• /
  • Kütüphane
  • /
  • Anılarla Mehmed Zâhid Kotku Rh.A
  • /
  • 67. ÖLÇÜ ŞERİAT
66. FÜZENİN ARIZASI

67. ÖLÇÜ ŞERİAT



Prof. Dr. Mahmud Es’ad COŞAN


Bütün konuşmacı dostlarımıza, kardeşlerimize candan teşekkür ederiz.

Ben bir problem çıktığı için bir müddet aranızdan ayrıldım, o problemle uğraştım, onu halletmeye çalıştım. Temenni ediyordum ki, kapanış konuşmasında yapılan konuşmaların bir özetini vereyim. Bu imkândan mahrum oldum. İnşaallah videolara çekilmiş olan konuşmaları sonradan dinlemeyi, izlemeyi düşünüyorum.


Muhterem kardeşlerim! Hepinize candan dualar ederim, Allah razı olsun... Hocamız’ın vefatından sonra da te’sirâtı, tasarrufatı, himmetleri devam ediyor.

Bendenize, “Benden sonra bu vazifeyi sen yaparsın evlâdım!” dediği zaman, ben çok utanmıştım. Şöyle kendimi derleyip, toparlayıp dedim ki:

“—Bu çok büyük bir vazife, ben bunu götüremem, yürütemem, bu yükü taşıyamam!.. Çok ağır bir iş, çok zor bir iş...” demiştim.

Kerîmesi de yanımdaydı. O da:

“—Baba, biz bu işi yapamayız! Çok zor bir iş, muazzam bir iş...” diye söylemişti.

Hocamız o zaman:

“—O zaman size yardım ederler!” demişti.

Yâni, bu bizden olan bir şey değil; Hocamızın vaad ettiği şekilde bir yerlerden bir yardımlar geliyor. Çok olağanüstü bir gelişme ve büyüme halinde devam ediyor çalışmalar... Ben de hayret ediyorum; biliyorum kendi acizliğimi ve hiçliğimi... Ama

olaylar, hizmetler o kadar büyük çapta ki, Hocamızın zamanının meselâ on katı, yirmi katı, elli katı...

Tabii, gelişmenin seyrinin bu tarzda olması normal... “O zaman size yardım ederler!” kerametini aynen görüyoruz. Hakîkaten

476

maddî mânevî, Allah’ın görünen görünmeyen ordularından çok yardım oluyor müslümanlar, özellikle cemaatimiz; Allah razı olsun...

Kendisinin de herhalde himmetleri ve yardımları ve tasarrufâtı da devam ediyor. Rüyalarımızla bizlerle ilgisi devam ediyor.


Medine-i Münevvere’de vefat etmiş olan, bir başka şeyh efendiye bağlı Abdullah Efendi vardı. Allah rahmet eylesin... Hal ehli, sevimli bir zat idi:

“—Ben başka bir şeyhe bağlı olduğum halde, Hocaefendi Hazretleri’nin ilgisi, nezâketi, zarâfeti ve himmeti hâlâ üzerimde devam ediyor.” diye söylemişti. “Hocam’dan görmediğim ikrâmatı kendisinden gördüm.” diye söylemişti. Bazı rüyalarından bahsetmişti.

Hocamızın hakîkaten bugün bizim karşılaştığımız meselelerle

477

ilgili dahi enteresan müdahaleleri oluyor, hayretler içinde kalıyoruz:

Hocamızın vefatı sırasında örfî idare vardı. Kardeşlerimiz endişe içindeydiler. Çünkü bazı kimseler demişler ki:

“—MSP’lileri içeri alıyorsunuz da, Hocalarını niye almıyorsunuz? Onu da alın! Onun da muhakeme edilmesi lâzım, o da suçlu!” demişler.

Böyle bir politik devre idi. Hocamız dünyasını değiştirdi, irtihal-i dâr-ı bekà eyledi. Ama örfî idare var, sıkıntılar var... Hocamız’ın emrini, istihlaf meselesini, vazifeyi bize verdiği meselesini biz ilan edemedik, söyleyemedik. “Bilen bilsin, bilmeyen ne yapalım, dursun!” dedik.

