30. EMR-İ MA’RUF VE NEHY-İ MÜNKER

31. DÜNYA VE AHİRET DENGESİ



Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.

Bi’smil’lâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn… Hamden kesîran tayyiben mübâreken fih… Alâ külli hâlin ve fî külli hîn… Ve’s-salâtü ve’s- selâmü alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-âhirîn muhammedini’l-mustafâ... Ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi’d-dîn. Emmâ ba’d:


Aziz ve muhterem kardeşlerim!

Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin selâmı, rahmeti, bereketi, İhsam ve ikramı, dünyada ve ahirette sizlerin ve sevdiklerinizin üzerine olsun… Allah-u Teàlâ Hazretleri iki cihanda cümlenizi bahtiyâr eylesin… Cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin...

Rehberimiz, önderimiz ve nümûne-i imtisâlimiz, efendimiz, Peygamberimiz Muhammed Mustafa (Aleyhi efdalü’s-salevâti ve ekmelü’t-tahiyyâti ve’t-teslîmât) Hazretleri’nin hayatı, sözleri ve tavsiyeleri bizim için dinimizin en önemli esasları olduğundan, size Peygamber SAS Efendimiz’in hadis-i şeriflerinden bir demetinin izahını yapacağım.


a. Ahiret Dünyada Kazanılır


Peygamber SAS Efendimiz, ashabından Enes RA’ın bize nakil ve rivayet ettiğine göre buyurmuşlar ki:


لَيْسَ بِخَيْرِكُمْ مَنْ تَرَكَ دُنْيَاهُ لآخِرَتِهِ، وَلاَ آخِرَتَهُ لِدُنْيَاهُ، حَتَّى


يُصِيبَ مِنْهُمَا جَمِيعًا؛ فَإِنَّ الدُّنْيَا بَلاَغٌ إِلَى اْلآخِرَةِ، وَلاَ تَكُونُوا


كَلاًّ عَلَى النَّاسِ (كر. عن أنس)

623

(Leyse bi-hayriküm men tereke dünyâhu li-âhiretihî, ve lâ âhiretehû li-dünyâhu, hattâ yusîbe minhüma cemîan; feinne’d- dünyâ belâğun ile’l-âhireti, ve lâ tekûnû kellen ale’n-nâs) Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.

Efendimiz, bu hadis-i şeriflerinde buyuruyorlar ki:

(Leyse bi-hayriküm) “Sizin içinizde, şu ilerde belirteceğim şekilde davrananlar, en hayırlılarınız değildir.” En hayırlınız kimdir? Hangi insan hayırlı müslümandır, en iyi müslümandır? Onu belirteceğim. Şunlar en hayırlınız değildir.

(Men tereke dünyâhu li-âhiretihî) “Âhireti için dünyasını terk eden, sizin en hayırlınız değildir.” Dünyaya aldırmıyor, çalışmıyor, kenara çekilmiş ibadetle meşgul oluyor, dünyasını terk etmiş. Bu en hayırlınız değildir. Şaşıracaksınız belki, böyle bilmiyordunuz.

(Ve lâ âhiretehû li-dünyâhu) “Dünyası için ahiretini terk edeniniz de en hayırlınız değildir.” Dalmış dünyaya, çalışıyor; âhiret tarafına bir çalışması yok; bu da en hayırlınız değil! Dünyayı terk edip âhiret için çalışmanız da en hayırlınız değil, âhiretini ihmal edip dünyaya dalanınız da en hayırlınız değil.

(Hattâ yusîbe minhümâ cemiân) “Hayırlı olmak için, bu ikisini birden ve dengeli götürmek lazım; her ikisini de hakkını vere rek götürmek lazım! O zaman en hayırlınız olur.” Neden?

(Feinne’d-dünyâ belâğun ile’l-âhireh) “Çünkü dünya, dünyalık, insanı âhirette sevaplara ulaştıran, cenneti kazanmasına sebep olan malzemeyi kazandırır insana.” (Ve lâ tekûnû kellen ale’n-nâs) “Sakın siz insanların sırtına yük olmayınız. Bedavacı, başkasından istifade eden, başkasının üzerine yük olan, onun imkânlarıyla geçinen kimse olmayınız!” diyor.

Hadis-i şerif bu. Şimdi biraz izah edeyim:


Eski zamanda rahipler vardı. Rahip kelime mânâsı olarak korkan demek. Allah’tan korkuyor; “Ahirette cehennemde yanarım, Allah’ın azabına uğrarım!” diye korkuyor. Rahip insanlarla beraber olmaktan korkuyor, günahlara dalarım diye.

624

Çekiliyor bir kenara, bir mağarada veya bir dağın tepesinde, veyahut tenha bir köşede ibadetle meşgul oluyor. Bunların misallerini Budist rahiplerinden, Hristiyan manastırlarına kapanmış rahiplerden ve rahibelerden hatırlayabiliriz; okumuşuzdur, duymuşuzdur, belki filmlerde görmüşüzdür.

Yani, sevap kazanacağım düşüncesiyle normal sosyal hayatı terk ediyor. İyi bir niyetle yapıyor, kazanayım diye yapıyor ama Peygamber SAS Hazretleri bunun doğru olmadığını bildiriyor. Bu doğru değil, yani Allah’ın sevdiği şekil bu değil. Hatta duymuşsunuzdur, İslâm’da ruhbanlık yoktur. Yani, cemiyeti terk edip de bir kenara çekilip, orada insanlardan uzak olarak, çoluk çocuk gailesi, aile geçindirme problemi, çalışma zahmeti, sıkıntısı olmadan, otlarla gıdasını sağlayıp, deveden suyunu içip, hayat sürme yok. Bu ruhbanlık İslâm’da yok.

