21. SÜNNET-İ SENİYYE’YE SARILMAK
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm. El-hamdü li’llâhi hakka hamdihî, ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ hayra halkıhî seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn... Ve men tebiahû biihsânın ilâ yevmid dîn... Emmâ ba’d.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühû!
Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun! Bizi müslüman yaratan, müslüman yaşatan ve kendi imkânlarımızla çok zor gelebileceğimiz dünyanın garip ve uzak diyarlarına kolaylıkla gelmemizi nasib eden; bizim için çok gerekli olan çeşit çeşit tecrübeleri edinmemize, görgüleri kazanmamıza vesile olan dış aleme açılma işini bize nasib eden Allah’a hamd ü senâlar olsun...
Peygamber Efendimiz Muhammed-i Mustafa SAS Hazretleri’ne Allah-u Teâlâ Hazretleri bizi has ümmet eylesin... Onun sünnetine en güzel tarzda ittibâ eyleyip, sevgisini ve rızasını kazanmayı nasib eylesin...
Şu içinde ibadet ettiğimiz mahalli ibadete hazır hale getiren fedâkâr kardeşlerimi tebrik ederim, Allah sa’ylerini meşkur eylesin, amellerini makbul eylesin... Bu ibadethanede de nice nice uzun zamanlar ibadetler edildikçe, defter-i àmâllerinin hasenat hanesine sevaplarının yağmasını, yığılmasını Rabbimiz nasib ve müyesser eylesin...
Kendilerine ayrıca teşekkür ederiz ki, biz Coburg Camii’ndeyken lütfettiler, müslümanın müslümana kardeşce duyguları ve ziyaretleri sevaplı olduğu için, Allah rızası için bize geldiler, ziyaret ettiler. Hakk-ı tekaddüm diye bir kavram vardır eski dilimizde; yâni bir şeyi önce yapan kimsenin bir tekaddüm hakkı olur, üstünlüğü olur. Sevapta kardeşlerimizin bir üstünlüğü var... Bizimki, nihayet buraya gelişimiz, olsa olsa bir iâde-i ziyaret
gibi olur. Ama onlar hakk-ı tekaddümü kazandılar. Geldiler bizi ziyaret ettiler sağ olsunlar. Ayrıca, belki bizim burada ziyaret sevabımızı da onlar aldılar. Çünkü onlar davet ettiler bizi, Allah razı olsun... Kendilerinden hoşnuduz, Allah da hoşnut ve razı olsun...
Buraya gelirken Mehmet Ali Hocaefendi’den, bizim yanımızda gezdirdiğimiz Hocamızın hadis kitabından şöyle bir sayfa çekmesini istemiştim; şu işaretli sayfa çıktı. Bu kitabı Gümüşhaneli Ahmed Ziyâeddin Hocamız te’lif eylemiştir ki, nisbesinden de belli olduğu gibi, Gümüşhane’dendir kendisi... Küçük yaşta İstanbul’a gelmiş, tahsil-i ulûm eylemiş. Kendisini, Hàlid-i Bağdadi Efendimiz’in halifelerinden bir zat mânevî işaret üzerine İstanbul’a gelip irşad eylemiş. Ondan sonra Nakşi Tarikatı’nın öğrenimi ve öğretimi ile meşgul olmuş.
Amma, güzel olan taraf; yâni benim şahsen belki böyle büyükleri ölçmeğe hakkım ve haddim de olmaz ama, hayran olduğum taraf şu ki, bir çok kitapları var... Umumiyetle hadis ilmi üzerinde yazılmış eserleri var... Yâni, bu eserlerini daha ziyade hadis üzerinde yazmış. Fıkıh üzerinde ve daha başka konularda da var. Böylece bu eserleriyle, son asrın en büyük muhaddislerinden olmuş. Hâtimetü’l-muhaddisîn diye lakab kazananlardan birisi olmuş. Bunu bir Arap söylüyor. Yâni yazmış olduğu bir eserin başında, muhaddislerin hayatlarını yazarken, bizim hocamız, şeyhimiz Ahmed Ziyâeddin-i Gümüşhanevî Hazretleri’ni de böyle bahis konusu etmiş.
Bir şeyi anlatmak istiyorum. Burayı açan kardeşlerimiz de Risâle-i Nur mektebinden feyiz alan kardeşlerimiz diye duydum, yanlış duymadıysam... Bedîüzzaman (Rh.A), Hocamız Mehmed Zâhid Kotku (Rh. A)’e gelmiş, Zeyrek’te cami imamlığı yaparken bizim Hocamız; buluşmuşlar, tanışmışlar. Görüşürlermiş, zaman zaman gelirmiş.
Yine bir mahkemesinin olduğu bir sırada gelmiş. Artık hangi sebeplerle söylemişse, samimi duygularla söylediği muhakkaktır:
“—Ben Nakşî Tarikatı’nı severim, büyüklerine hürmet ederim. Evrâd-ı Nakşiye’den de bazı parçalar okurum.” demiş.
Gümüşhaneli Ahmed Ziyaeddin Efendi 1311 senesinde vefat etmiş, biraz yaşlıca bir zat oluyor. “O da hürmet ettiğim, sevdiğim üstadımız, hocamızdır.” diye iltifat eylemiş. Bizim Hocamız’la konuşmuşlar:
“—Mahkemeye gideceğim, bize de dua edin!” demiş.
Hoşuma gitmişti yâni, böyle bir hatıra nakledildi diye. Böylece burada Gümüşhaneli Hocamız’ın hadis kitabından bir şey okumak uygun geldi.
Umumiyetle ben yanımda Muhtâru’l-Ehâdîs diye Haşimî ailesine mensup, Peygamber Efendimiz’in sülâlesinden bir mübarek zatın yazdığı bir hadis koleksiyonu var, ince, küçük, böyle bir parmak kalınlığında; onu gezdiriyorum ama, bu sefer Gümüşhaneli Hazretleri’nin kitabını aldım. Bir sayfa seçtik, yâni hoca efendi, besmeleyle açtı. Buradaki kardeşlerimize çıkan hadis- i şerifi okuyorum. Kaderlerine çıkan hadis-i şerif bu...
a. Kardeşlerimle Bir Karşılaşsaydım!
Peygamber SAS buyurmuş ki:81
وَدِدْتُ أَنِّي لَقِيتُ إِخْوَانِي . قَالُوا: يَا رَسـُولَ الله، اَلَسْـنَا إِخْوَانَكَ؟
قَالَ : أَنْتُمْ أَصْحَابِي، و إِخْوَانِي قَوْمٌ يَجِيئُونَ مِنْ بَعْدِي، يُؤْمِنُونَ
بِي وَلَمْ يَرَوْنِي . ثُمَّ قَالَ: يَا أَبَا بَكْرٍ، أَلاَ تُحِبُّ قَوْمًا بَلَغَهُمْ أَنَّكَ
81 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.155, no:12601; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXX, s.139; c.LIV, s.172, no:11430; İbn-i Hacer, Lisânü’l-Mîzân, c.V, s.275; Berâ ibn-i Âzib RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XII, s.184, no:34586; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXII, s.441, no:25265.