Bazıları rüyalarında bunu görmüşler. İsmen söyleyebileceğim şahıslar var... Meselâ bir tanesi, İsmail Turan Bey Libya’da idi. “Ben Hocamız’ın vefatını ve sizin onun yerine geçeceğinizi gördüm.” dedi. Kendisi Ankara’dadır.


Adapazarı’nın Pamukovası’nda bir köy vardır. Eski bir köydür ve bizim orada eskiden beri köklü ihvanımız vardır. Onlar Hocamız’ın vefatına çok üzülmüşler. Ondan sonra:

“—Ne yapalım, hocasız kalmayalım!” demişler.

Çünkü bir insanın şeyhi vefat edince, bir yere bağlanması lâzım! Terbiyenin tabiatında bu var... Mürşidin yaşayan bir kimse olması lâzım! Eğer vefat etmiş bir kimse ile idare etmek bahis konusu olsaydı, Peygamber Efendimiz kâfi idi. Onun için, mutlaka hayatta olan bir mürşide bağlanması lâzım! Kendi akıllarından birisini düşünmüşler, bulmuşlar ve bağlanmışlar. Benim hiç bir şeyden haberim yok...

Adapazarlı mübarek hacı teyzeler var... Bu hacı teyzelerin dindarlığı da örnek dindarlıktır yâni... Her zaman böyle olmuştur.


عَلَيْكُمْ بِدِينِ الْ عَجَائِز

478

(Aleyküm bi-dîni’l-acâiz)89 “Size acûzelerin dindarlığını tavsiye ederim!” diye buyrulmuştur.

Onlar naklettiler. Rüyalarına Hocamız girmiş, azarlamış:

“—Dönün bakalım tekkemize!” demiş.

Bağlandıkları yerden rüyada döndürmüş.


Bendeniz kardeşiniz Medine-i Münevvere’de idim. “Peygamber Efendimiz’in minberi ile evi arası, cennet bahçelerinden bir bahçedir.” diye rivayet var. Oraya teveccüh çok fazla... Peygamber Efendimiz’in ilk mescidinin olduğu kısmın direkleri özel işaretlerle işaretlenmiştir. Halıları bile değişik renktedir, beyazdır. Orası her zaman rağbet gören kısmıdır mescidin... Başka yerleri tenha olsa bile, orda kalabalık yığılır.

Ben de o güzel yerin cennet havasından istifade etmek için, oraya bir keresinde gittim, epey uzunca bir zaman oturdum. Tabii, yanımıza gelen oluyor, giden oluyor. Şöyle ayak basacak kadar bir yer bulsa, orada iki rekât namaz kılmak isteyenler oluyor. O kalkınca, hemen arkasından birisi derhal orayı kapıyor. Öyle bir rağbetli yer...

Ben orda uzun zaman oturunca; tabii iyi niyetle oturdum, sevap hırsıyla oturdum. Gece Hocamız cennetmekân rüyama geldi. Rüyamda:

“—Evlâdım! Sen mescidin arka taraflarında zikirle meşgul ol, orası daha iyidir. Öbür tarafı çok fazla işgal etme!” dedi.

Yâni böyle günlük olaylarla, bizim aramızda... Şahsıma mahsus bir şey de değil, çünkü arkadaşlardan duyduğum olaylar var... İlgisi, irtibatı devam ediyor.


Medine-i Münevvere’deki bir arkadaşımıza rüyasında görünmüş, demiş ki:

“—Mustafa, haydi Allah’a ısmarladık! Artık gitme zamanımız geldi.”

Kalkmış uykudan, hanımına demiş ki:



89 Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.70, no:1774.

479

“—Hocamız vefat etti.”

“—Nereden bildin?”

“—Benimle vedalaştı.” demiş.

“—Haydi bakalım telefon açalım!”

Telefon açmışlar; öyle... Bunun gibi birkaç misal var bildiğimiz... Yâni, nezâketi o kadar fazla ki, ayrılacağı zaman da böyle sevdiği insanları ziyaret etmiş olduğunu tesbit ettim. Yâni vedalaşmış olduğu, “Haydin, Allaha ısmarladık! Ben gidiyorum artık...” dediğini müteaddit misallerle biliyorum.


Tabii, Allah-u Teâlâ Hazretleri’nden niyazımız, bizi sevdiği yoldan ayırmamasıdır. Esas olan odur.