“—İslâm’ın ruhbanlığı cihaddır.” diyor, Peygamber Efendimiz. Gene bir aktivite, bir çalışma, bir gayrete teşvik ediyor; pasif hayatı tasvip etmiyor.


Daha başka misaller de vereceğim.

Peygamber Efendimiz SAS, Medine-i Münevvere’ye muhacirlerle beraber geldiler, bir kısmı daha önceden gitmişlerdi. Onlara şöyle söylemişti:

“—Burada çok rahatsız ediyorlar sizi; namaz kılarken taciz ediyorlar, baskı yapıyorlar, bir şey satmıyorlar, bir şey almıyorlar, ekonomik baskı yapıyorlar; eğer köleyseniz maddî baskı yapıyorlar, işkence ediyorlar, haydi gidebilirsiniz.” Böyle diyerek teşvik etmişti.

Sahâbe-i kirâmın bir kısmı, Peygamber Efendimiz’den önce, Habeşistan’a da gittiler, başka yerlere de gittiler, Medine’ye de gittiler. Nihayet, Peygamber Efendimiz de hicret etti ve herkesin hicret etmesini, gelip orada toplanmasını da emir ve tavsiye buyurdu. Muhacirlerin Mekke’de malı, dükkânı vardı. Ama Medine-i Münevvere’ye gelince onları götüremedi. Taşınamayan şeyler Mekke’de kaldı.

625

Muhacirler, Mekke’nin zengini olduğu halde Medine’de, hiç bir şeyi olmayan sırf Allah rızası için, dinini kurtarmak için, Rasûlüllah’ın emrine uyacağım diye, her şeyini feda edip gelmiş insanlar. Kur’an-ı Kerim’de çok medh ediliyor, Rasûlüllah’ın tavsiyesini tutup Mekke’den, Medine’ye hicret etmiş olan insanlar. Onlar, çok kıymetli fedakârlıklar yapmış insanlar. Hayatlarını değiştirmiş, her türlü yoksulluğa, sıkıntıya razı olarak, imanlarının gereği olan işi yapmış kimseler.

Bir de Medine-i Münevvere’nin soylu, asil, temiz iyi yürekli mü’min ahâlisi var. Bunlar da Peygamber Efendimizle Akabe’de görüşmüşlerdi.

“—Bizim aramıza gel yâ Rasûlallah! Biz sana kendimiz gibi bakarız. Seni malımızı, canımız koruduğumuz gibi koruruz. Bağrımıza basarız, başımızın tacı ederiz.” diye Peygamber Efendimizi Medîne-i Münevvere’ye davet etmişlerdi.

Peygamber Efendimiz, hicret edince, muhacirlerden bir şahıs ile, Medine-i Münevvere’nin mü’min ahalisinden bir şahsı kardeş etti. Bir muhacir, bir ensar ile; bir Mekkeli, bir Medineli ile kardeş oldu. Kardeşlik yaptı.

626

إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ (الحجرات: ٠١)


(İnneme’l-mü’minûne ihvetün) [Müminler ancak kardeştirler.] (Hucurât, 49/10

İmanda hepimiz kardeşiz. Ama özel bir kardeşlik yaptı, daha yakın bir bağ kurdu Peygamber Efendimiz. Ev sahibi durumunda olan, misafir durumunda olan kardeşini kolladı; yardımcı oldu, bağrına bastı, misafir etti, maddî imkân sağladı. Toplum sıkıntılı bir durumdan, bir kriz döneminden böylece geçti. Güzel bir tedbir, Efendimiz’in çok isabetli bir tedbiri… O kadar ki, tarlalarını böldüler;

“—Al kardeşim şu tarla senin, şu tarla benim!” dediler.

Bu kadar fedakârlıklar yaptılar.


b. Selmân-ı Fârisî RA


Bu arada meşhur Selmân-ı Fârisî RA ile yine çok meşhur Ebü’d-Derda RA’ı kardeş etti Peygamber Efendimiz.

Selmân-el Fârisî niçin meşhur? Selman-el Fârisî; İranlı bir köy ağasının oğlu. Az çok soylu olan bir aileden, ağa ailesinden geliyor. Yâni kabile reisi, ağa, başkan çocuğu. Fakat ateşe tapmadı, kendi ülkesindeki hristiyan bir rahibin durumunu gördü, merak etti, ilgilendi, onun yanına geldi gitti; ateşe tapmanın günah olduğunu öğrendi, Hazret-i İsa’nın dinine girdi. Henüz müslümanlık yok ortada…

İran’dan Anadolu’ya, Suriye’ye geldi. Muhtelif yerlerde muhtelif şehirlerde, yanına sığındığı din alimi öleceği zaman, soruyordu:

“—Sen ölüyorsun üstadım, efendim! Ben kime gideyim, beni kime emanet edersin?” “—Çok iyi bir insan tanıyorum, filanca şehirde, haydi onun yanına git!” diyordu hocası; oraya gidiyordu.