تُحِبُّنِي فأَحَبُّوكَ بِحُبِّكَ إِيَّايَ فَأَحِبَّهُمْ أَ حَبَّهُمُ اللهُ (كر. عن البراء)
RE. 459/10 (Vedidtü ennî lakîtü ihvânî) “Ah, canım istedi ki, keşke ihvanım ile karşılaşsaydım, kardeşlerimle bir araya gelseydim!” demiş. İhvân kelimesini kullanmış, Arapça kardeşlerim demek... “Kardeşlerimle bir araya gelmeyi, buluşmayı, karşılaşmayı temenni ettim, sevdim, istedim.” buyurmuş.
(Kàlû: Yâ rasûla’llah, elesnâ ihvâneke?) Onun üzerine sahabe-i kiram merakla sormuşlar, demişler ki:
“—Yâ Rasûlalllah, biz senin ihvânın değil miyiz, kardeşlerin değilmiyiz?”
(Kàle: Entüm ashàbî) Efendimiz, bu sorunun cevabında buyurmuşlar ki:
“—Siz benim ashabımsınız!”
Yâni siz benim sohbetdaşımsınız, siz benim meclislerimde oturuyorsunuz, kalkıyorsunuz, görüyorsunuz, dini benden görerek öğreniyorsunuz. Ben sizin nümûne-i imtisâlinizim. Siz benimle ömrünüzü beraber geçiren, hayatı müşterek olan sàhibim, sohbetdaşımsınız. Sàhib, sohbetdaş demek... Sohbet de ayni kökten geliyor. Musahib, sohbet; bunlar hep aynı kökten geliyor.
“Siz benim ashabımsınız. (Ve ihvânî) Benim ihvanım dediğim kimseler, (kavmün) bir takım insanlardır ki, (yecîûne min ba’dî) benden sonraki zamanda gelirler dünyaya...” Yâni benim zamanıma, asr-ı saadetime ait insanlar değildir; benden sonraki zamanlarda gelecekler. (Yü’minûne bî velem yerevnî) “Benden sonra gelecekler, beni görmedikleri halde bana inanacaklar. İşte onlar benim ihvanımdır, kardeşlerimdir. Onlara ah kavuşsam, görsem diye arzuladım.” buyurmuş.
(Kàle: Yâ ebâ bekr!) Sonra buyurmuş ki Ebu Bekr-i Sıddîk Efendimiz’e dönerek: (Elâ tuhibbi kavmen beleğahüm enneke tuhibbûnî feehabbûke bi-hubbike iyyâye feehibbehüm ehabbehümü’llàh)
Arkasından böyle bir cümle geliyor, bunun mânâsı da şöyle:
“—Ey Ebû Bekir! Sen istemez misin, sevmez misin bir kavmi ki, onlara bir haber olarak gitmiş, ‘Sen beni çok seviyorsun, bana çok bağlısın.’ diye... Onlar seni ondan seviyorlar. Sen de onları sevmez misin?”
Yâni, duymuşlar ki Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz, Peygamber
SAS Efendimiz’in has sahabesidir, yüzde yüz ona bağlıdır, canını, malını vermeye hazırdır; her şeyini bahş eylemiş, hizmetine tahsis eylemiş. Ondan dolayı, Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz’e sevgi duymuşlar, bağlanmışlar. “Sen de o seni gıyabında, uzaktan seven toplulukları sevmez misin? (Feehibbehüm) Sen de onları sev ki, (ehabbehümu’llàh) Allah da onları sevsin!” diye buyurmuş.
Bu güzel yâni müjdeli hadis-i şeriften ben hakikaten sevinç duydum. Hem Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz’in ismi geçiyor, hem bizler durumunda olan müslümanlar hakkında Peygamber Efendimiz’den bir iltifat ihtiva ediyor. Bizler işte bu tarifin içindeki insanlarız ki; Peygamber Efendimiz’den sonraya nasib
olmuş hayatımız, sonradan dünyaya gelmişiz amma; ona inanmışız, yoluna canımızı vermeye razıyız. Görmek için malımızı, canımızı, evlâdımızı fedâ etmeye razıyız. Sünnetine canımız fedâ, yoluna canımız fedâ... Allah-u Teâlâ Hazretleri bizleri onun sünnet-i seniyyesinden ayırmasın...
Biz erbâb-ı tarikatız amma, Hocamız tarikatta her hangi bir dejenerasyon olmasın diye; yâni asırların geçmesiyle, elden ele geçmesiyle bozulma olabilir. Duvarı bile yaparken çekül koyarlar, ip çekerler ki, duvar muntazam olsun... Onlar olmadığı zaman, duvar eğri büğrü olur. Mutlaka baştan böyle bir ölçü almak lâzım!
Tarikatlar da kurucuları iyi olduğu halde, sonradan yanlış akidelere saplanmış olabilirler.
Bunun en güzel misâli, tarikat değil dinde bile sapma
olduğunun misâli hristiyanlardır. Hazret-i İsa AS, şek ve şüphe yok ki, Kur’an-ı Kerim’in şehadetiyle sabit ki, onlara, “Ben Allah’ın oğluyum.” demedi. Onları bir olan Allah’a ibadete çağırdı. Şek şüphe yok yâni, hiç tereddüde lüzum yok... Kur’an-ı Kerim’den bunu kesin olarak biliyoruz:
وَإِذْ قَالَ اللهَُّ يَاعِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ أَأَنتَ قُلْتَ لِلنَّاسِ اتَّخِذُونِي وَأُمِّيَ
إِلّٰهَيْنِ مِنْ دُونِ اللهَِّ، قَالَ سُبْحَانَكَ مَا يَكُونُ لِي أَنْ أَقُولَ مَا لَيْسَ
لِي بِحَقٍّ، إِنْ كُنتُ قُلْتُهُ فَقَدْ عَلِمْتَهُ، تَعْلَمُ مَا فِي نَفْسِي وَلاَ أَعْلَمُ
مَا فِي نَفْسِكَ، إِنَّكَ أَنْتَ عَلاَّمُ الْغُيُوبِ (المائدة:١١٦)
(Ve iz kàle’llàhu yâ îse’bne meryem) Allah-u Teàlâ Hazretleri, Hazret-i İsâya: “Ey Meryem oğlu İsa! (E ente kulte li’nnâsi’ttehizûnî ve ümmiye ilâheyni min dûni’llâh) İnsanlara, ‘Beni ve anamı, Allah’tan başka iki tanrı edinin!’ diye sen mi dedin?” diye sorduğu zaman, o dedi ki:
(Sübhàneke mâ yekûnü lî en ekùle mâ leyse lî bi-hakkın) “Hâşâ! Seni tenzih ederim; hak olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz.
(İn küntü kultühû fekad alimtehû) Eğer ben bunları söyleseydim, sen zâten bilirdin. (Ta’lemü mâ fî nefsî) Sen benim içimdekini bilirsin, (ve lâ a’lemü mâ fî nefsike) halbuki ben senin zâtında olanı bilmem. (İnneke ente allâmü’l-guyûb) Gizlilikleri eksiksiz bilen yalnızca sensin!”