Hocamız’dan gördüğümüz en büyük edeb, tasavvuf konusundaki en bariz hakîkat, tasavvufun Kur’an-ı Kerim’e, sünnet-i seniyyeye uygunluğudur. Bundan dolayı ne kadar şükretsek, ne kadar sevinsek azdır. Elhamdü lillâh...

Dünya üzerinde pek çok insan var, pek çok iş yapıyor ama, yaptığı Rasûlüllah’ın yolunda olmayınca, bid’at olunca kıymeti olmuyor; ama yine güzel bir şey yaptım sanıyor. Meselâ, yeri gelmişken söyleyeyim: Alevilerin cemevi kurması meselesi...

Şimdi bizim İlâhiyat Fakültesi’nden mezun Ruhi Fığlalı filân var... Ege üniversitesinde rektörlük yaptı. Şimdi Muğla Üniversitesi’nde. Dekanlık yaptı İlâhiyat fakültesinde. Onların kitaplarında okudum, yazılarında okudum:

“—Efendim, tekke gibidir, açsınlar!” diyor.

Açamaz, öyle şey olmaz! Hazret-i Ali Efendimiz’e mensubsa açamaz. Hazret-i Ali Efendimiz cemevi açmışsa, Hazret-i Fatıma Anamız cemevine gitmişse; Hazret-i Ai Efendimiz’le Fâtıma Anamız, cemevinde olduğu gibi kadın erkek, karşı karşıya semah yapmışsa söylesinler. Yapmadıysa, yapamaz! Hazret-i Ali Efendimiz’in yolundayım diyorsa, yapmaması lâzım!

Bir takım insanların bir takım şeyleri kutsal sayması, benimsemesi, ona kudsî duygularla bağlanması başka şeydir; yaptığı şeyin kabul olması başka şeydir. Yaptığı şeyin sünnet-i seniyyeye uygun olması lâzım, Kur’an-ı Kerim’e uygun olması

480

lâzım!


Yetmiş iki millet dahi,

Elin yüzün yumaz değil!


Abdest sadece temizlikse, herkes temizliğini yapıyor. Allah’a inanmak sadece kalpteki bir duygu ise, nice insan var, Allah’a inanıyor... Sırbı da inanıyor. Yunanlısı da belki iyi bir şey yapıyorum diye bu katliamları, bu fecâatleri destekliyor.

Ama ölçü, şeriate bağlılıktır, sünnet-i seniyyeye uygunluktur, Kur’an-ı Kerim’in yolunda olmaktır. Hocamızın o husustaki titizliğini hiç unutamıyorum.


Süleymaniye Kütüphanesi’nde çalışıyordum. Çok güzel yazmalar var, böyle mest oldum. Bazen mecmuatü’z-zevâid

deniliyor, faydalı bilgilerin not alındığı, onların toplandığı kitaplar demek... Oralara da da çok nefis malzeme oluyor. İnsan onları toplasa, anlatsa, kullansa; çok zengin malzeme, güzel malzeme... Ben oradan güzel bir şiir yazdım. Akşam eve geldim. Güzel şiirler, dinî şiirler... Şiirin şu anda unuttum aslını ama, ana çerçeve olarak şöyle bir şeydi:

“—Yâ Rabbi, sana lâyık kulluk yapamadım! Her ne kadar günah işledimse de, biliyorsun ki, sana inanmaktaydım, senin varlığını inkâr etmedim.” filân gibi şâirâne bir duygu işleniyor.

Ben bunu böyle, “Ne güzel söylemiş, mütevâzi söylemiş.” filân diye beğenip defterime yazmıştım. Hocamız kaşlarını çattı:

“—Öyle şey olmaz! Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin kulluğu ciddî iştir, öyle laubâliliğe gelmez; titremek lâzım!” dedi.

Hadis-i şerifte de:90


اُعْبُدُوا اللهَ عَلٰى حَزَرٍ



90 Müsnedü’ş-Şâfiî, c.1, s.67, no:288; Amr Rh.A’ten. Beyhakî, Sünenü’l- Kübrâ, c.3, s.216, no:5599; Şeddâd ibn-i Evs RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.15, s.1372, no:43602.

481

(Ü’budu’llàhe alâ hazerin) “Allah’tan korkarak ibadet edin!” buyruluyor.

