzü Allah’ın, kullar da Allah’ın kulu, mülk de Allah’ın mülkü, nereye istersen yerleş!” gibi bir mânâ var. Öteki mânâ da:
“—Namazı nerede idrak edersen orada kıl!” şeklindedir, o da doğrudur.
Araplar buna çok riayet ediyorlar. Namazın ilk vaktinde, evvel vaktinde kılınması sevaptır. Vakti geçirip öteki vakit yaklaştığı zaman kılmak hatalıdır. Evvel vaktinde sevabı çoktur.
Araplara bakıyorsun. Mesela Cidde’den arabaya bindin Mekke’ye gidiyorsun. İkindi namazını kılmış yola çıkmışsın. Güneş battı, akşam oluverdi. Mekke’ye 20-30 km. var. Biraz sonra gelince evinde kılabilirsin. Öyle yapmıyorlar. Hemen arabayı kenara çekiyorlar, kumluk yere iniyorlar, kamet getiriyorlar:
“—Allàhu ekber!”
Öyle adet haline getirmişler. Eğer senin abdestin yoksa, gitmek zorundaysan, bakıyorsun, yol boyunca cemaat, cemaat, cemaat... Sıra sıra... Herkes aynı şekilde yapıyor. Nerede vakit
gelmişse, hemen evvel vaktinde arabayı durdurup namazı kılıyorlar. Güzel bir adet, güzel adetlerden ibret almak lazım!
“—Giderim, abdest alırım, şu işimi bitiririm, ondan sonra namazı kılarım!” derken şeytandan bir çalım, bir oyun, bir tuzak, bir vesvese, bir unutturma.. Bir de bakıyorsun yatsı ezanı okunmuş.
“—Akşamı evde kılalım derken şeytan bizi aldattı, kılamadık.” diyor insan.
Evvel vaktinde kılmazsan böyle olur. Sadece Hicaz için değil, bizler için de bu böyle. İşyerinde hemen ilk vaktinde kılıvermeliyiz.
Ankara’da çok beğendiğim bir usta vardı, otomobil ustası. Fermuarlı bir tulumu vardır. Fermuarı cıırt diye aşağıya çekiyor, kabuğundan çıkar gibi hoop içinden çıkıyor, o pis elbiseyi ipe asıyor, seccadesini seriyor:
“—Allahu ekber!”
Namazını kılıyor, ondan sonra tulumunu tekrar giyiyor, işinin başına gidiyor.
Bir başka arkadaşım var, ezan okunduğu zaman dükkânının kapısını “Tırak…” kapatır. Müşteri gelir:
“—Ustam alışveriş yapacağım, şunun fiyatı kaç?”
“—Namazdan sonra inşallah!” diyor yine kapatıyor.
f. Bir Osmanlı Memuru
Bu ifade güzel bir fıkrayı hatırıma getirdi, onu size anlatayım, içinizde duymayanlar varsa duysun. Sanıyorum bunu bana İslam Tarihi’ni yazan Asım Köksal anlatmıştı.
Osmanlı yıkılmış, Cumhuriyet kurulmuş, galiba ilk yıllar. İstanbul’a bir defterdar tayin olmuş. Müdür. Dairesine gelmiş, oturmuş. Makam masası, hizmetçileri, müstahdemleri, muavinleri, memurları.. Önüne gelen evrakı imzalıyor vs. Camdan da dairesinin kapısı görünüyor.
Bakmış saat dörtte, dört buçukta müdür muavini
merdivenlerden iniyor, dışarıya çıkıyor, bu tarafa doğru gidiyor. Hemen zile basmış, müstahdemi çağırmış.