مَا قُلْتُ لَهُمْ إِ مَا أَمَرْتَنِي بِهِ أَنِ اعْبُدُوا اللهََّ رَبِّي وَرَبَّكُمْ
(المائدة:٧١١)
(Mâ kultü lehüm illâ mâ emertenî bihî) “Yâ Rabbi, ben senin kullarına, sen bana ne emrettiysen onu söyledim: (Eni’budu’llàhe rabbî ve rabbeküm) ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin!’ dedim.” (Mâide, 5/117) dediğini Kur’an-ı Kerim beyan ediyor ve Hazret-i İsâ’nın hayatında da böyle bir şey demediğini biliyoruz.
Bizim, hristiyanlara karşı yapacağımız teklif, ayet-i kerimede bildiriyor:
قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا إِلّٰى كَلِمَةٍ سَوَاءٍ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ أَلاَّ
نَعْبُدَ إِلاَّ اللهََّ وَلاَ نُشْرِكَ بِهِ شـَيْـئً ا وَلاَ يـَتـَّخِذَ بَـعْـضُنَا بَـعْ ـضًا
أَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللهَِّ (آل عمران: ٤٦)
(Kul yâ ehle’l-kitâbi teàlev ilâ kelimetin sevâin beynenâ ve beyneküm ellâ na’büde illa’llàh ve lâ nüşrike bihî şey’en ve lâ yettahize ba’dunâ ba’dan erbâben min dûni’llâh) [Rasûlüm de ki: Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah’tan başkasına tapmayalım. Ona hiç bir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın.] (Âl-i İmran, 3/64)
Biz onlara diyeceğiz ki:
“—Ey ehli kitap, ey kendilerine Allah tarafından kitap indirilmiş, Allah’ın varlığını bilen, peygamber görmüş, tanımış
kavimler! Aramızda müşterek olan itikada gelin! Allah’tan gayriye ibadet etmeyelim, birbirimizi put edinmeyelim!”
Birbirimizi dediği, yâni insanoğlu insanı put edinmesin mânâsına... Onlar Hazret-i İsa’yı put edindikleri için, Hazret-i Meryem’e tapındıkları için, tanrı doğuran diye isim veriyorlar Hazret-i Meryem Validemiz’e; hâşâ sümme hâşâ... Halbuki, Kur’an-ı Kerim bunu çok açık bir şekilde hata olduğunu bildiriyor ve Hazret-i İsâ’nın böyle demediğini bildiriyor. Ama sapıtmışlar.
Demek ki, ölçü olmazsa sapma olabilir. Olmaması için, ölçüye bağlı kalmak lâzım! Ecdadımızdan ve alimlerimizden ve müctehidlerimizden Allah razı olsun ki, şeriatı kıl kadar değiştirmemek için, yâni bir santim sapma olmaması için olanca titizlikleriyle çalışmışlar, Peygamber Efendimiz’in her şeyini aynen muhafaza etmişler. Hadis-i şeriflerindeki kelimeleri muhafaza etmişler. Kelimesini iyi muhafaza edemediyse, “Ya böyle söyledi, ya bunun gibi...” diye titizliğini gösteren ikinci ibâreyi de koymuşlar. Belki tereddüt ettikleri için o hadisi nakletmemeyi bile düşünürlerdi ama, ilmi saklayarak gitmek veballidir diye söylemek zorunda kaldıklarından, hadis-i şerifleri nakletmişler.
Onun için dinin aslını, özünü aynen korumak en önemli işlerimizden biri oluyor. Çünkü, herkes iyi niyetle de olsa bir şey ilave ederse, iş çığırından çıkar.
Biliyorsunuz, bir hafta kadar sonra Ramazan gelecek. Ramazan hakkında Kur’an-ı Kerim’de bildiriliyor ki:
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمْ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِنْ
قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ (البقرة:٣٨١)
(Yâ eyyühe’llezîne âmenû kütibe aleykümü’s-sıyâmü kemâ kütibe ale’llezîne min kabliküm lealleküm tettekùn) “Ey iman
edenler! Sizden önceki ümmetlere farz kılındığı gibi, oruç size de farz kılındı. Ola ki, böylece oruç tutmak suretiyle takvâya sahip olabilirsiniz.” (Bakara, 2/183) denilerek, orucun bizden önceki ümmetlere de, çeşitli milletlere de farz kılındığını, emredildiğini Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teâlâ Hazretleri bildiriyor.
Allah şehadet ediyor ki, eski ümmetlere de orucu farz kılmış. Hani nerede? Bozdular. İlk önce Ramazan’dan başka bir zamana kaydırdıkları için, Rabbimiz bu kaydırmamıza kızar diye on gün ilave etmişler. Hem kaydırmışlar, hem de on gün ilave etmişler. Tefsir kitaplarında yazıldığına göre; ondan sonra da bütün olarak bizim tuttuğumuz gibi oruç tutmak zor geldiğinden, perhize çevirmişler. Rabbimiz kızmasın diye on gün daha eklemişler. Elli gün hamursuz, bilmem et yememek, yumurta yememek veya bilmem ne yememek...
Şimdi bu geçtiğimiz günlerde de bir bayramları vardı bunların, aynı şey galiba... Ben hristiyanlık dininin detayını pek iyi bilmiyorum, dinler tarihi üzerinde pek araştırma yapmadım amma; değiştirmişler, taviz vermişler, eklemişler, çıkartmışlar. O Peygamber SAS Efendimiz’in sünnetine sarılmanın önemi buradan anlaşılıyor ki, değiştirdin mi, ekledin mi, çıkarttın mı, bir şeyler oluyor.
Gümüşhâneli Hocamız da, —Allah bizleri büyüklerimizin şefaatlerine nail eylesin, yolundan ayırmasın— bize tarikat terbiyesi olmak üzere bu Râmûzü’l-Ehàdîs seçme hadis mecmuasını hazırlamış, seçmiş. Kendisi hadis alimi olmak dolayısıyla, çeşitli esrarlı şeyleri de bilmemiz için bazı zayıf hadisleri de koymuş.
Bazıları hücum ediyorlar:
“—Râmûzü’l-Ehàdîs’te zayıf hadisler var!” diyorlar.
Hocamız hadis alimi, biliyor ama, bizim mânevî bir takım esrara da âşinâ olmamız için işaretler var; bir takım rumuzlu, esrarlı şeyler var; bilelim diye onları da koymuş ve arkasından da yazmış olduğu şerhte, izahını zaten kendisi vermiş.
“—Baştan sona bu hadis koleksiyonunu muntazam bir şekilde
okursanız, okursa benim dervişlerim; şöyle şeriate bağlı bir derviş olur, bayağı bir hakikatli alim olur.” diye bildirmiş.
Allah-u Teâlâ Hazretleri bizi Peygamber Efendimiz’in yolunda daim eylesin...
Bir müjdeyi çok heves ederek dâima, yâni ona ereyim diye iki müjdeyi peşinde böyle yana yakıla Rabbimden istiyorum. Allah sizlere de, bizlere de nasib eylesin...
Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor:82
مَنْ تَمَسَّكَ بِسُنتِي، عِنْدَ فَسَادِ أُمَّتِي، فَلَهُ أَجْرُ مِائَةِ شَهِيدٍ
(الديلمي، وابن حجر، عد. عن ابن عباس )
(Men temesseke bi-sünnetî inde fesâdi ümmetî, felehû ecru mieti şehîd) “Ümmetimin fesadı zamanında benim sünnetime sarılan, onu ihyâ eden kişilere yüz şehid sevabı var!” diye bildiriyor. Allah-u Teâlâ Hazretleri kàdirdir. Sünnete sarılmak gerçekten de zor... Peygamber Efendimiz’in sünnetine sarılmak değil, farzları yapmak bile Türkiye’de bir ara ne kadar zorluklarla mümkün oluyordu.