Bizim büyüklerimiz, birisi biraz fazla güldü mü:

“—Ne o, niye gülüyorsun bu kadar? Sırat’ı geçtin de mi

gülüyorsun, iş bitti mi yâni? Cehennemden kurtuldun da, cennete girdin de mi bu kadar böyle ferahlanıyorsun?” derlerdi.

Hocamızdan, sağlam yürümeyi, gevşememeyi, sünnet-i seniyyeye sımsıkı sarılmayı; edebiyat babında da olsa, fantazi babında da olsa, sapasağlam takvâ üzere yürümeyi öğrendik. Allah razı olsun, tasavvufun tac, hırka, asâ vs. dış formlardan ibaret olmadığını öğrendik.


Kendisi kerametleri derya gibi çok olan, bir büyük, hakîkî velî olduğu halde; bakın bir motor fabrikası yaptırması gibi bizi teşvik ettiği şeyler var...

Abdül’aziz Hocaefendimiz’in bütün ihvanını üniversitede asistan kalmaya teşvik etmesi... O zaman Teknik Üniversite’den mezun olanlar dışarda öyle yüksek itibar görüyorlardı, o kadar yüksek maaş alıyorlardı ki; “Sen asistan ol!” demek onlara, “Alabileceğin maaşın üçte birini al!” demek... Çünkü devlet memurluğu kadrosundan, hem de böyle tazminatı filan olmadan, az bir miktar veriliyordu asistanlara...

Zâten birçok ihvânımız tahammül edemedi. Asistanlıktan özel hayata kaydılar. Özel hayatın parası çok, cazibesi fazla... Ama bir kısmı profesörlüğe kadar sabrettiler, o ünvanları aldılar. Tekkemizin bu işi teşvik etmesi...


Ankara’da talebelerimizden bazıları hadis kürsüsünde asistan oldular, doçent oldular, belki şimdi profesör olmuştur. Gümüşhaneli Hocamız’ın Râmûzü’l-Ehâdîs’ini alıyormuş, sınıfa geliyormuş, tenkid ediyormuş:

“—İşte bak şurada zayıf hadis var, burada bilmem şu var...” filân diye...

Ben iftihar ediyorum ki, bir tekkede mutad ders kitabının,

482

tedâvül edilen kitabın hadis kitabı olması çok büyük bir şey... Hocamız bana Râmûzü’l-Ehâdîs icâzetini şartlı vermişti.

“—Evlâdım, istediğin hadisleri oku, istediğini atla!” demişti.

Râmûzü’l-Ehâdîs’i yazan Gümüşhaneli Hocamız da, bazı hadisler için: “Bu hadis takibata uğramıştır hadis alimleri tarafından...” diye belirtmiştir. Bazı tabirler var, hadis alimlerinin “Lâ şey’, mevdù’ vs.” dedikleri şeyler var... Onları almış Gümüşhâneli Hocamız... Gümüşhâneli Hocamız mevzù hadisi bilmez bir insan değil...

Ama şundan kaynaklanıyor: Mekke-i Mükerreme’de bir alimle konuşmuştum. Çok zarif bir insan, büyük bir alim, Peygamber Efendimiz’in de sülâlesinden... Ben böyle biraz açtım da meseleyi; kısaca dedi ki:

“—Mutasavvife hüsn-ü zanla bakmış rivayetlere, hadis alimleri de kaşlarını çatarak, keskin nazarla bakmışlar. Biraz böyle sert davranmışlar.” dedi.

Mesele biraz oradan kaynaklanıyor. Bir de Hocamız, bir mevzù hadisi yazsa bile, “Bu hadis mevzùdur.” diyor arkasından... Altında da o mânâyı te’yid eden birkaç hadis-i şerif getirerek:

“—Bak buna bazı alimler mevzû demiş ama, esas itibariyle bunun bir mânâsı vardır; o mânâyı bilmenizi istiyorum!” demiş oluyor. Bir mürşid olarak, o konunun bilinmesini istiyor.


Biliyorsunuz, mevzù hadis bile olsa, söz güzel olabilir, tatlı olabilir. Onun için Süyûtî mevzù hadislerle ilgili kitabına: “El- Leâlî el-Mesnûat: Yapma İnciler” diyor.