Bir rivayete göre, Bursa’ya da gelmiş. Bursa’da Uludağ’ın

627

kuzeyinde, Çağlayan köyünün karşısında, ikili bir tepe vardır; orada bir rahibin yanında da bulunmuş diye rivayetler var.


Nihayet oradan Suriye’ye gitmiş, Suriye’de en son görüştüğü, yanında bulunup ibadet ettiği, ilim öğrendiği şahsa ölürken diyor ki: “—Efendim siz hayatınızı, dünyanızı değiştiriyorsunuz; ben nereye gideyim?” “—Ahir zaman Peygamberinin çıkma zamanı yaklaştı. Bizim kitaplarımızdaki rivayetlere göre, o güneyden, Arabistan tarafından çıkacak; mümkünse, fırsat bulursan o tarafa doğru göç et, o tarafa doğru git!” diye işaret etti ona.

O da Suriye’den kervanlarla fırsat bularak Hicaz tarafına geldi. Sonra da, Peygamber SAS Efendimiz, Medine-i Münevvere’ye hicret edince, Allah’ın hak peygamberi olduğunu anlayıp, onu buldu ona tabi oldu.

Efendimiz’in çok sevdiği bir kimse. Efendimiz buyurmuş ki:126


سَلْمَانُ مِنَّا أَهْلَ الْبَيْتِ (ابن سعد، والحسن بن سفيان، طب. ك. كر. عن كثير بن عبد الله بن عمرو بن عوف المزني عن أبيه عن جده)


(Selmânü minnâ ehle’l-beyt) “Selmân bizdendir, bizim ailedendir, benim ailemin fertlerinden bir fert gibidir.” diye medhetti. Çünkü, fedakâr bir insan, imanı için yurdunu terk etmiş, imanı için diyar diyar dolaşmış ve ömrünü ibadetle


126Hàkim, Müstedrek, c.III, s.691, no:6541; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.VI, s.212, no:6040; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.VI, s.189, no:10137; İbn-i Sa’d, Tabâkàt, c.IV, s.83; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXI, s.408; Mizzî, Tehzîbü’l- Kelâm, c.XI, s.251; Ebû nuaym, Ahbâr-ı Isfahan, c.I, s.136, no:125; Küseyr ibn-i Abdullah el-Müzenî babasından, o da dedesinden.

Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.337, no:3522; Bezzâr, Müsned, c.II, s.293, no:6534; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.IX, s.154, no:14688; Hz. Ali RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XI, s.690, no:33340; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIII, s.284, no:13125.

628

geçirmiş, çok da yaşlı bir kimseydi. Yaşı hakkında ihtilaflar var ama, çok uzun yaşadığı belli.

İslâm gelmeden önce, insanların hangi dinden olmaları lazım? Hazret-i İsâ’nın dininden olması lâzım. İslâm gelince hepsinin müslüman olması lâzım. Yahudinin de, hristiyanın da, budistin de, başka inanca sahip bir kimse varsa onun da, devir kimin devriyse ona tâbi olması lâzım!

Devir kimin devri? Muhammed SAS’in devri… Âhir zaman Peygamberi Muhammed-i Mustafa’nın devri… Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:

“—Vallahi, Hazret-i Musa sağ olsaydı, bana tâbi olurdu.” Milattan kaç yüz yıl önce vefat etmiş. Ama sağ olsaydı Peygamber Efendimiz’e tâbi olması gerekirdi. Çünkü devir Peygamber SAS’in devri…

Bugün yeryüzündeki insanların hepsi, Peygamber Efendimize tâbi olma durumundadır. Peygamber Efendimiz’in ümmeti olmak görevi vardır, üzerlerinde. Kabul edip de dine girmiş olanlara ne mutlu! Girmeyenlerin de girmesi lazım! Bir fırsat bulup bizim onlara anlatmamız; onların da gerçekleri anlayıp dinimize girmesi lâzım! Kanada’dan, Çin’den, Japonya’dan, Hindistan’dan, Aborjin’lerden New Zelanda’dan da olsa; nereden olursa olsun, hepsinin İslâm’a girmesi lâzım!


c. Her Hak Sahibine Hakkını Ver!


Selmânü’l-Farisi iyi müslüman, tam bağlanmış, Ebü’d- Derdâ RA da iyi, ibadet ehli bir insan. Peygamber Efendimiz ikisini de kardeş etti:

“—Siz birbirinizin kardeşisiniz.”

Bunlar da Efendimiz bizi kardeş etti diye kardeşliğe dikkat

ediyorlar, birbirlerini ziyaret ediyorlar, birbirlerine, olağan dışı, daha yüksek seviyede bir samimiyet gösteriyorlar.

“—Selmânü’l-Fârisî, Ebü’d-Derda RA’ın evine kalktı gitti. Anlaşılan mahalleleri uzak uzak yerlerde… Bizim şimdi anladığımız gibi, böyle bir sokağa dizilmiş evler tarzında değil,

629

serpiştirilmiş. Yürüdü gitti, kapıyı çaldı; kardeşinin, yani Ebü’d- Derda’nın hanımı Ümmü’d-Derda çıktı. Selmânü’l- Fârîsî, şöyle bir baktı ki hanım pejmürde, yoksul, çok perişan. Yüreğine bir acıma geldi, yüreği cız etti.

“—Bu ne hal?” dedi.

“—Senin kardeşin Ebü’d-Derda dünyayı terk etti.” dedi hanım. “Aldırmıyor dünyaya, ahiret sevabını kazanmaya çalışıyor. Biraz sonra gelir.” dedi.