Bediüzzaman Üstad’ın (Rh.A) yaşadığı zamanda, hapisten hapise ne kadar sıkıntı çektiğini biliyoruz. Yâni sırf, dininden diyanetinden dolayı... Şimdi de bacılarımızın bir başörtüsünden dolayı ne kadar sıkıntılara uğradığını; bir sakaldan dolayı nasıl kardeşlerimizin işlerden atıldığını, İslâmî emirlerin nasıl çiğnendiğini, haramların nasıl yapıldığını, insanın bazı gerçekleri söylemekte ne kadar müşkil vaziyette kaldığını maalesef görüyoruz.
82 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.IV, s.198, no:6608; İbn-i Hacer, Lisânü’l- Mîzan, c.II, s.246, no:1033; İbn-i Adiy, Kâmil fî’d-Duafâ, c.II, s.327; Beyhakî, Zühdü’l-Kebîr, c.I, s.221, no:217: Ebû Abdullah ed-Dekkak, Meclis fî Ru’yetu’llah, c.I, s.218, no:503; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.
Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VIII, s.200; İbn-i Fâris RA’dan. Münzirî, Tergîb ve Terhib, c.I, s.41, no:65.
Şimdi, Gül Çocuk mecmuasının bu son sayısı gelmişti, sabahleyin eve getirdiler. Mecmuada çocuklar için değil, büyükler için de şeyler var... Orada yazmış birisi Gül Çocuk mecmuasına, Somali’den:
“—Ben Somali’liyim. Somali Arabistan’ın güneyinde, Ekvator’a yakın, Afrika’nın şöyle uzantısı olan, yarım ada şeklinde olan yerde... Bizim ülkemizde ahalinin yüzde doksanı müslümandır amma, başımızdaki herif-i nâ-şerif...” diyor, ismini veriyor.
Ben şu anda hatırlayamayacağım, hatırlasam da belki camide nâ-mübarek adını söylememek uygun olabilir. “Öyle bir insandır ki, geçtiğimiz yılda alimlerimizi yaktı.” diyor.
Tâ Kur’an-ı Kerim’deki Ashab-ı Uhdud gibi yâni... Yâni böyle, ateş yaktırıp da hendeklere, ondan sonra o müminleri attıkları gibi eski Yemen zalimlerinin; o herif-i nâ-şerif de alimlerini yakmış. Yirminci Yüzyıl’da Somali’de yakarak öldürmüş.
Ben bir şeye daha hayret ediyorum muhterem kardeşlerim! Bu haber üzerine zihnime saplandığı için, bunu söylemeden edemedim size: Yüzde doksanı müslüman olan bir ahali, yüzde
onun zulmünde nasıl kalır? Yâni normal olarak bunu anlamak mümkün değil! Yüzde doksan müslüman olan bir ahali, yüzde onun baskısında... Yüzde onun hepsi de zalim değildir zaten; bir kısmı da o zulme rıza göstermez. Bu nasıl oluyor, anlamıyorum.
İşe öbür taraftan dönüp bakarsak, yâni bu herif-i nâ-şerifler
yüzde onluk bir azınlıkla, yüzde doksana tahakküm ediyorlar da, bizler niye yüzde onluk azınlıklarla, bazı ülkelerde Allah’ın emirlerini icra edemiyoruz? Başkaları bu işi beceriyor, yüzde on nisbetle zulüm yapabiliyorlar da, biz niye yüzde on nisbetle hayır yapamıyoruz? Bir acı tarafı bu... Bir de öbür taraftan acı olan tarafı: Yüzde doksanlık ekseriyetle, yâni adet çokluğu bizde olduğuna göre, biz nasıl oluyor da mağdur oluyoruz?
Muhterem kardeşlerim, bugün el-hamdü lillâh, dünya üzerinde her dört kişiden bir kişi müslüman... Nüfus kâğıdı müslümanı... Müslümanlar çok kusurlu, kabul edelim; yâni kusur kendimizde, Allah kusurlarımızı düzeltmeyi nasib eylesin... Çok kusurlu insanlarız, gerçek müslümanlıktan kim bilir ne kadar uzağızdır. Allah bize hakîki İslâm’ı nasib eylesin. Her dört kişiden bir tanesi müslüman, dünya üzerinde bizim kadar kuvvetli ekip yok...
Hristiyanların sayısı istatistiklerde fazla görülüyor ama, onlar çok bölünmüştür. Onların bölünmeleri bizimki gibi değildir. Onların mezhepleri ayrı dinler haline gelmiştir, birbirleriyle hiç uyum sağlamazlar. Bir de onlar hiç hristiyanlıkla ilgili olmayan kimseleri bile kilise defterine kayıtlı diye hristiyan sayarlar. Ayrıca rakamlarla da oynarlar, daima oynuyorlar.
Beni Güney Afrika’dan konferansa çağırmışlardı, bende dilim zayıf olduğundan gidemedim. Yâni İngilizcemiz zayıf, Arapçamız konuşmaya yeterli değil... “Hangi dili konuşabilirsin?” diyorlar; “Türkçe...” diyoruz, başka bir şey diyemiyoruz maalesef... Gidemedim ama, ısrar ettiler. Onun üzerine ben Güney Afrika Cumhuriyeti’ni Meydan Larous’dan ve daha başka ansiklopedilerden biraz inceleyeyim dedim. Her şeyden bahsediyor, bir müslüman var diye bahsetmiyor.
Beni çağıracak kadar, hadis kitapları neşredecek kadar —böyle
on ciltlik filan büyük hadis koleksiyonları filan neşrettiler— kuvvetli bir cemaat var; fakat müslüman var diye yazmıyor.
“The Religions of Amerika” diye meşhur bir kitap elimdeydi. Hattâ dinler tarihi profesörü bizim Günay Tümer var, fakülteden Bursa’ya geçti profesör olarak, o gördü: “Aman Es’ad Ağabey, bu kitap bana çok lâzım, benim mesleğimle ilgili, bunu bana verebilir misin?” filân dedi. Amerika’nın Dinleri...
Adını, sanını duymadığınız Hint dinlerinden, Çin dinlerinden, Eskimo dinlerinden, ıvırdan, zıvırdan hepsinden bahsediyor, İslâm’la ilgili bir tek satır yok... Tek satır koymamış. Amerika’da müslüman yok mu? Mümkün değil yâni olmaması mümkün değil!
Ne kadar müslüman var, hicret etmiş. Fakat, adamlar yok farz ederek, yokmuş gibi göstererek, bahis konusu etmeyerek bizi saf dışı bırakmak istiyorlar.
Türkiye’den de öyle, hiç haber vermemek suretiyle, halbuki ahalinin ekseriyeti Türk’tür, müslümandır ama, onlar bahis konusu etmezler. İşte, Allah-u Teâlâ Hazretleri bizi zulmetmekten, zulme uğramaktan korusun... Dini mübin-i İslâm’a en güzel tarzda hizmet etmeyi bizlere nasip eylesin...