Neyse, o kardeşimiz tenkid etmiş. Hadis alimleri biraz böyle fazla sert oluyorlar, tenkid ediyorlar. Etsin ama, tenkidin de ilmî âdâbı vardır. Ulemanın ihtilâfı vardır. Çağların değişmesi ile, yeni gelen insanların öğrendiği bazı bilgiler dolayısıyla, eskileri tenkidi vardır. Çok samîmî bir İslâm alimi Gazâlî’nin bazı fikirlerine katılmayabilir. Çok samîmî bir zât, Muhiddîn ibn-i Arabî Hazretleri’ne iştirak etmeyebilir. İmâm-ı Rabbânî şu kanâattedir de Muhiddîn ibn-i Arabî Hazretleri şu kanâattedir... vs. Bu ayrı mesele, bunlar olabilir.

483

Ama ben tekkemizde ders kitabının bir hadis kitabı olmasını çok büyük bir şey olarak görüyorum, çok güzel bir işaret olarak görüyorum. Kardeşlerime farklı hadis kitapları da söylüyorum: “—Riyâzü’s-Sàlihîn’i okuyun, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın neşrettiği sahih bir hadis kitabıdır. Toplantılarınızda onu okuyun!” diye söylüyorum.


Ben de kendimin niçin Hocamız’a halef seçildiğimi bilemiyorum. Allah’ın bir nasibi bu böyle... Babam, “Küçükken birtakım rüyalardan tahmin ediyorduk.” filân diyor. Ben yeni evlendiğim zamandan Hocamız söylerdi:

“—Evlâdım, benden sonra bu vazifeyi sen yapacaksın!” derdi, ben utanırdım.

Sanırdım ki, “Hocamız 120 - 130 -140 yıl yaşayacak da, ben de ihtiyarlayacağım, öyle olacak.” filân diye düşünürdüm.

Ama bir şey var kendi kendime düşündüğüm: Ben de liseden beri şu, “Telli sazdır bunun adı/ Ne ayet dinler ne kadı.” gibi şiirlere çok kızardım. Fuzûlî vaize çatmışsa, ona çok kızardım.

484

Bayağı bir koyu şeriatçıydım, sert bir insandım. Birisi böyle biraz vaize, hocaya çattı mı; üstüne bir çarpı işareti koyardım, defterden silerdim, kızardım. El-hamdü lillâh şeriate sımsıkı bağlılığımız vardı.

Allah’a hamd ü senâlar olsun, Hocamız’dan bunu gördük. Yâni, tarikatın şeriate uygun olması gerektiğini gördük ki, bu çok büyük bir şey!


Başkalarına baktığımız zaman, böyle merasimler, usüller ve sâireler görünce, anlıyoruz. Misalle anlatayım ne demek istediğimi:

Konya’da İzzet Koyunoğlu’nu ziyarete gitmiştim.

“—Esad Bey, ben sana bir eşik ayini göstereyim!” dedi.

Bir adamını çağırdı:

“—Eşik ayini yap bakalım!” dedi.

Biz odada oturuyoruz. İzzet Koyunoğlu Konya’da kitaplarını bağışlayan, evi müze yapılan şahıs... Bir eşik ayini yaptı gelen şahıs... Sağ ayağının başparmağını sol ayağın başparmağı üzerine koydu.

“—Niye düz basmıyorsun da öyle koyuyorsun?”

Bir mânâsı varmış. Ama bu mânâ nereden çıkıyor, hangi kaynaktan geliyor? Şöyle yaptı, böyle yaptı... Eşik öptü, sağ tarafını öptü, sol tarafını öptü... Bu ne? “Bu eşik ayinidir falanca tarikatta, Bektâşî Tarikatı’nda...” filân diye söyledi.

Evet, her tarikatın bir ayini oluyor; mühim olan, sünnet-i seniyeyye uygun olması... Sünnet-i seniyyeye uygun değilse, nasıl savunacaksınız, nasıl müdafaa edeceksiniz, ne diyeceksiniz?

Doğruyu, eğriden nasıl ayıracaksınız? Kıstas şeriatin ahkâmı, haber-i sâdık olmadıktan sonra ne yapacaksınız?


