64. ZAMANIN İMAMI
Kenan GÜNEŞ87
1980 yılıydı. İzmir Yüksek İslâm Enstitüsü’nde öğrenci idim. Ortalık çok karışıktı ve bizim oturduğumuz Çiğli semti, solcuların kurtarılmış bölgesiydi. Bir gün okula giderken beni tehdit ettiler, “Bir daha seni buralarda görmeyelim!” dediler.
O günlerde, zamanın imamına bey’at etmeden ölenlerin cahiliye ölümü ile öleceklerine dair hadis-i şerifi okuyunca; “Ne yapabiliriz? Acaba zamanın imamı kim?” diye arkadaşlarla soruşturmaya başla-dık. Tıp’ta ve Dişhekimliği Fakültesi’nde okuyan bazı arkadaşlar:
“—Biz zamanın imamını, mürşidini tanıyoruz; ona gidelim!” dediler.
Biz heyecanla sorduk:
“—Kimdir zamanın imamı?”
87 Kenan Güneş: 1960 yılında Giresun’un Görele ilçesinde dünyaya geldi İlkokulu köyünde, ortaokulu ve liseyi İzmir’de okudu. 1982 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun oldu. On yıl Ankara’da öğretmenlik ve idarecilik yaptı. Hakyol Vakfı Ankara Şubesinde yönetim kurulu üyeliği ve müdürlük görevlerinde bulundu. Sohbetler, vaazlar yaptı. Halka ve öğrencilere yönelik her türlü sosyal faaliyetin içinde bulundu.
1992-1993 yıllarında askerlik yaptı. Temmuz 1993 - Şubat 1995 tarihleri arasında İstanbul’da Özel Asfa Koleji’nde müdürlük yaptı. Asfa Kız Lisesi’nin kuruluş çalışmalarını organize etti.
Şubat 1995’te Ferda Koleji’nin kuruluş çalışmaları için Ankara’ya döndü. 17 yıl Ferda Koleji Müdürlüğü ve Kurucu Genel müdürlüğü görevlerini yaptıktan sonra Ekim 2011’de emekliye ayrıldı. 2015-2017 yılları arasında İstanbul’da İrfan Eğitim Kurumlarında genel müdürlük yaptı. Evli ve üç çocuk babasıdır.
“—Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri...” dediler. “İstanbul’da, İskenderpaşa Camii’nin de imamıdır.” dediler. Bunun üzerin arkadaşlarla bir değerlendirme yaptık, İstanbul’a gitmeğe karar verdik. On beş arkadaş bir minibüse binip İstanbul’a, İskenderpaşa’ya vâsıl olduk (Mayıs 1980).
Hocaefendi rahatsızmış; “Belki kabul eder, bekleyin!” dediler. Beklerken, kabul buyurdular. Ürkek ve heyecanlı bir şekilde içeri salona girdik. Karşımızda yüzüne bakıldığında Allah’ı hatırlatan, güleç yüzlü; ameliyat geçirmiş olmasına rağmen aslâ acısını hissettirmeyen bir pîr-i fânî bütün ihtişâmıyla duruyordu. Mübarek ellerinden öptük, halka oluşturacak şekilde yere oturduk. Dünyalar bizim olmuştu.
Lütfettiler, sohbet buyurdular, çok çeşitli mevzûlara temas ettiler. Bunlardan hafızamda kalan bazıları:
“—Duyuyoruz ki, kimileri resimlere rabıta yapıyorlarmış; şeriata göre bu şirktir şirk!
Bazı kimseler, dervişimiz çok olsun diye uğraşıyorlar. Sen o kadar kimsenin vebalini üzerine almayı kolay bir şey mi
zannediyorsun; müridin çok olsa ne olacak?
Kimileri keramet gösterilsin istiyorlar. Ne olacak sanki, biraz gayret etsen sen de keramet gösterirsin! Haramlardan uzak dur, ibadetlerine dikkat et, zikrullaha devam et, az uyu, az konuş, az ye... Gayret edersin, sen de keramet gösterirsin; amma bu ma’rifet değil! Biz bir anlık gafletinden dolayı şeytanın çelmesiyle tepetaklak giden nicelerini gördük.”