“—Bu adam nereye gidiyor?” “—Vallahi bilmem efendim.” “—Mesai saatinde dışarı çıkılır mı? Çağır şunu!” Adam paldır küldür koşuyor, peşinden yetişiyor. Bu da camdan takip ediyor; işte müstahdem yetişti, söyledi: “—Müdür Bey sizi geri çağırıyor.” “—Namazdan sonra evladım” Müstahdem geri geliyor:
“—Efendim namaz kılmaya gidiyormuş, namazdan sonra geri gelecekmiş.”‘ “—Ne? Mesai saatinde namaz mı olur, derhal koş ça-gır!» Adam tekrar gidiyor, sokağın ucunda tekrar yakalıyor:
“—Müdür Bey çok kızdı efendim, hemen sizi çağırıyor. ‘Mesai saatinde namaz mı olur?’ dedi. Hemen gelecekmişsiniz.” “—Namazdan sonra dedik ya be adam!” O da kızıyor. Şimdi müstahdem iki arada kalmış, iki büklüm geliyor:
“—Efendim, gelmedi.” Artık adam sinirleniyor, masadan kalkıyor. Eli arkasında, bir o tarafa bir bu tarafa, kafesin içindeki kaplan gibi sinirli bir şekilde dolaşıyor.
Öbürü namazı kılıyor, camiden geldiği görünüyor.
“—Ben sana gösteririm şimdi” diyor müdür. Muavin geliyor, kapıyı “tak tak tak” çalıyor, içeriye giriyor. Hiç mahcup, korkan bir adam hali yok. Biraz da mert bir şekilde:
“—Müdür Bey, beni çağırmışsınız” diyor.
“—Birader, ben seni istedim ama on beş dakika önce istedim. Arkandan iki defa müstahdemi gönderdik. Böyle şey olur mu, mesai saatinde namaza gidiyorsun? Bana itaat etmiyorsun. Ben senin müdürün değil miyim? Müdürün isem, çağırınca gelmen lazım değil mi? Sözümü dinlemedin, ‘Namazdan sonra...’ dedin, gittin. İtaat etmeden olur mu?”
Müdür böyle deyince, o gayet sakin diyor ki:
“—Ben sana ne için itaat edeceğim?” “—Ne demek? Ben senin müdürünüm, onun için itaat edeceksin.” “—Hayır, ben sana onun için itaat etmiyorum. Ben Allah’a itaatle vazifeliyim.
يَاأَيُّهَا الذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَأُوْلِي اْلََْمْرِ مِنْكُمْ (النساء:٩٥)
(Yâ eyyühe’llezîne âmenû) “Ey iman edenler! (Etîu’llàhe ve etîu’r-rasûle ve üli’l-emri minküm) Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan idarecilere itaat edin!” (Nisâ, 4/59)
Benim vazifem Allah’a kul olmak, Allah’ın emrini tutmak. Ama Rasûlüne itaatle de vazifeliyim. Çünkü Allah-u Teàlâ Kur’an-ı Kerim’de, “Rasûlüme de itaat edin!” buyurmuş. Görev
başına getirilmiş görevlilere de astları itaat etsin!
Ulü’1-emr, oradaki işin sahibi demek, görevli demek. Toplumda idârî görevi olan herkes. “İdareciye itaat edeceksin!” dediği için itaat ederim. Bakan’a itaat etmem lâzım. Bakan bütün işleri kendisi göremiyor, müsteşarlara, daire başkanlarına, müdürlere… Ben, Allah’a itaat niyetiyle, Allah emrettiği için size itaat ederim. Ama Allah doğrudan doğruya bana emir verdiği zaman, aradaki zinciri atlarım, Allah’ın emrini tutarım.