Benim heves ettiğim şeylerden birisi, ümmetin fesada uğradığı zamanda, Peygamber Efendimiz’in, sünneti seniyyesine sarılanlara verilecek sevap; yâni o sevaba nail olalım diye istiyorum ki, bizler hepimiz Peygamber Efendimiz’in sünnet-i seniyyesine sarılalım her şeyimizle...
Ben acizâne şimdi hadis-i şerifte okudum, siyah sarık sarmak sünnetmiş. Bir taraftan da başka şeyler olur, çekiniyor insan tabii... Halk bilmediği için reaksiyon gösterir filân... Ama getirin bakalım bir siyah sarık diye, siyah sarık da edindik, bakalım Türkiye’ye gidince de sarınca ne olacak? Zaten beyazını sarmaya tahammülü yok milletin, siyahı sarınca bakalım ne olacak? Fakat heves ediyorum ki, sünnet-i seniyyeye tam sarılalım!
İkinci heves ettiğim bir nokta daha var, muhterem
kardeşlerim: Müjdelemiş ki Peygamber SAS Efendimiz:83
لاَ تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ أُمَّتِي، ظَاهِرِينَ عَلَى الحَقِّ، حَتَّى تَقُومَ السَّاعَةُ
(ك. عن عمر)
RE. 471/12 (Lâ tezâlü tàifetün min ümmetî, zàhirîne ale’l- hakkı, hattâ tekùme’s-sâah.) “Kıyamet kopuncaya kadar hakkı tutan, hakkı destekleyen, hak yolda yürüyen, Allah’ın sevdiği çizgide yaşayan bir zümre mevcut olacak!”
Yâni zaman ne kadar bozulsa, insanlar ne kadar kötüleşse, sokak ortalarında kötülükleri yapsalar, din iman unutulsa bile, genelde Allah diyen insan kalmasa bile, bir taife daima mevcut olacak, Cenabı Hakk’ın yolunda yürüyecek. Temennimiz isteğimiz, hepimizin Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin bu sevdiği zümreden olmamız... Yâni, daimâ böyle bir zümre olacakmış. Allah bizi hak zümreden eylesin, yolundan zerre kadar ayırmasın, sevdiği kullardan ayrı düşürmesin...
b. Cennete Hesapsız Girecekler
Bu ikinci hadis-i şerif de, sizin kısmetinizde müjdeli bir hadis-i şerif ve yüksek zümreden bahseden bir hadis-i şerif... İbn-i Mâce’de, İbn-i Hibban’da, Taberânî’de, Ahmed ibn-i Hanbel’de, Tirmizî’de olan ve Tirmizî’nin hasen hadis dediği bir hadis-i şerif bu... Diyor ki Peygamber SAS Efendimiz:84
83 Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.496; Taberî, Tehzîbü’l-Âsâr, c.III, s.165, no:921; Dârimî, Sünen, c.II, s.280, no:2433; Hz. Ömer RA’dan.
Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVI, s.119, no:16372.
84Tirmizî, Sünen, s.473, no:2361; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.I, s.445, no:212; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.VII, s.445; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.II, s.7, no:820; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.XI, s.471, no:32372; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.X, s.350; zehebî, Mîzânü’l-İ’tidal, c.I, s.338, no: Ebû Ümâme RA’dan.
Abdullah ibn-i Mübârek, Zühd, c.II, s.428, no:928; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XI, s.421, no:31977.
وَعَدَنِي رَبِّي أَنْ يُدْخِلَ الْجَنَّةَ مِنْ أُمَّتِي سَبْعِينَ أَلْفًا، لاَ حِسَابَ عَلَيْهِمْ
وَلاَ عَذَابَ؛ مَعَ كُلِّ أَلْفٍ سَبْعُونَ أَلْفًا، وَثَلاَثُ حَثَيَاتٍ مِنْ حَثَيَاتِ رَبيِّ (ت. حم. ابي أمامة)
RE. 460/1 (Veadenî rabbi en yedhule’l-cennete min ümmetî seb’îne elfen, lâ hisâbe aleyhim ve lâ azâb; mea külli elfin seb’ùne elfen, ve selâsü haseyâtin min haseyâti rabbî) Diyor ki Peygamber SAS Efendimiz:
“—Rabbim bana vaad eyledi ki, vaad etti ki bana Rabbim, benim ümmetime mensub yetmiş bin kişi hiç hesaba çekilmeden ve hiç azab görmeden cennete girecek.”
Başka bir hadis-i şerifte, böyle bildirilince Rabbimiz tarafından kendisine; Peygamber Efendimiz’in bunu az bularak, ”Yâ Rabbi arttır!” diye temenni ettiği, dua ettiği; onun üzerine yetmiş binden her fert için yetmiş bin daha lütfettiği yazılmıştı. Bu hadis-i şerifte şöyle deniliyor:
(Mea küllü elfin seb’ùne elfen) “Her bir bin için yetmiş bin daha...” Orada her biri için yetmiş bin daha, burada her bir bin için yetmiş bin daha diye... Yetmiş çarpı yetmiş bin olmuş oluyor.
Ayrıca devamında deniyor ki: (Ve selâsü haseyâtin min haseyâti rabbi) “Rabbimin avuçlamasıyla üç avuç daha...”
İnsanlar hani böyle çarşıdan, pazardan bir şey alacakları zaman şöyle avuçlarlar, avuç avuç verirler. Meselâ, çarşıda pazarda buğday alır adam, ondan sonra buğdaycı yâni kantarda her hangi bir şey olmasın, hakkı kalmasın diye üç avuç daha böylece koyar. Böyle fazladan, cabası olarak verdiği gibi, Rabbimizin de her bine yetmiş bin daha bağışladıktan sonra, kendi kabza-i kudretiyle üç avuçlama daha cennete yine böyle bi- gayri hisab girecek demek ki...
Tabii bu mübareklerin adedini, ancak Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin kendisinin bildiğine alamettir. Çünkü onun altında
çok daha rakam var demektir yâni. O böyle avuçlamanın altında çok büyük rakamlar var demektir.
Muhterem Kardeşlerim! Ben bu hesapsız cennete girenler arasında olmaya da çok hevesleniyorum. Şu bakımdan hevesleniyorum: “Eğer bizim defterlerimiz açılırsa, bizim halimiz ne olur? Yâni mahşer halkına karşı hesaba çekileceğimiz zaman defterler açılırsa; sevaplar, günahlar, yaptığımız işler hepsi ortaya dökülürse, halimiz nice olur?” diye, biliyorum buna liyakatimiz olmadığını ama, “Yâ Rabbi, sen bizi bu zümreden hesapsız cennet sok ki, bizim defterler açılmasın!” diye temenni ediyorum.
Rabbimiz Teâlâ hepimizi bi-gayri hisab cennetine girenlerden eylesin...
c. Allah’ın Misafirleri
Üçüncü hadis-i şerifte de İbn-i Ömer RA’dan Peygamber Efendimiz’in şöyle buyurduğu nakledilmiş:85
وَفْدُ اللهَِّ ثَلاَثَةٌ: اَلْحَاجُّ، وَالْمُعْتَمِرُ، وَالْغَازِي . دَعَاهُمُ اللهَ فَأَجَابُوهُ،
وَسَأَلوُهُ فَأَعْطَاهُمْ ( ابن زنجويه عن ابن عمر)
460/3. (Vefdu’llàhi selâseh: El-hâccü, ve’l-mu’temiru, ve’l-gàzi. Deàhümu’llàhe feecâbûhü, ve seelûhü fea’tàhüm.)