Okuduğumuz hadisin izahıyla ilgili bu olay. Onun için bunu anlatıyorum. Hakikaten biraz sonra geldi Ebü’d-Derda; kucaklaştılar:

“—Kardeşim, hoş geldiniz, evime şeref verdiniz. Buyur!” dedi.

Selmânü’l-Fârîsî’ye hemen yemek hazırlattı. Hurmadan, yemekten, buğday kurusundan, et kurusundan, evde ne varsa.

O zamanın imkânlarına göre eti asarlarmış, kuruturlarmış; buğdayı kavururlarmış, çorbaya koyarlarmış; ya da atarlarmış avuçlarına, leblebi yer gibi yerlermiş. Böyle geniş imkânlar yok ama, bir yemek çıkarttı.

“—Buyur, beraber yiyelim!” diye Selmânü’l-Fârisî, ev sahibini de davet etti.

“—Buyur sen de gel, sen bana yemek çıkarttın, sofra çıkarttın ama gel beraber yiyelim!” “—Teşekkür ederim, ben yemeyeceğim, sen buyur ye!” “—Gel beraber yiyelim!” diye ısrar edince, Ebü’d-Derdâ oruçlu olduğunu itiraf etmek zorunda kaldı.

İyi bir müslüman ibadeti söylemez saklar; söylendiği zaman sevabı gider diye... Fazilet babından olan, mecbur olmadan yapılan ibadeti söylemek doğru değil.


Farzlar açık kılınır, Cuma namazı, vakit namazları açık kılınır; Ramazan orucu açık tutulur, farz zekât açık verilir:

“—Bu benim zekâtımdır, al!” dersin.

Ötekisi de:

“—Bu kardeşim zekâtını veriyor, benim de zekât borcum var.”

630

diye hatırlar.” “—Öğle namazı kaçıyor, öğleyi kılacağım!” dersin.

“—Ben de kılmamıştım.” der, o da kılar.

Farzlar aşikare yapılır, ama sevap kazanmak için yapılan fazlalık, fazilet babından olan ibadeti gizlemek iyidir.


Gizlemek istedi ama, gizleyemedi; ısrar ediyor Selmânü’l- Fârîsî, “Gel yemek yiyelim!” diye:

“—Ben oruçluyum, sen buyur.” dedi.

“—Olmaz, otur şimdi.” Zorladı, orucunu bozdurdu. Nafile olan oruç öğleden evvel bozulabilir. Öğleden sonra, vaktin çoğu tamamlandığında bozulmaz. Bozulduğunda başka bir zaman tekrar tutmak gerekir. Onun için bozdurttu.

Selmânü’l-Fârisî dedi ki:

“—Gel bakalım, otur karşıma!”

Ama asıl sebep, hanımı perişan görmesi; kardeşini perişan zayıf bitkin pejmürde görmesi. Güzel bir yediler. Akşam oldu. Demek ki Mescid’den uzaktalarmış. Efendimizin mescidinden kim bilir ne kadar uzak bir yerde ki, akşam orada yattılar.

Tabiî böyle köşk gibi odaları mı vardı? Kim bilir, hurma dallarıyla örtülmüş, çamurla sıvanmış bir yer miydi, nasıldı? Ebüd-Derdâ ile Selmânü’l-Fârîsî ikisi aynı odada yattılar. (Herhalde hanım başka bir bölümde yatmıştır.)

Daha doğrusu Ebü’d-Derda yatmadı, Selmânü’l-Fârisî’ye yatak hazırladı:

“—Yat!” dedi. “—Sen ne yapacaksın?” “—Benim biraz işim var.”

Tesbih çekecek, namaz kılacak, Kur’an okuyacak vs.

“—Yat aşağı!” dedi.

O da tabiî arkadaşını kırmıyor; arkadaşlıkları tatlı, itirazsız yattı. Biraz yattıktan sonra, vakit geçince, “Uyumuştur herhalde?” diye kalkmağa yeltendi.

Selmânü’l-Fârisî tekrar yakaladı:

631

“—Yat aşağı!” dedi.

Tekrar yattı. Bir kaç defa böyle olunca, baktı ki Selmânü’l- Fârisî’nin elinden kurtulamayacak, yattı; hakikaten uyudular. Ama teheccüd vakti gelince, Selmânü’l-Fârisî kendisi kaldırdı:

“—Haydi bakalım, şimdi kalk ibâdete!”

Beraber kalktılar, teheccüd namazlarını kıldılar, ibâdetlerini yaptılar, Kur’anlarını okudular, yürüdüler Mescid-i Nebevi’ye, sabah namazına geldiler ama, Ebü’d-Derdâ RA Peygamber Efendimize dert yandı, dedi ki: “—Yâ Rasûlallah! Şu benim kardeşim Selmânü’l-Fârisî, benim günlük ibadet programımı alt üst etti; bana ibadetlerimi yaptırtmadı, başladığım ibadetleri de bozdurttu; âdetlerimi darmadağın, beni de perişan etti.”

Tatlı bir şikâyet, yani “Ben mi haklıyım, o mu haklı; anlaşılsın.” gibilerden.