Yaklaşık kırk beş dakika süren sohbetin nasıl geçtiğini anlamadık. Bu arada fırsat bulabilirsem, ölümle tehdit edildiğimi, ne yapmam gerektiğini sorayım diye düşünüyordum. Bir ara başımı kaldırıp gül cemâline bir bakayım dedim. Bir an göz göze geldik; o da bana bakıyor ve aynen şunları söylüyordu:
“—Aziz kardaşım, neden korkuyorsun öldürülmekten? Sen bilmiyor musun, ateş yakıcıydı ama İbrâhim AS’a gül bahçesi oldu... Sen bilmiyor musun, denizler Mûsâ AS’a yol oldu... Okumadın mı, balık Yunus AS’ı karnında sakladı... Eğer senin ecelin gelmediyse, hiç bir kuvvet seni öldüremez! Arslanın ağzına girsen ölmezsin, hattâ karnına insen yine ölmezsin!” buyurdular.
Şaşırmıştım; benim aklımdan geçeni bana söylüyor, soramadığım soruma cevap veriyordu. Ben o güne kadar kerâmeti sadece tasavvuf dersinde, evliyâ menkabelerinde okumuştum. Halbuki ben o anda ayan beyan kerâmetle karşı karşıya idim. Huzurlarından sevinçle çıktım, sanki dünyaya yeniden doğmuştum. Artık İzmir’e döndüğümde benim karşıma çıkacak hiç bir kuvvet tanımıyordum.
Ahirete irtihallerini işittiğimde yıkılmıştım. En büyük himâyecimizi kaybetmiş, öksüz kalmıştık. Bir süre bu şaşkınlığı yaşadım. Sonra bir haber aldık; irşad görevini M. Es’ad Coşan Hocaefendi devralmıştı. Ama ben M. Es’ad Coşan Hocaefendi’yi tanımıyordum, hiç görmemiştim. Kimseye söylemiyordum ama içimden:
“--Hocamız’ın yerini kimse tutamaz; o başkaydı, gitti, kıymetini bilemedik.” diye düşünüyordum.
Bir gece rüyamda İskenderpaşa Camii’ne vardım, içeri girdim. Mihrabda siyah sakallı, çatık kaşlı, çok haşmetli bir zât oturuyordu. Yüzüne bakmaya korktum. Kalktı, bana doğru yürüdü:
“—Sen bizi bu makama lâyık görmüyorsun, öyle mi? Şöyle yere uzan bakalım!” dedi.
Yüzükoyun yere uzandım. Sırtımı öyle bir çiğnedi ki, sanki kemiklerim birbirinden ayrıldı. Acı ile uyandığımda sabah vaktiydi. Bir hatâ işledim diye düşündüm.
O gün M. Es’ad Coşan Hocaefendi’nin Afyon’a geleceğini öğrendim. Soğuk bir kış günüydü, adresi alıp arkadaşlarla yola çıktık. O günlerde cuma kılınsın mı, kılınmasın mı tartışmaları vardı. Bu arada bu meseleyi de soralım diye kararlaştırdık.
Adrese vardığımızda yatsı namazı kılınmış, sohbet başlamıştı. Sohbetin yapıldığı salona girdiğimde, tarif edilemeyecek bir hal yaşadım: Rüyamda İskenderpaşa’da gördüğüm zât, aynı kıyafet ve haliyle, bütün haşmetiyle salonun karşı köşesinde oturuyordu. Selâm verdik, elini öptük. İltifat etti, yanına oturttu.
Sohbet devam ederken, bir ara sohbetin en tatlı yerinde, konuyla hiç de ilgisi yokken başını bize çevirdi:
“—Siz cumalarınızı kılın, cuma namazınızı kılmaya devam edin!” dedi.
Biz cevabımızı almıştık. Anladım ki, zamanın imamı görevi zamanın imamına devretmişti.
Bu hususta bir rüya daha gördüm: Bir kurban bayramı öncesi, Arafe günü sabah vaktiydi. Rüyamda bir dağın sırtındayız, alaca karanlık çökmüş vaziyette... Mehmed Zâhid Hocaefendimiz üzerinde beyaz elbiseleri, başında beyaz örme takkesi ile bir kayanın üzerinde oturuyorlardı. Yanında da Necâti Efendi Amcamız oturuyordu. M. Es’ad Coşan Hocamız da karşılarında ayakta dikiliyordu.
Mehmed Zâhid Hocaefendimiz, M. Es’ad Coşan Hocamız’a: “—Evlâdım, sen bu ümmetin imamı olacaksın inşaallah!” dedi.
Bu söz üzerine Necâti Efendi Amcamız yerinden kalktı ve:
“—Senin gibi bir evlâdım olduğu için iftihar ediyorum! Böyle bir evlâdın elleri öpülür, ver de ellerini öpeyim!” dedi.
M. Es’ad Coşan Hocamız’ın elini öpmek için uzandı. Fakat M. Es’ad Coşan Hocamız ellerini geri çekti ve öptürtmedi.
Uyandığımda sabah ezanları okunuyordu.
15. 09. 1995 – Sincan / Ankara