“Allahın elçileri, heyetleri, misafirleri üçtür.”
85 Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.III, s.476, no:4107; Fâkihî, Ahbâr-ı Mekke, c.II, s.467, no:865; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan. Neseî, Sünen, c.VIII, s.441, no:2578; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.IX, s.5, no:3692; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.608, no:1611; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.V, s.262, no:10167; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.II, s.321, no:3604; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.III, s.475, no:4102; İbn-i Huzeyme, Sahîh, c.IV, s.130, no:2511; Ebû Hüreyre RA’dan.
Abdürrezzak, Musannef, c.V, s.5, no:8803; Ka’b Rh.A’ten.
Kenzü’l-Ummâl, c.V, s.15, no:11844; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXII, s.448, no:25286, 25287.
Vefd, grup halinde böyle gelen heyet, misafir heyeti filân demek... Yâni temsil ile anlatmak gerekirse, biz şimdi Coburg Camii’nden imam ve cemaat böyle vefd olarak size gelmiş olduk yâni... Böyle bir grup misafire vefd derler. Allah’ın vefdi, misafiri, yâni heyeti, ona ziyarete gelmiş heyet demek... Üç tanedir, buyurmuş Peygamber Efendimiz:
1. (El-hâccü) Hacı, hacca giden kimse...
2. (Ve’l-mu’temiru) Mu’temir, umre yapan kimse...
3. (Ve’l-gàzî) Gàzi, gaza yapan kimse...
Bunların üçü, Allah’a ziyarete gitmiş olan kimseler; yâni bir insan bir insani ziyaret ettiği gibi dünyada, Allah’ın ziyaretçileri, misafirleri demek yâni bunlar. “Onlar Allah’a dua ederler, Allah dualarını kabul eder. Onlar Allah’tan isterler, Allah onların isteklerini onlara verir.” buyuruyor Peygamber SAS Efendimiz...
Benim en çok hoşuma giden ve beni onore eden, koltuklarımı kabartan şeylerden birisi de, orada [Hicaz’da] levhalara filan yazıyorlar yol kenarlarında, insan görüyor:
مَرْحَبًا بِضُيوُفِ الرَّحْمّٰنِ!
(Merhaben bi-duyûfi’r-rahmân!) “Rahman’ın misafirleri hoş geldiniz, sefalar getirdiniz!” filân mânâsına... İnsan bayağı bir hoşlanıyor, Allah’ın misafiri denilmesi hoşuna gidiyor. Allah-u Teâlâ Hazretleri cümlenize, o mübarek yerleri ziyaret etmek nasib etsin...
Malum Zilhicce’nin sekizinde Mina’ya, dokuzunda Arafat’a çıkılıyor. Arafat’ta vakfe yapılıyor, ondan sonra bayram günü geliniyor şeytan taşlanıyor, kurban kesiliyor. Sonra farz tavaf yapılıyor. O zamanda bu işlemleri yapmaya hac deniliyor. Yâni Zilhicce olacak ille ve Arafat’ta vakfe olacak ve ziyaret tavafı dediğimiz tavaf olacak. Ondan sonra vacipleri, sünnetleriyle hac ibadeti o zamanda yapıldığı zaman…
Kâbe-i Müşerrefe ziyaretlerinin de tabii tavafı var, sa’yi var. O
zaman da da ona umre adı veriliyor. Her ikisi de çok sevaplı... “Bir hac bir evvelki hac ile, bir umre bir önceki hac ve umre ile aradaki günahların affına vesiledir.” diye bildiriliyor.
Bu arada bir şeyi anlatmak isterim, insanlar yâni dinden imandan kayıp, ne kadar uzak noktalara varabiliyorlar maalesef; kendilerini bir doğru yolda sandıkları halde... Bizim Türkiye’de biliyorsunuz, Hacıbektaş kasabası var... Hacıbektaş kasabası Alevî denilen vatandaşlarımızın hürmet ettikleri bir yer... Ben oraya yazma eserleri incelemeye gitmiştim, kütüphanesinde çalıştım. Kütüphanesi dergâhın içinde... Hacı Bektaş-ı Velî dergâhının içinde çeşitli binalar var, çok nefis, Mevlânâ’nın Konya’daki binası gibi çok güzel bir Selçuklu Külliyesi... Yâni orası güzel bir yer...
Ben orada kütüphanede çalıştım. Sular var, çeşmeler var, avlular var, gayet güzel restore edilmiş eski mimari, hoş bir şey... Camide altı kişi namaz kılıyorduk. Halbuki koskoca kasabaydı. Camiye Nakşibendî Camii diyorlar; İkinci Mahmud Yeniçeri Ocağı’nı kapatınca yaptırmış. Ondan sonra oraya bir Nakşibendî şeyhi tayin etmiş ki, şeriatın çizgisine uygun yaşasınlar, içki içmesinler filân diye...
Ona Nakşibendi Camii diyorlardı, altı kişi vardı. Bir tanesi bendeniz misafirim, kütüphanede çalışıyorum. Bir tanesi imam, vazifeli, bir tanesi müezzin... Bir tanesi ofis müdürü Elaziz’li Mehmet Bey; Allah selamet versin... Bir tanesi oranın hakimi Mehmet Sabri Dörtkol, sonradan milletvekili oldu; Allah selâmet versin çok mübarek bir kimse... Bir tanesi de Antep’li Adnan Alaybeyi; babayiğit, Yavuz Sultan Selim gibi dolgun yanaklı, kıvrık bıyıklı, kırmızı yüzlü bir Antep efesi... Biz altı kişi namaz kılıyorduk, ahaliden kimse namaza gelmiyordu.
Beni imam efendi aldı götürdü, dedi ki: “Şu tepeden şöyle bir kaya devrilmiş, bir yarık meydana gelmiş, bir mağara gibi olmuş orası böyle...” dedi. “Burasının adı ne, biliyor musunuz?” “Bilmiyorum. Sen beni getirdin, işte sen bilirsin.” dedim.
“Burasının adı Hira Mağarası...” dedi. Hacı Bektaşı Velî oraya girmiş, çile çıkartmış orada; yâni kırk gün ibadet etmiş.
Sonra meydan çayırlık, çayırlıkta öbek öbek iri taşlar var, böyle yumruk gibi filân... Öbek yapılmış böyle. “Ne o, buraları toplanıyor mu böyle, ne oluyor? Tanzim mi ediliyor yâni, çöpleri mi ayıklanıyor?” dedim. “Yok, bu taşlar şeytan taşlamak için...” dedi. Şeytan taşlamak için taşlar biliyorsunuz nohutla, fındık
büyüklüğünde olur Mina’da... Ama bunlarınki yumruk gibi böyle...
Sonra böyle etrafı çevrili, şu cami kadar filan böyle bir yer, bir metre bir duvarla çevrili bir pınar gördük; üç dört kavak ağacı var, bir akar suyu var... “Bunun adı ne?” dedim. “Bunun adı da Zemzem pınarı...” dediler ve hacı oluyormuş oraya giden. Biliyorsunuz hac, Allah’ın farzlarından bir farz... Yâni, İslâm’ın rükünlerinden bir rükündür, oyuna gelmez.