632

Peygamber SAS Efendimiz iki tarafı dinledi, baktı ki Ebü’d- Derdâ dünyayı aşırı terk etmiş, ibadete fazla düşmüş. Selmân-ı Fârisî de her şeyini Allah yoluna vermiş bir insan. Yerini, yurdunu terk etmiş bir insan ama, o dinin zihniyetini, mantalitesini daha iyi kavramış. Selman RA’ı haklı gördü. Sonra, Ebü’d-Derdâ Hazretleri’ne hitaben buyurdu ki:127


يَا أَبَا الدَّرْدَاءِ! إِنَّ لِجَسَدِكَ عَلَيْكَ حَ قًّا، وَلأَهْلِكَ عَلَيْكَ حَقًّا، وَلِرَبِّكَ


عَلَيْكَ حَقًّا؛ وَأَعْطِ كُلَّ ذِي حَقٍّ حَقَّهُ! صُ مْ وَ أَفْطِرْ، وَقُمْ وَنَمْ، وَائْ تِ


أَهْلَكَ (حل. عن أبي جحيفة)


RE. 492/10 (Yâ ebe’d-derdâ!) “Ey Ebü’d-Derdâ! (İnne li-cesedike aleyke hakkan) Hiç şüphe yok ki bedeninin, vücudunun senin üzerinde hakkı vardır. Bu hakkı bu vücuduna vermezsen, bu elin, bu ayağın, bu vücudun senden davacı olur.” “—Benim vücudum, benim hakkımda ne diye davacı olacak?” İç sigarayı, iç içkiyi, harca vücudunu, tahrip et; öyle şey yok! Vücut emanet ve vücudun senin üzerinde hakkı var.

(Ve li-ehlike aleyke hakkan) “Aile efradının, zevcenin ve çoluk çocuğunun senin üzerinde hakkı vardır.”

Hanımının beyi üzerinde hakkı var. Nedir? Kocalık hakkı. Onu ihmal edemez, ona karşı kocalık vazifesini yapacak.

(Ve li-rabbike aleyke hakkan) “Rabbinin senin üzerinde hakkı vardır.” Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne karşı görevler var, İbadetlerden, Allah’ın hakkı diye bahsediliyor.

(Ve a’ti külle zî hakkın hakkahû) “O halde, her hak sahibine



127 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XXII, s.112, no:285; Beyhakî, Sünenü’l- Kübrâ, c.IV, s.275, no:8128; Dâra Kutnî, Sünen, c.II, s.176, no:20; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XLVII, s.116; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.I, s.188; Ebû Cuhayfe RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.45, no:5403; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXIII, s.27, no:25480.

633

hakkını ver!” (Sum ve eftir) “Bazı günler oruç tut, bazı günler tutma, iftar et! (Ve kum ve nim) Geceleyin namaza kalk, bazı zamanlarda uykunu da uyu! (Ve’ti ehleke) Eşinin yanına da git!” buyurdu.

Yani, “Ailenle de ilgileneceksin; alışverişle, evin geçimiyle de ilgileneceksin; vücudunun sıhhatini de koruyacaksın. Çok oruç tutup, çok uykusuz kalıp, onu halsiz, bîtâb, zayıf, hasta, sararmış- solmuş bir duruma getirmeyeceksin; her şeyi ölçülü yapacaksın!” dedi.


Burada da, Peygamber Efendimizin biraz önceki hadis-i şerifi karşımıza çıkıyor. Buyuruyor ki Peygamber Efendimiz:

“—Dünyası için âhiretini terk eden, sizin en hayırlınız demek değildir.” Ben ibadet edeceğim, sevap kazanacağım, ben cennetlik olacağım diye ibadete düşüp, görevlerini ihmal eden, en hayırlı değildir. Görevler kime karşı? Ailesine, çoluk-çocuğuna, kendi vücuduna, toplumuna karşı vs.

“—Buna mukabil dünyası için âhiretini terk eden de en hayırlınız değildir.” İbadet etmiyor, camiye gelmiyor, “Aman işim çok, dükkânı kapatamam!” diyor. Cuma kaçıyor, bayram kaçıyor, oruç tutmuyor vs. Dalmış dünyaya, çalışıyor. Bu da uygun değil.

Ne âhirete dalıp dünya vazifelerini, sosyal görevlerini unutmak uygun; ne dünyaya dalıp ibâdet görevlerini ihmal etmek uygun.

“—İkisini birden yapan, sizin en hayırlınızdır.”

Yani, ideal müslüman, her işi dengeli yapandır. Ve buyurdu ki:

“—Dünyayı da hor görmeyin; dünya da size âhiret sevabı kazanmaya vesile olan bir vasıta...”

Alnınızın teriyle çalışıyorsunuz, parayı cebinize yerleştiriyorsunuz; bir fakir gördüğünüz zaman, cami yapılacağı zaman yardım ediyorsunuz, bir yetim gördüğünüz zaman, “Ben okutayım!” diyorsunuz. Bir dul gördüğünüz zaman, yardımcı oluveriyorsunuz.

Nasıl yapıyorsunuz bunu? Para kazanmış olduğunuz için yapıyorsunuz. İmkânınız olduğu için yapıyorsunuz. İşte dünya,

634

âhireti kazanmak için bir vasıta, bir âlet oluyor; bir imkân sağlıyor insana…

“—Sakın insanların üstüne beleşçi, bedavacı, yük olmayın! Onların sırtından geçinen insanlar durumuna düşmeyin!” diyor Peygamber Efendimiz.


Bir başka hadis-i şerif daha var; size onu da nakledeyim. Peygamber SAS, yoksul bir kimsenin dilendiğini gördü; mescidde el açmış. Baktı ki sıhhatli... Dedi ki:

“—Senin bir ip alıp karşıdaki tepelere gidip, oradaki yakılabilecek odun ve çalı-çırpıyı toplayıp, iple sırtına vurup getirmen, çarşıda satıp bu çalışmanın sana sağladığı parayla, imkânla geçinmen, dilenmenden daha hayırlıdır. Öyle yap!” İp aldırdı ve odun toplattı, odun sattırarak, kimseye muhtaç olmadan, kimseye yük olmadan yaşamasını tavsiye etti.


d. Kimseden Bir Şey İstemeyin!


Hatta sahabe-i kiramın bazısı ile Peygamber Efendimiz anlaşma yaparken, yani gelip onlar Rasûlüllah’a:

“—Yâ Rasûlallah! Ben Müslüman oldum, sana bağlanıyorum. Uzat elini bey’at edeyim. Ben senin emrinde, senin ümmetin olarak vazifelerimi yapacağım!” diye söz verirken, bazı kimselere demiş ki:

“—Hiç kimseden bir şey istemeyeceksiniz.”

Bu şartı koşmuş. O kadar riayet etmişler ki bu şarta, çok titiz bir şekilde bu prensibi uygulamağa o kadar dikkat etmişler ki, devesinin üstündeyken kamçısı yere düşse;

“—Kardeşim, kamçım yere düştü, alıver!” dememişler.


Biliyorsunuz deve uzun boylu, yüksek bir hayvandır. Birisi boylu postlu oldu mu deve gibi diyoruz, şişmansa fil gibi diyoruz. Deve uzun boylu bir hayvandır, üstünden aşağıya inmek zordur. İndikten sonra binmek de zordur. Deve senin boyundan uzun; nasıl tırmanacaksın? Zordur.

635

Deveyi ıhtıracaksın, deveyi ıhtırırken, yani oturtmak isterken, boynunu çektiğin zaman, ön iki ayağını, bir diker, üstündeki insan bir öne doğru gider, ondan sonra arka ayaklarını diker, üstündeki insan arkaya doğru savrulur; tekrar yerine yerleşir. Bir öne, bir arkaya, sanki trafik kazası olmuş gibi, otomobil bir yere çarpmış gibi, bir gelme gitme olur. Oturtsa devesini bir türlü, oturtmasa aşağıya inse bir türlü. İnsanın, indikten sonra deveyi ıhtırıp üstüne tekrar binmesi, oldukça zor bir şey…

“—Şu kamçım yere düştü, alıver kardeşim” demiyor.

Basit bir şey, kardeşi memnuniyetle alır ama, istemezlermiş; o kadar dikkat etmişler.


İslâm böyle asil bir ruh getirdi. Ahlâkı bozuk olan bir topluluğa, böyle ahlâki değerler getirdi: Kimseye yük olmamak.

Zengin değillerdi, ülkeleri yeşillik, bolluk, meyvalık değildi. Olağanüstü sıcaktı, her taraf kum çölleriydi. Her mahsul kolaylıkla yetişmiyordu. Yedikleri hurma... Yanlarında yaşayan bir deve varmış, devenin sütünü sağarlarmış. Ne yaparlarsa ondan gıdalarını çıkartırlar, buğday ekiyorlarsa, bazı yerlerde, vâdi tabanlarına belki ondan ekiyorlar, hurma kurutuyorlardı. Gıdaları bu. Hurmayı torbasına aldı mıydı yola çıkıyordu. Sırtında bir hurma torbası oldu mu, yola çıkıyordu; acıkınca hurma yiyorlardı. Böyle idare ediyorlardı umumiyetle.

Böyle bir toplumda, kimseden bir şey istememek, kimseye yük olmamak, kendi elinin emeğiyle geçinmek, dürüst hareket etmek; hattâ bunun ötesinde, önüne gelene yapabildiğince iyilik yapmak, bağışta bulunmak, hayırda hasenatta bulunmak duygusunu ve şu güzel ölçüyü getirdi:

Ne âhiretiniz için dünyayı terk edeceksiniz, ne dünyaya dalıp ahiretinizi terk edeceksiniz. İki tarafı birden götüreceksiniz. Hem ibadetinizi yapacaksınız, sevap kazanacaksınız; hem dünya için çalışacaksınız, kimseye muhtaç olmamak için, kimsenin sırtına yük olmamak için; aksine başkalarına iyilik yapabilecek, âhiret sevabı kazanabilecek maddî imkânı sağlayabilmek için çalışacaksınız!

636

Dinimizin ana esaslarından birini belirleyen güzel bir hadis-i şeriftir bu. Allah-u Teàlâ Hazretleri, bizi temiz bir şekilde, kimseye yük olmadan, kimseyi istismar etmeden, sömürmeden, aldatmadan, kimseye zulmetmeden, gadretmeden, herkese iyilik yaparak, tatlı dilli, iyiliksever, hayır sever insanlar olarak yaşayıp, kendi rızasını kazanmaya, muvaffak eylesin! Bu önemli bir ölçüdür, bu ölçüye elinizden geldiğince riayet etmeğe çalışın. Ne ibâdeti terk edeceksiniz, ne çalışmayı. Beleşten geçinmek yok.