Allah, (Hayye ale’s-salâh) “Namaza gel!” diyor. O doğrudan doğruya emredince, artık aradaki astların, halkaların sözüne itaat edilmez. Reis-i cumhur çağırsa, “Müdür bey bırakmıyor!” mu diyeceksin? Paşa, general çağırsa, “Yüzbaşı ortalığı tanzim et de
öyle gel!” dedi mi diyeceksin. Hayır, koşa koşa gidersin! Çünkü o daha üst…
Allah çağırdığı için, ben onu dinlerim, aşağıdakileri dinlemem! Benim vazife anlayışım böyledir. Kabul ederseniz, pekâlâ;
etmezseniz, buyurun anahtarı, buyurun mührü, alın vazifeyi… Allaha ısmarladık.” Kapıyı “Tıraak!” vuruyor, çıkıyor. Müdür şaşırıp kalıyor, hiç böyle vazife anlayışı görmemiş. Müstahdemi çağırıyor:
“—Bana falanca beyi çağır” diyor.
Gelince soruyor:
“—Bu adam kim? Bu bizim muavin ne biçim adam? Bir acaip...” “—Efendim, o bu dairenin belkemiğidir, direğidir. O adam buraya sabah namazından sonra gelir, burada ibadet aşkıyla çalışır. ‘Ümmetin işlerini görüyorum’ diye çalışır. Namaz vakti geldi mi gider, namazdan sonra gelir gene çalışır. Memurlar mesai bitti diye eve gider, o döner gene çalışır. Masasındaki evrak temizleninceye, sıfıra ininceye kadar çalışır. Saat, yedi mi, sekiz mi, dokuz mu, on mu, on bir mi olacak… Her şey bittikten sonra, ‘Oh, bugünkü sorumluluğumu bitirdim!’ diye evine gider. Şahane bilgisi vardır, dâirenin direğidir, emsalsiz bir insandır.”
Müdür bir şey diyemiyor. Günden güne tanıdıkça bakıyor ki
hakikaten sağlam, şahane, karakterli bir insan. Aradan zaman geçmiş, yüksek bir yere tayini olmuş. Yukarıya nazlanmış, demiş ki: “—Benim bir şartım var, yoksa tayin ettiğiniz bu yüksek makama gitmem.” “—Nedir?” demişler.
“—Muavinimi benim yerime müdür yapacaksınız. Yapmazsanız gitmem.” Sonra muavinini çağırmış:
“—Ben böyle dedim. Buraya senin müdür olmanı istiyorum beyefendi.” “—Teşekkür ederim, ben müdürlük filan istemiyorum. Muavinliğin yükünden, manevi sorumluluğundan bile korkuyorum. Zaten emekliliğime az bir zaman kaldı, bana kıymayın. Ben bu vazifede biraz daha çalışayım, emekliliğim gelince alnımın akıyla şu görevden kurtulayım” demiş.
Allah-u Teàlâ Hazretleri, böyle sağlam karakterli, vazifesini yapan, şuurlu, has, halis, Allah’a mûtî kullarından olmayı cümlemize nasib eylesin...
g. Tehlikelere Hazırlıklı Olun!
Son hadis-i şerif. Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:17
اَلْبَرَكَةُ فِي نَوَاصِيَ الْخَيْلِ (حم. ق. ن. عن أنس)
17 Buhàrî, Sahîh, c.IX, s.451, no:2639; Müslim, Sahîh, c.IX, s.447, no:3482; Neseî, Sünen, c.XI, s.323, no:3515; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.114, no:12146; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.X, s.526, no:4670; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.329, no:12671; Bezzâr, Müsned, c.II, s.353, no:7380; İbnü’l-Ca’d, Müsned, c.I, s.312, no:1405; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.VII, s.187, no:4173; Ebû Avâne, Müsned, c.IV, s.444, no:7266; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XII, s.328, no:35247; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XI, s.173, no:10503.
(El-bereketü nevâsiye’l-hayli) “Bereket, atların alınlarındaki saçlarındadır. Alınlarındadır, alın perçemlerindedir.” Bu ne demek? Atlar bereketlidir, at beslemek iyidir demek.
At beslemenin iyi olması, makbul olması, sevaplı olması, Rasûlüllah’ın sevdiği bir şey olması, Allah’ın bereket verdiği bir şey olması nedendir?
At cihadda kullanılan bir hayvan olduğu içindir. Süvariler üstüne biniyorlar, “Allah Allah…” diye cihad ediyorlar. Hızlı koşan bir hayvan. Atların üstünde savaşlar yapılıyor. Onun için at beslemek iyidir, bereketlidir denilmiş.
Cihad, Allah yolunda savaşmak, kâfire karşı kuvvet hazırlamak, ümmeti, milleti, memleketi düşmana karşı korumak için hazırlı olmak sevap olduğu için böyle deniliyor.
Bugün artık savaşlar atla olmuyor. Bugünün atı araba, belki daha başka yeni aletler, imkânlar… Bunların hepsini bu mantık içinde, bu şuur ile, bu şevk ile müslümanın hazırlaması, hazırlıklı ve güçlü, kuvvetli olması lâzım! Çünkü güçlü kuvvetli müslüman, zayıf müslümandan daha hayırlı...
وَأَعِدُّوا لَهُمْ مَا اسْتَطَعْتُمْ مِنْ قُوَّةٍوَمِنْ رِبَاطِ الْخَيْلِ تُرْهِبُونَ بِهِ
عَدُوَّ اللهَِّ وَعَدُوَّكُمْ (الَنفال:٠٦)
(Ve eiddû lehüm me’steta’tüm min kuvvetin ve min ribâti’l- hayli) “Düşmanlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın! (Türhibûne bihî adüvva’llàhu ve adüvveküm) Onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı korkutursunuz.” (Enfal, 8/60)
Bu ayet-i kerimede emredilmiş oluyor. Onun için gücümüz yettiğince cihada hazırlıklı olacağız, idmanlı olacağız, aletli olacağız.
Ben dergilerde yazı yazdım. Bakıyorum, harp tehlikesi var. Ortadoğu kaynıyor. Millet plajda, eğlencede, yaz zevkinde, keyfinde, hiç aldırdığı yok. Bir harp olsa, evinde ikinci bir ekmeği
yok, bir çuval unu yok, bir hazırlığı yok.
Yazı yazdım, “böyle şey olur mu?” dedim. Müslüman, harp tehlikesine karşı hazırlıklı olacak, evinde her türlü imkânını âmâde hale getirecek, her türlü tedbirini alacak. Harp olur veya olmaz, ama olmazsa da bunların bulunması lazım.
Büyüklerimiz diyorlar ki:
Hazır ol cenge, eğer ister isen sulh u salâh!
Eğer sulh ve salah istiyorsan, sen cenge hazır ol. Güçlü kuvvetli ol da harp çıkmasın. Ama harp çıkar da gafil, hazırlıksız yakalanırsan, o zaman fena.
Müslüman, harpten evvel idmanlı olacak, tedbirli olacak, çalışkan olacak, aleti-edevatı yağlamış, hazırlamış, tamamlamış olacak. Tabancasını, tüfeğini, kurşununu, okunu hazırlamış, kılıcını bilemiş olacak, atını hazırlamış, eyerlemiş, tımarlamış, beslemiş, bakmış olacak. “Haydi!” dendiği zaman da cihada çıkacak. Müslümanın böyle hazırlıklı olması lazım geldiği bu hadis-i şeriften anlaşılıyor.
Cihadın pek çok çeşidi var. Bir çeşidi düşmanla çarpışmak. Ama en önemlisi, en kuvvetlisi nefsiyle cihad etmesi. Müslümanın, şu içindeki düşmanla çarpışması, onun arzularına boyun eğmemesi, onu hak yola çekmesi.. Allah, cihadın her türlüsünü en güzel tarzda, rızasına uygun yapmayı, başarmayı nasip eylesin… Cümlemizi rızasına vasıl eylesin, dünyada ahirette bahtiyar eylesin, cennetiyle cemaliyle müşerref eylesin… Bi-hürmeti habîbihi’l-müctebâ, ve bi-hürmeti esrarı sûreti’1- fâtihah!
16. 12. 1990 Melbourne