El-hamdü lillâh, Allah’a hamd ü senâlar ediyorum ki, Allah-u Teâlâ bizi şeriatçı mutasavvıflar eyledi, şeriatten ayırmadı. Hocamız’dan takvânın üstün olduğunu gördük, tevâzùun üstün olduğunu öğrendik. Halka hizmetin ibadet olduğunu öğrendik. Ziyaretin en sevaplı iş olduğunu öğrendik. Dönüp de şöyle

485

söylemişti:

“—Şu ziyaretlerimiz olmasa, bizim halimiz nice olur?” demişti.

Yemek yemeğe gidiyoruz, ihvânın ihvâna toplantısı... Çok teşvik ederdi Hocamız, ziyaretlere çok önem verirdi.

Kardeşin kardeşi sevmesini öğrendik. Bizim bir imam kardeşimizle, müezzin kardeşimizin bir camide ihtilafı olmuş. Gelmişler:

“—Efendim, bunlar biraz çekişiyorlar; ne tavsiye edersiniz?” demişler.

“—Dervişliği tavsiye ederim.” demiş kısaca...

Yâni, hoş görecek; o ona kızmayacak, o ona tahammül edecek. İdare edecekler, problem çıkmayacak. Problem çıktı mı, dervişlik yapılmıyor demektir. “Dervişliği tavsiye ederim!” demiş.


Yine bir imam:

“—Efendim, Televizyon olsa evde, ne mânii vardır. Düğmesi yok mu düğmesini çeviririz, istemediğimiz sahneyi kapatırız.” demiş. Celâllenmiş Hocamız o zaman, şöyle doğrulmuş aslan gibi:

“—Onu yapmak için evliyâ olmak lâzım!” demiş, bir azarlamış onu… Düğme var ama, haydi bakalım kapat... Filmin en heyecanlı yerinde kapatamazsın. Zaten kapatıncaya kadar, iş işten geçer.


Ankara’da vaaz verdim, hadis dersini verdim, eve geldik.

“—32. Gün’de Yusuf İslâm’ın programı var!” dediler.

Birkaç sene önce bu... Yusuf İslâm da müslüman olmuş bir kardeşimiz... Ben hasta olduğum zaman, hastaneye de ziyaretimize filan gelmişti. Biraz muarefemiz oldu.

“—Dur bakalım, şunu seyredelim·” dedik.

32. Gün programı... Programı hazırlayan da Mehmed Ali Birand... Tilki gibi düşünmüş, taşınmış, “Müslümanlara nasıl oyun ederim?” diye... Yusuf İslâm’ı gösterecek programında ama

baş tarafına müstehcen bir film konusu koymuş. O müstehcen filmden, müstehcen sahneler var; önce onları koymuş. Belki kıs

486

kıs da gülüyordur, “Müslümanları, yobazları, softaları amma oyuna, tuzağa düşürdüm!” diye.

Biz Yusuf İslâm’ı beklerken, karşımıza en müstehcen sahneler çıkıverdi. Kaçıncaya kadar iş işten geçiyor. Ok yaydan fırlamış oluyor. Zor...


Onun için böyle takvâya dayalı, sünnet-i seniyyeye bağlı, Kur’an yolunda bir yol gösterdi bize Hocamız...

Allah-u Tealâ Hazretleri bizi Kur’an-ı Kerim’inden ayırmasın... Sünnet-i seniyyesine temessük ederek yaşamayı nasib eylesin...

Zahirde kalıp, batının esrarını bilmeyen, bir nevî cahil durumunda kalan insanlardan eylemesin... Ma’rifetullah’ın esrârına âşinâ eylesin... Tarikatın esrarına, âdâbına, ahlâkına sahib eylesin... Böylece arif-i billâh, Allah’ı bilen arif kullar olarak yaşamayı, àşık-ı sàdıklar olarak hayırlı işler yapmayı nasib eylesin...

Huzuruna sevdiği razı olduğu bir kul olarak varacak bir ömür sürmeyi, cümlemize lütfuyla keremiyle nasib ve müyesser eylesin... Tevfikını cümlemize refîk eylesin... Büyüklerimizin yolunda bizi daim eylesin... Cennette o mübarek büyüklerimizle bizleri buluştursun...

Hepinizi hürmetle selâmlıyorum.

Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!


13. 11. 1995 - Asfa / İSTANBUL

(Sempozyum Kapanış Konuşması)

487
68. MEHMED ZÂHİD KOTKU (RH. A) VE TASAVVUF