Hazret-i Ömer elinde kamçıyla gezerdi. Babayiğit ve asabı bir insandı. Baktı ki birileri oturuyorlar yolun kenarında, elinde de kamçı; durdu sordu.

“—Siz ne oturuyorsunuz burada?”

Dediler ki:

“—Biz mütevekkiliz.” “—Niye çalışmıyorsunuz?” demek istiyor. “Herkesin çalıştığı saatte burada ne oturuyorsunuz siz?” “—Allah’a tevekkül ediyoruz. Allah bizim rızkımızı gönderir diye oturuyoruz.”

Rızkını gönderecek ama, dilenecekler, sonra gönderiyor. Bu durumu anladı.

“—Siz mütevekkil değilsiniz, müteekkilsiniz.” Müteekkil yiyici; mütevekkil, Allah’a dayanan demektir. “Siz, Allah’a dayanıcı değil, başkasının sırtından yiyicisiniz.”

Mütevekkil insan şudur: Tarlayı sürer, buğdayı tarlaya saçar, ziraatin bütün icaplarını yerine getirir. Ondan sonra der ki:

“—Yâ Rabbi, ben yaptım ziraatimi, sen âfetinden koru, bana hayırlı mahsuller ihsan et; bolluk, bereket ver yâ Rabbi! Tarlamdaki mahsulü, âfetlerden koru yâ Rabbi! Bununla ihtiyaçlarımı karşılıyayım.”

Tevekkül böyle…

Tevekkül, çok emrediliyor:


إِنَّ اللهََّ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ (اۤل عمران١٩٥)

637

(İnna’llàhe yuhibbü’l-mütevekkilîn) “Allah, kendisine tevekkül eden kullarını sever.” (Âl-i İmrân, 3/159)

Tevekkül edeceğiz. Hepimiz tevekkül ediyoruz, Allah’a dayanıyoruz, Allah’a güveniyoruz, Allah’ı vekil ediniyoruz,


حَسْبُنَا اللهَُّ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ (آل عمان٣٧١)


(Hasbüna’llàhu ve ni’me’l-vekîl) “Allah bize yeter, o ne iyi vekildir.” (Âl-i İmran, 3/173) diyoruz. Ne harpten korkarız, ne hastalıktan, ne ölümden, korkarız. Hiç bir şeyden korkmayız. Müslüman elbette Allah’a tevekkül eder. Ama tevekkülü tarif etmek lâzım.

Peygamber Efendimiz’e birisi dedi ki:

“—Yâ Rasûlallah! Devemi salıvereyim, Allah’a tevekkül edeyim. O benim malımı korur. Yani, deve kaçmaz, hırsız almaz; otlar, ben de giderim, tutarım.” Peygamber SAS Efendimiz buyurdu ki:128


قَيِّدْ وَتَوكَّلْ (هب. عن عمروبن أمية الضمري


(Kayyid ve tevekkel) “Deveni bir yere bağla, tedbirini al; ondan sonra tevekkül et!” Yâni, “Sen görevini yap, tevekkül ondan sonra…” buyurdu.

Hazret-i Ömer de: “Siz mütevekkil değil, yiyicisiniz. Halkın kaselerine sinek gibi üşüşüyorsunuz!” dedi. Yani, çalışmayı ve kimseye yük olmamayı teşvik etti.

Tasavvufun çok hoşuma giden tariflerinden birisi:



128 Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.II, s.80, no:1211; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.368, no:633: Amr ibn-i Ümeyye ed-Dàmirî RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.101, no:5688; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.104, no:1905; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XV, s.211, no:15339.

638

Tasavvuf yâr olup bâr olmamaktır;

Gül-i gülzâr olup, hâr olmamaktır.


Şairin birisi tasavvufu böyle tarif ediyor. Tasavvufu seviyoruz. Mevlânâ deyince yüreğimiz akıyor. Yunus Emre, dediğimiz zaman, çoluk-çocuk, kadın-erkek, herkes bayılıyor; İlâhîlerini ezberliyor, bantlarını kasetlere almışız, arabamızda teybe koyuyoruz, seyahat ederken dinliyoruz; seviyoruz yani. Güzel bir şey tasavvuf. Tatlı dillilik, mütevazilik, güzel huyluluk. Güzel bir şey ama tarifi ne bunun? Nedir bu tasavvuf? Bak, böyle tarif etmiş şâir. (Tasavvuf, yâr olup bâr olmamaktır.) Yâr olmak, yani dost olmak. Bir kimseyle dost olmak, sevgiyle arkadaşlık, muhabbet iyi, güzel... Bâr ne demek? Bâr, yük demek. Yâr, olacaksın ama, yük olmayacaksın!

“—Merhaba arkadaş, selâmün aleyküm.” “—Ve aleyküm selâm, buyur...” “—Geldik biraz, kaldık bir yaz…” demiş.

Birisinin evine misafir gelmiş. Bu adamın, ev sahibinin işi var, gücü var; belli bir imkânı var. Sen de böyle kambur üstüne kambur… Kendi ailesini geçindirebiliyor mu, geçindiremiyor mu? Sen de gel, bir ay onun sırtına bin; oldu mu? Yani, yâr oldun, ahbapsın ama ondan sonra yük oldun, olmaz. Dost ol ama yük olma! Yük çek ama yük olma!


(Gül-i gülizâr olup, hâr olmamaktır.) Gül bahçesinin gülü ol, tatlı dilli, güzel yüzlü, mütebessim, hoş kokulu, hoş görünüşlü, temiz, pak ol ama hâr olma! Hâr, diken demek. Gül var, diken var. Gül ol ama diken olma! Yâr ol ama yük olma!