Bizim fakülteden profesör arkadaşlarımızdan Süleyman Hayri Bolay vardı. Belki adını duydunuz, felsefe dalında çok zeki, akıllı bir kardeşimiz... Nükteşinas ve çok kitap okuyan bir kimse... Eserleri de var felsefe dalında, mü’min bir kardeşimiz yâni... Konferans vermiş orada... Hacı Bektaş’ı anma gününde, büyük kalabalıklar şenlikler filân. Bunu da çağırmışlar. Beni de çağırıyorlar, ben gitmiyorum. Oraya sakalımla gideceğim de ne olacak filân diye. Süleyman Hayri Bey gitmiş, konferansı bitirmiş, güzel konuşmalar yapmış. Sonunda bir tanesi kalkmış demiş ki:
“—Sayın profesör! Buraya gelenin, Hacı Bektâş-ı Velî’nin türbesini ziyaret edenin hacı olacağını söylüyorlar; ne dersiniz?” demiş.
Yâni bunu biliyoruz, böyle dediklerini... Çünkü, ben kendim o Zemzem pınarı, şeytan taşlama, Hira mağarası vs. hepsini bana gösterdiler, gördüm de; onlar da kendileri soruyorlar şimdi soruyu... Tabii kalabalığın hepsi Alevî, şenliğe gelmişler. Arkadaş da zeki, felsefeci, mantık bakımından kuvvetli... Çok beğendim ben davranışını ve cevabını...
Demiş ki:
“—Arkadaşlar, mümkün değil hacı olması! O kadar mümkün
değil ki, bir insan Mekke-i Mükerreme’ye Zilhicce ayından başka bir zamanda gitse bile hacı olmaz demiş. Değil böyle Hacı Bektâş-ı Velî gibi Peygamber Efendimiz’in sülâlesinden olduğu söylenen bir mübarek zatın türbesini ziyaret, Peygamber Efendimiz’in türbesini ziyaret etse bile hacı olmaz. Nerede kaldı ki Hacı Bektaş’ın türbesini ziyaret edince hacı olacak; olmaz böyle şey!” demiş.
Ancak işte, bu Allah’ın farzlarından bir farzdır. Tavafı lâzım, Arafat’ta vakfesi lâzım, ve sâiresi lâzım.. Bunlar yanlıştır diye dobra dobra söylemiş ama, misâli halkın anlayacağı, cahillerin anlayacağı kadar kuvvetli seçmiş yâni... Değil Hacı Bektaş’ın türbesi, Peygamber Efendimiz’in türbesini ziyaret etse, hacı olunmaz! Değil Peygamber Efendimiz’in türbesi, Kâbe-i Müşerrefe
hac zamanının dışında ziyaret edilse, yine hacı olunmaz! Çok güzel misâl vermiş, susturmuş.
Onun üzerine o adamlar demişler ki:
“—Efendim bizi istismar ediyorlar, kandırıyorlar, bizi tenvir edin, aydınlatın, bu şeyler olmasın!” demişler.
Doğrudur, hakikaten istismarlar oluyor, aldatmacalar oluyor, kandırmalar oluyor ve din çıkıyor elden... Bizler din namına çalışmayı uzun zamandır bırakmışız, yâni din namına bizim o kasabalar gitmemiz lâzım, o köylere gitmemiz lâzım, konuşmamız lâzım, görüşmemiz lâzım ki, İslâm yayılsın ve doğru olarak öğrenilsin.
d. İrşad Çalışması
Bizim bir yüksek matematik profesörü vardı Teknik Üniversite’den, Mahmud Bey... Yâni eserleri Londra’da filân okunan bir kimse... Mübarek, Cidde’de bir müddet kaldı, sakal bıraktı. Bembeyaz sakallı, dişleri de döküldü, tam böyle ton ton bir ihtiyar oldu. Dişleri de böyle dökülünce, çenesi biraz ortaya dışarı çıktı, bembeyaz bir sakal, çok sevimli bir insan; ama kimse bilmez onun yüksek matematik profesörü olduğunu... Teknik
Üniversite’de profesördü.
Şimdi o mübarek, mücahid, kendisi de prensip sahibi bir insan, tabii münevver bir insan... Hiç kimsenin gitmediği, yüzüne bakmadığı dağ köylerine, bilmem obalara, göçebelerin çadırlarına filân gidiyorlar, İslâm’ı anlatıyorlar. “Ben Teknik Üniversite’den emekli profesör filanca... Allah’ın emri şudur, Kur’an budur, hadis-i şerif budur...” diye böyle anlatıyor.
Diyor ki: “Bir keresinde bir çingene obasına bizi misafir ettiler.” diyor. Bir yere gitmek istemişler, olmamış; orada konuşturmamışlar daha doğrusu... Diyanet’in imamı camide bunları konuşturmamış. Bunlar da üzgün üzgün çıkınca dışarıya, oradan böyle üzüntüyle... Bakmışlar, çingeneler arabalarını çevirmişler, ateşleri yakmışlar, çadırları kurmuşlar bir çayırlıkta... İşte onlarla merhabalaşmışlar, nasılsa söz sözü açmış; “Ağabey bize konuşun!” demiş adam...
Gitmişler çingenelere konuşmuşlar, ağlamış adamlar... Ağlamışlar, göz yaşı dökmüşler. Demişler ki: “Biz meğerse yanlış yoldaymışız.” Söz vermişler, namaza başlamışlar. “Bir daha gelin!” demişler. Ondan sonra bizim o Mahmud Bey bir daha gitmiş, bir daha gitmiş...
Yâni, Allah’ın kullarının kalpleri Allah’ın elindedir. Kimin mü’min olacağı belli olmaz. Biz tebliğ ederiz, Allah’ın dinini anlatırız. Allah’ın en kötü kulu, kâfirken mü’min oldu mu; bizden iyi olur, bizden üstün olur, günahsız olur. Çünkü İslâm, İslâm’dan önceki bütün günahları sildiriyor.
Sonra bir insan müslüman oldu mu, sen dünyalar senin olacak kadar sevap kazanıyorsun. Çünkü, senin vasıtanla müslüman olmuş. Onun ömrü boyu yaptığı bütün hayırlı işlerin, hepsinin sevabı sana geliyor. Onun için, hepimizin irşad çalışması yapması lâzım!
Ben bu Avustralya’ya geldiğim zaman muhterem kardeşlerim, belki sizde de aynı duygu hasıl olmuştur, zihnime saplandı: Biz umumiyetle dış dünyayı ihmal etmişiz, ama bu Asya’yı ve Güneydoğu Asya’yı çok ihmal etmişiz, Yâni fevkalâde büyük bir
ihmalimiz var bizim... Halbuki yüz milyonluk ülkeler var burada... Yâni müslüman nüfüsü yüz milyonun üstünde olan çeşit çeşit ülkeler var... Dünya müslüman nüfusunun büyük bir kısmı Güneydoğu Asya’da yerleşmiş. Biz onları hiç yok farz etmişiz, hiç ilgilenmemişiz, hiç ilgi kurmamışız hiç dost edinmemişiz; olmaz böyle!