Çok hoşuma gidiyor bu arif… Müslüman’ın ana prensibini, asil zihniyetli gösteriyor. Müslüman istismarcı değildir. En çok karşısında durduğu şeylerden birisi, sömürü, emperyalizm, istismar; bir insanın öteki insanı aldatması, kandırması…

Kumar, ne için yasak? Zulüm ne için yasak? Hırsızlık ne için

639

haram? Bunlar, hep İslâm’ın insana, kimseye yük olnıamak, asil bir tarzda yaşamak tavsiyesinden kaynaklanıyor. Allah bizi kimseye yük olmadan, kimsenin kul hakkını üzerimize geçirtmeden, kimsenin malını mülkünü çar çur etmeden, asil bir tarzda yaşamaya muvaffak etsin… Helâl ve bol kazanç nasib etsin…

Diyor ki, Efendimiz SAS:129


نِعْمَ الْمَالُ الصَّالِحُ، لِلرَّجُلِ الصَّالِحِ (حم. حب. ك. طس. ش. ع. هب. كر. عن عمرو بن العاص)


(Ni’me’l-mâlü’s-sàlih, li’r-racüli’s-sàlih) [Sàlih bir mal, sàlih bir adam için ne güzeldir.] İyi bir müslümana zenginlik ne güzel yakışır.

Niye yakışıyor? Hani gülü yakana takarsın, gül yakışır. Öyle bir yakışma mı? Hayır! İyi müslüman parayı aldı mı şımarmaz, kumarda içkide harcamaz. Hayra sarf eder, iyilik yapar, azmaz, taşkınlık yapmaz, ondan... Allah, helâl, bol mal versin; amma şu kaideyi hiç hatırımızdan çıkarmayalım:

Âhirete karşı, Allah’a arşı görevlerimiz var; âilemize, toplumunuıza karşı sosyal görevlerimiz var, onları yapalım! Kendi vücudumuza karşı görevlerimiz var, bu vücud bize emanet; bunu sıhhatli tutmak vazifemiz. Sigarayı içip ciğerlerimizi kurum doldurtamayız. Çünkü, soba gibi silkelemekle çıkmaz. Adamı baş



129 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.197, no: 17798; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.VIII, s.6, no:3210; Hàkim, Müstedrek, c.II, s.3, no:2130; Buhàrî, el-Edebü’l- Müfred, c.I, s.112, no:299; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.III, s.291, no:3189; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XIII, s.263, no:7336; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VII, s.18, no:22628; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.II, s.91, no:1248; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.259, no:1315; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.V, s.186; Tayâlisî, Müsned, c.II, s.316, no:1061; Tahàvî, Müşkilü’l-Âsâr, c.XIII, s.268, no:5284; İbn-i Ebi’d-Dünyâ, İslâhu’l-Mâl, c.I, s.32, no:43; İbn-i Hacer, el-İsâbe, c.IV, s.653; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXXXVI, s.143, no:100019; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.IV, s.257, no:6757; Beyhakî, el-Âdâb, c.III, s.86, no:791; Amr ibnü’l-As RA’dan.

Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.1821, no:2823; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXIII, s.348, no:26199.

640

aşağı et, sırtına sopayı istediğin kadar vur, çıkmaz bu kurum... Bu insanı hasta eder. Sıhhatine sahip olacaksın, vücuduna bakacaksın, dişlerini fırçalayacaksın, her türlü tedbiri alacaksın.

Yıkanacaksın, cuma günü gusül abdesti alacaksın; terlerini atmış bir şekilde, güzelce, tertemiz camiye geleceksin. Hiç kimseye yük olmadan, yâr olacaksın; sevimli, sevgili, tatlı, hoş sohbet insan olacaksın; yük olmayacaksın. Gül olacaksın, diken olmayacaksın.


Allah, bizi böyle dengeli, güzel müslüman olmaya muvaffak eylesin… İki cihanda aziz ve bahtiyar eylesin… Cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin... Sevdiği, en mübarek kullar olan, peygamberlerle, sıddîklarla, sâlihlerle, şehidlerle beraber eylesin…

Duâlarımızı, lütfuyla, keremiyle kabul eylesin… Yalnız bizi değil, bizim sevdiğimiz hanımlarımızı, evlatlarımızı, zürriyetlerimizi de sevdiği kullarından eylesin… Sevdiklerimizle beraber cennetiyle, cemâliyle, müşerref eylesin...

İslâm beldelerini her çeşit âfetlerden, musibetlerden, fitnelerden, fesatlardan, felâketlerden; zalimlerin, fâsıkların, facirlerin, müşriklerin, münâfıkların oyunlarından, hilelerinden, galebesinden, istilâsından; kâfirlerin sömürmesinden korusun…

Huzurlu, bahtiyar ömür sürüp, sıhhat, âfiyet üzere yaşayıp, huzur-u Rabbü’l-âlemîn’e, sevdiği, razı olduğu kullar olarak, yüzümüzü ak, nurlu, pırıl pırıl, varmamızı nasîb eylesin… Cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin…

Bi-hürmeti esrâr-ı sûreti’l-fâtihah!


14. 12. 1990 - Melbourne / AVUSTRALYA

641
©2024 Kotku Enstitüsü v2.8.2