Şimdi geçen akşam bizim Mehmet Ali Bey’in kütüphanesini karıştırdım. Orada bir Eşraf Ali Tahanevî Hazretleri’nin bir kitabını çektim, çıkarttım. Pakistanlı büyük alimlerden, biliyorum bazı eserlerini... Yâni, eserleri yirmi otuz baskı yapan insan... Belki bir milyona yakın müridi olan, şeriata bağlı bir insan... Mübarekler ne mühim eserler neşretmişler. Meselâ o, Fetevâ-yı Hindiyye’yi şimdi bizim Mustafa Efe Hoca tercüme ediyor. Hint Fetvaları...
Hindistan kıtası bizim ihmal edeceğimiz bir kıta değildir. Bin
sekiz yüz elli’lerdeki seyahatinde oraları gezmiş olan Süleyman Sırrı diyor ki... Dünya üzerine Rusya’yı filân gezmiş, Japonya’ya kadar gitmiş, bütün İslâm alemini, Afrika’yı dolaşmış:
“—Benim dünya üzerinde gördüğüm en uyanık, en takvâ ehli müslümanlar, Hint kıtasında...”
O zaman Pakistan, Hindistan tabii ayrılmış değildi. “En uyanık insanlar onlar!” diyordu. Hakikaten uyanık, hakikaten bilgin, hakikaten güzel eserler yazmışlar, güzel fıkıh eserleri ortaya koymuşlar, tefsirler, hadis kitapları ortaya koymuşlar. Hiç ilgilenmemişiz, çok büyük kabahat, çok büyük kusur, çok büyük eksiklikler...
Rabbimiz geçim derdi, kazanç meselesi, gailesi filân derken, bizi böyle yabancı diyarlara kendi ülkelerimizden çıkarttırdı, çeşitli fikirler ve düşüncelerle, inşallah İslâm’ın cihan- şümullüğünü daha iyi anlarız. Dünyanın muhtelif yerlerinde nice nice böyle kıymetli kardeşler ve kıymetli alimler ve kıymetli gruplar ve kıymetli mücahid insanlar olduğunu görürüz ve müslümanlığın bizden emretmiş olup istemiş olduğu İslâm kardeşliğini, birlik ve beraberliği inşallah bizler sağlarız. Bizim
çocuklarımız görür inşaallah bu neticeyi...
Geçende Perth denilen şehre nasib oldu gittim, orada bir Açe Sumatra’dan olan bir imamla tanıştık. Yâni, Endonezya’nın bir adası oluyor galiba... Bizim [Avustralya’nın] kuzeyimizde... Arapça biliyor, İngilizcesi güzel, hafız-ı Kelâm... Dedik: “—Bir Kur’an-ı Kerim oku!”
Bir Kur’an-ı Kerim okudu, ben eridim. Yâni mum gibi eridim olduğum yerde, sesine, edâsına hayran kaldım. Hatta, oradaki kardeşlerime dedim ki, aman bunun konuşmalarını böyle banta alın, sonra bana bir bant gönderin, bir hatıra olsun. Bu mübarek kardeşimiz, gönlüm ısındı yâni, kardeş gibi sevdim. Kan kardeşmişiz, akrabaymışız gibi hoşuma gitti.
Dünyanın çok yerinde çok kardeşlerimiz var, bunu bilelim! Yâni biz dünyanın en kalabalık grubuyuz ama, bizi bir oyuna getirmişler küçük azınlıklar haline getirmişler, bizi birbirimize gidip gelmekten alıkoymuşlar. Hudutlar, perdeler, maniler ve sâireler... Biz de dedelerimiz kadar böyle âlemşumül düşünceden haberdar olarak yetişememişiz, sıkıntılı bir devrin çocukları olduğumuz için... İnşaallah bu zincirler bundan sonra kırılacak, müslümanların birbirleriyle kardeşliği, müslümanların birbirleriyle iş birliği, müslümanların birbirleriyle müşterek çalışmaları tahakkuk edecek. Allah-u Teâlâ Hazretleri inşaallah bizim bundan sonraki ömrümüzde bize ve bizim çocuklarımıza, zürriyetlerimize de şimdikinden daha güzel günler göstersin, daha iyi hallere erdirsin...
Geçende bir hadis-i şerif okumuştuk, o da hoşuma gitmişti. Yâni, kârlı olduğu için... Hepsi hoşuna gider de insanın, bazısı insanı korkutur meselâ... Bu böyle, insanda böyle bir kazanç arzusu meydana getiriyor:
“Bir insan Allah rızası için bir arkadaş peydah ederse, yâni Allah yolunda bir dost edinirse, Allah ona cennette öyle bir derece ihsan eder ki, o dereceye namazla, oruçla, hacla, başka bir ibadetle çıkması asla mümkün olmaz.”
Yâni, o kadar yüksek dereceye çıkartır. “Yeni bir dost ihsan edince, yeni bir şey daha ihsan eder, derece ihsan eder.” diye hadis-i şerifte geçiyor ki, bu bizim birbirimizi dost edinmemiz için, arkadaş olmamız için, fevkalâde güzel bir teşviktir.
Ayrıca, İmâm-ı Gazâlî’nin de adını analım, Allah’ın rahmeti üzerine olsun ve şefaatine Rabbimiz bizi erdirsin... O “Kitabu uhuvveti ve’s-sohbeti ve’l-muàşereti mâ esnâfu’l-hak” diye çok güzel bir bölümü vardır İhyâ’sında; kardeşliğin adabını anlatan, din kardeşliğinin usûlünü, erkânını anlatan... Orada delilleriyle müjdeliyor ve bildiriyor ki:
“İki müslüman kardeşten birisinin derecesi neyse, Allah aşağı derecedekini onun derecesine çıkartacak. Çünkü cennette hasretlik yok, görüşmemek yok, konuşmamak yok. Yâni o kardeşini görmek isteyince, o aşağıda, ötekisi yukarıda; ‘Sen onu göremezsin, oraya giremezsin, orası asillerin yeri!’ gibi bir mâni olmayacak.” Onun için, kişi sevdiğiyle beraber olacak. Hattâ Peygamber
Efendimiz’in müjdesi vardır:86
الْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ (خ. م. عن ابن مسعود)
(El-mer’ü mea men ehabbe) “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” veyahut, “Kişi sevdiğiyle beraber haşrolacak!” diye.
Rabbimiz bizi çok çok dostlar edinip, cennette çok çok yüksek dereceler kazananlardan eylesin... Ve derecelerimizin en yüksek olanlarını, bizleri onun derecesine çıkartmak suretiyle, onların derecesiyle bizleri taltif eylesin... Cümlemize iki cihan saadetini nasib eylesin... Allah hepinizden razı olsun...
Sübhàneke lâ ilme lenâ, illâ mâ allemtenâ, inneke ente’l- alîmü’l-hakîm. Sübhàne rabbike rabbi’l-izzeti ammâ yasifûn. Ve selâmün ale’l-mürselîn. Ve’l-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn.
09. 04. 1988 - Maystone Camii
Melbourne / AVUSTRALYA
86 Buhàrî, Sahîh, c.XIX, s.145, no:5702; Müslim, Sahîh, c.XIII, s.95, no:4779; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan.