02. HOCAMIZ’I ANARKEN
Prof. Dr. Mahmud Es’ad COŞAN
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Hamden kesîren tayyiben mübâreken fîh... Kemâ yenbağî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih... Ve’s-selâmü alâ hayra halkıhî seyyidinâ ve senedinâ ve üsvetüne’l-haseneti muhammedini’l-mustafâ... Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’l-cezâ...
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Vefalı dostlarım! Kadirşinas müslümanlar!
Allah hepinizden razı olsun... Bir sevgi ve saygı nişânesi olarak, her gittiğimiz yerde sizin gibi ihvanımızın, dostlarımızın, müslüman kardeşlerimizin böyle toplantılara büyük kalabalıklar halinde katıldıklarını görüyoruz.
Hatm-i şerifler indirmişler, kelime-i tevhidler çekmişler, “Bunları Hocamız’ın aziz ruhuna hediye etmek istiyoruz.” diye kâğıtlar yazıp göndermişler. Allah cümlenizden razı olsun... Dünyanın ve ahiretin her türlü hayırlarına, nimetlerine cümlenizi sevdiklerinizle beraber erdirsin...
a. Sàlih İnsanların Anılması
Biliyorsunuz, Rabbimiz CC Kur’an-ı Kerim’de bize, bazı sevgili kullarının hayatlarını kendisi anlatıyor:
وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ مَرْيَمَ (مريم:٦١)
(Ve’zkür fi’l-kitâbi meryem) [Kitapta Meryem’i de an!]
(Meryem, 19/16)
وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ إِبْرَاهِيمَ (مريم:١٤)
(Ve’zkür fi’l-kitâbi ibrâhîm) [Kitapta İbrâhim’i de an!] (Meryem, 19/41) gibi ayet-i kerimelerde, çeşitli peygamberlerin, çeşitli Allah’ın mühim, kıymetli kullarının hayatlarından, bizim ibret almamız gereken hususları ayet-i kerimeler kaydediyor.
Peygamber SAS Efendimiz’in hadis-i şeriflerinde, geçmiş ümmetlerden mübarek şahısların hayatlarıyla, onların ibretli halleriyle, sözleriyle ilgili anlatımlar var... Bunların hepsi kıssadan hisse almak içindir. Bu büyük zatların hayatları bizler için birer meş’aledir. Bizim onların düşüncelerinden, ibadetlerinden, hallerinden, sözlerinden çok dersler çıkarmamız mümkündür. İbret almamız lâzımdır.
Onun için, Peygamber SAS Efendimiz’in de hayatı, en küçük teferruatına kadar tesbit edilmiştir. Şu dünya üzerinde yaşamış, gelmiş geçmiş insanlardan hiç birine nasib olmamış bir mükemmellikte ve derin bir şevk ile, çok teferruat halinde, Peygamber Efendimiz SAS’in hayatı tesbit edilmiştir. Sözleri, fiilleri, tavsiyeleri hadis-i şerif kitaplarında kaydedilmiştir. Siyer ve megâzi kitaplarında vardır.
Ashâb-ı kirâmın hayatıyla ilgili muazzam eserler te’lif edilmiştir; Üsdü’l-Gàbe, el-İstiâb gibi... Evliyâullahın hayatıyla ilgili eserler yazılmıştır; Tezkiretü’l-Evliyâ, Tabakàtü’s-Sùfiyye
gibi...
Tabii burada, bir; sàlih insanların anıldığı yerlere rahmet iner. O mekân mübarekleşir. O topluluğun üzerine Allah’ın lütufları yağar. Bu fayda var... Bir de; iyi insanların konuşulması, nümûne gösterilmesi örnek olur. Bir model olarak, hayatını tanzim etmek isteyenlere bir nümûne-i imtisâl olur. Onun için, büyüklerin hayatların okumakta, takip etmekte, öğrenmekte çok büyük zevk ve çok büyük fayda vardır. Çok büyük bereket vardır.
Onun için Hocamız cennet mekân da, tekkemizin ilk neşriyatı arasında Tezkiretü’l-Evliyâ kitabını neşretti. Asıl Attâr’ın Tezkiretü’l-Evliyâ’sının küçük bir özetidir o... Daktilosunda bizim de üniversite talebesi iken emeğimiz geçtiği için de sevinçliyim, el- hamdü lillâh... Böyle bir Tezkiretü’l-Evliyâ kitabı neşrederek başlamıştık.
Şimdi, Peygamber Efendimiz’in sahabesinin hayatı ile ilgili eserler neşredildi. Bizim kendi Sehâ Neşriyat’ımızdan, dergilerimizin yıllık abone hediyeleri arasından sizin de kütüphanenize ulaşmıştır.
Peygamberler, (Aleyhimü’s-salevâtü ve’t-teslîmat); onların hayatları da bizim için çok ibretlidir. Onların hayatını mutlaka öğrenmeliyiz, çocuklarımıza öğretmeliyiz.
Tabii, Hocamız cennet mekân, velînimetimiz efendimizin hatırası gönlümüzde dipdiri duruyor. Hatırası, nasihatleri aklımızdan çıkmıyor. Onun vefatından sonra bir kerameti de, Allah’ın ona bir ikramı da bu olsa gerektir ki, başka hiç bir beşere nasib olmayacak bir cemm-i gafir büyük kalabalıkla, coşkun bir şekilde, Kur’an-ı Kerim’e ve sünnet-i seniyyeye uygun olarak, devamlı bir anılma halinde... Devamlı kabrine hatimler yağmakta, kelime-i tevhidler gönderilmekte... Bir muhteşem, bir acâib, bir ibret alınacak, şaşılacak hal coşkulu bir şekilde devam ediyor.
Allah’ın bir büyük ibretli hadisesi...
b. Allah’ın Sevgili Kulları
Muhterem kardeşlerim! Halkımız kolayca anlaşılsın diye söylemiş:
“—Bal bal demekle, ağız tatlı olmaz!”
“—Köre renkler tarif edilemez!”
Görmeyen, tatmayan bir insana, hiç görmediği, tatmadığı şeyleri lâyıkıyla anlatmak mümkün olmuyor. Onun için temenni ederdik ki, Hocamızı tanısalardı genç kardeşlerimiz... Tanıyanlar, anlatılanların onun şanı hakkında çok küçük bir nebze, küçük bir ışık, az bir anlatım olduğunu hissediyorlar. İçlerindeki coşkun hatıraların yanında, ibretli olayların yanında, anlatılanlar —tabii zamanla da mukayyed olduğu için— kısa kalıyor.
Ben bununla şunu söylemek istiyorum, muhterem kardeşlerim! Herkes babasını sever, annesini sever, ahirete göçmüş insanları sever. Bir insanın böyle arkasından hayırla anılması, ona büyük fayda sağlar, hiç şüphe yok ki... Gönderilen dualar, hatimler onun ruhuna fayda sağlar. Fakat, burada ben bilhassa bir şeye işaret etmek istiyorum ki, insanların çoğu bu meseleleri bilmiyorlar:
Allah-u Teâlâ Hazretleri mü’minlerin bir mukarrabîn zümresi olduğunu, Kur’an-ı Kerim’de Vâkıa Sûresi’nde bildiriyor:
وَالسَّابِقُونَ السَّابِقُونَ . أُوْلَئِكَ الْمُقَرَّبُونَ . فِي جَنَّاتِ النَّ عِيمِ
ثُلَّةٌ مِنْ الَْْوَّلِينَ . وَقَلِيلٌ مِنْ الْْخِرِينَ (الواقعة:٠١-٤١)
(Ve’s-sâbikûne’s-sâbikûn. Ülâike’l-mukarrabûn. Fî cennâti’n- naîm. Sülletün mine’l-evvelîn. Ve kalîlün mine’l-âhirîn) [Hayırda önde olanlar, ecirde de öndedirler. İşte bunlar naîm cennetlerinde Allah’a en yakın olanlardır. Onların çoğu önceki ümmetlerden, birazı da sonrakilerdendir.] (Vâkıa, 56/10-14)
Eskilerden kalabalık, çok ama yenilerden az... Yâni, Allah’ın peygamber gönderdiği devirde, Allah’ın emirlerinin iyi bilindiği, anlaşıldığı zamanda bu çeşit insanlar çok... Ashâb-ı kirâm, asr-ı saadete yetişmiş mübarek zâtlar tabii çok... Ama sonradan, dini bilmek, dini Rasûlüllah’ın anlattığı gibi, Kur’an-ı Kerim’in belirttiği gibi yaşamak ayrı bir iş olduğundan, sonralara doğru emsâli az olan, emsâli az bulunan, ender rastlanılan insanlar...
İnsanlar kendi bilgilerine, görgülerine, anlayışlarına, zevklerine göre etrafa bakıyorlar. Çeşitli insanları tanıyorlar ve hürmet ediyorlar. Alimlere, hocalara, dindarlara, büyüklere, mevkî makam sahiplerine çeşitli şekillerde teveccühler, sevgiler, bağlılıklar, riâyetler, hürmetler olabiliyor. Fakat Hocamız cennet mekân, —ehlullahın, büyük zatların, kendisinin dinî bilgisi olup ayrıca tasavvufî makamı olan kimselerin de ifade ettikleri bir husus— çok müstesnâ, çok büyük bir zât idi. Allahu a’lem, kendisinin kutbü’l-aktâb olduğu, zamanının kutbu olduğu, rüyalarda bazı kardeşlerimize bildirilmiş, gösterilmiş bir kimse...
Büyük zatlara, Allah’ın sevgili kullarına, Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin ikramları oluyor. Bu ikramlara kerâmet diyoruz. Kerâmet, ikram kökünden gelen bir kelime... Kerâmet sahibi bir adam... Ne demek? Allah tarafından kendisine ikram olunmuş; bazı özel meziyetler ve kabiliyetler veya bazı özel olaylarda olağanüstü birtakım imkânlar kendisine ikram olunmuş mânâsına... Kerâmet bu... Yâni, kerameti veren Allah... Keramet insanın kendi malı değil, Allah’ın o kula ikramı... Binâen aleyh, Allah’ın sevgili kullarına verdiği bir ikram...
Allah’ın sevgili kulları muhtelif zamanlarda olmuştur. Bunların kadrini, kıymetini zamanında insanlar bazen bilmiştir; bazen de anlayamamış olabilirler. Meselâ, Peygamber SAS Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki:1
1 Müslim, Sahîh, c.IV, s.2024, Birr ve Sıla 45/40, no:2622; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XIV, s:403, no:6483; Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.364, no:7932; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.331, no:10482; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.I, s.7;
رُب أشْعَثَ أَغْبَرَ، لَوْ أَقْسَمَ عَلَى الله لَْبَرَّه (م . حب. ك. هب. عن أبي هريرة؛ طس. هب. عد. خط. عن أنس)
(Rubbe eş’ase ağbera) “Nice saçı başı dağınık, üstü başı tozlu topraklı insanlar vardır...” Bu insanlar konuşsa, kimse sözüne değer vermez. Çünkü üstünde üniforması, zenginlik alâmeti, böyle bir tâcı, hırkası, albenisi yoktur. Kaybolsa kimse aramaz, “Nerde kaldı bu adam?” demez. Zenginin birisi kaybolsa, tabii hemen, “Ne oldu, beyefendi, nerelerde kaldı? Hasta mı acaba?” derler. Kız istese; “Ne maaş alıyorsun, nasıl geçindireceksin bizim kızı?” diye sorar, düşünür, kimse kız vermek istemez kendisine...
Demek ki halk kıymetini bilmiyor. Konuşsa dinlemiyor, kaybolsa aramıyor, kız istese vermiyor. Ama buyuruyor ki, Peygamber Efendimiz:
(Lev aksame ale’llàhi leeberrehû) “Eğer bir yemin etse, ağzından bir yemin çıksa; Allah onun yemini doğru çıksın diye, söylediği sözü yapar.” Naz ehli... Allah indinde makamı var, sevgili kul... Yemin etse, yemin ettiği şey olur. Öyle sevgili kul...
Tabii, bu sevgili kullar... Peygamberler Allah’ın sevgili kullarıdır. Onlarda keramet değil, mucizeler zâhir olmuştur. Sahabe-i kirâm, Allah’ın sevgili kullarıdır. Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz’in, Hz. Ömer Efendimiz’in, Hz. Osman Efendimiz’in,
Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.VII, s.219; Tahàvî, Müşkilü’l-Âsâr, c.II, s.173, no:573; Ebû Hüreyre RA’dan.
Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.I, s.264, no:861; Bezzâr, Müsned, c.II, s.288, no:6459; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.331, no:10482; Ebû Nuaym, Hilyetü’l- Evliyâ, c.I, s.350; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.370, no:1236; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.108; İbn-i Hibbân, es-Sikàt, c.III, s.27, no:93; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.III, s.314; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.III, s.203, no:1247; Tahàvî, Müşkilü’l-Âsâr, c.II, s.178, no:578; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.267, no:3245; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
Mecmaü’z-Zevâid, c.X, s.466, no:17918;Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.286, no:5924, 5925; Câmiu’l-Ehàdîs, c.XIII, s.96, no:12646-12648; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.512, no:1364.
Hz. Ali Efendimiz’in, diğer sahabe-i kirâmın nice nice olağanüstü halleri, kerâmetleri vardır. Ondan sonra, onların yolunda yürüyen Kur’an ehli, sünnet ehli mübarek zâtların da nice kerâmetleri vardır ve bu, kıyamete kadar da devam edecektir. Allah’ın sevgili kulları devam edecektir; Allah’ın sevgili kullarına da Allah’ın ikramı elbette devam edecektir.
Her şeyin sahtesi olduğu gibi, kerâmet sahibi mübarek insanların sevildiğini, sayıldığını, etrafında toplanıldığını görüp de, sahtekârlar da çıkmıştır. Peygamber Efendimiz’in zamanında, yalancı peygamberler çıkmıştır. Sonra öldürüldü kimisi, kimisi helâk oldu.
“—Peygamber Efendimiz, okuyup a’mânın gözüne elini sürdüğü zaman, gözü açılırmış.” diye rivayet ediliyor.
Yalancı peygamber de:
“—Getirin benim yanıma bir a’mâyı, ben de ona dua edeyim; bak onun da gözü açılacak!” diyor.
Bir gözü kör olmuş adama dua ediyor, elini sürüyor; öteki gözü de kör oluyor. Allah onun yalancı olduğunu o haliyle gösteriyor.
Yalancı peygamberler olduğu gibi, insanların teveccühünü kazanmak için, kendisinde bir şey olmadığı halde, iddia ile ortaya çıkmış insanlar da olmuş olduğundan, büyüklerden bir tanesi diyor ki… Güzel bir söz, hoşuma gidiyor benim, dergide de yazmıştım:2
من اظهر كراماته فهو مدَّعٍ ، ومن ظهرت عليه الكرامات فهو الولي.
(Men azhara kerâmâtihî fehüve müddein) “Kendisinin keramet ehli olduğunu söyleyen, kerâmetfuruşluk yapan, keramet satan, halka kendisini öyle göstermeğe çalışan kimse; bu palavracıdır, müddeîdir, iddia sahibidir. Ama, boş bir iddia sahibidir. (Ve men
2 Sülemî, Tabakàtü’s-Sûfiyye, c.I, s.114, Muhammed ibn-i Ulyân, no:5.
zaharat aleyhi’l-kerâmâtü fehüve’l-veliyyü) Bir kimsenin üstünde kendisi bir şey iddia etmeden, boynu bükük mütevâzi iken, kerâmetler zâhir oluyorsa; işte hakîkî velî odur, asıl velî odur.”
O saklar kendisini... “Çok âcizim, çok bîçâreyim, çok günahkârım...” der. “Bir hiçim... Allah’ın asi mücrim kullarından bir yüzü kara kulum!” der. Ama hallerinden, hareketlerinden her hali, bir olağanüstü haldir, bir keramettir. Herkes her halde böyle bir müstesnâ durumu görür. İşte hakîkî veli bu... Kendisi kendisini bir hiç olarak görüyor, dışardakiler kerametlerini müşâhede ediyorlar.
Bunu şu bakımdan anlatıyorum: Hocamız cennet mekân, böyle bir kimse idi. Öyle mütevâzi bir kimse idi ki, öyle de hoş giyinirdi ki... An’anevî kıyafetle giyinirdi. Meselâ, evde entari giyerdi. Kuşaklı, entarili, mestli, sakallı bir insan... Son derece tatlı... Dışarda şalvar giyerdi. Şalvarı da medhederdi:
“—Bak, bu şalvarı kaç yıldır kullanıyorum. Önü eskirse, arkasına çeviriyorum; arkası eskirse önüne çeviriyorum. Önü, arkası yok... Çok rahat...” derdi.
Bize tatlı tatlı anlatmağa çalışırdı. Uzun giyinirdi. Sakalıyla, her şeyiyle sünnete uygundu.
Konuşması; şöyle bir Anadolu şivesiyle konuşurdu, o da halkın hoşuna giderdi. Tabii, lügat parçalamak, çok edebî konuşmak bir soğukluk meydana getirir. Ama halktan bir insan gibi onların telaffuzuyla konuşmak, halkın hoşuna gider. Hocamız da kendisi halktan bir kimse olarak telaffuzunu değiştirmeğe kalkışmazdı.
Halk tipi bir konuşmayla konuşurdu ama, herkes baktığı zaman onu tonton, sevimli bir hacı amca diye görürdü ama, öyle değildi. Çok yüce, çok yüksek makamı olan bir kimse idi. Tanıyanlar ve ben kardeşiniz; birçok kimse tanıdık biz... İstanbul’da, yurtdışında, muhtelif yerlerde... Çok müstesnâ bir insandı Hocamız... Başkalarıyla mukayese edilemeyecek çok müstesnâ bir hali vardı.
Farsça bir beyit var:3
علم کان نبود ز حق بی واسطه
او نپايد همچو رنگ ماشطه
İlm kân nebüved zî hak bî vâsıta,
U nepâyed hemçü reng-i mâşita…
[Hak’tan ilham yoluyla vasıtasız olarak gelmeyen ilim, gelin süsleyen kadının ona sürdüğü renk gibi geçici olur, uçar gider.]
İlim Allah’tan doğrudan doğruya kulun gönlüne gelmezse, taşıma suyla değirmen dönmez. Dünya bilgileri bir yerde biter. Susar kalır, ilim sahibiyim diyen insanlar.
Hocamız öyle değildi. O kadar çok, o kadar derin mânâlar bulurdu ki; bazen bir ayet üzerinde, bir hadis üzerinde aylarca konuşurdu. İlâhiyat fakültesi hocası olarak ben hayret ederdim; “Hocamız bu kadar ince mânâları nereden buluyor, nasıl buluyor, ne kadar güzel düşünmüş... Haa, işin burası da ne kadar enteresan!” diye... Yâni, gürül gürül Cenâb-ı Mevlâ’dan gelen bir ilm-i ledün böyle kelimelerinden, mübârek ağzından dökülürdü Hocamızın...
c. Hocamızdan Birkaç Hatıra
Yakınlarda vefat etti, Mardinli bir Şeyh Ziyâeddin Efendi vardı. O da rahmet-i Rahmân’a kavuştu. Cümle geçmişlerimizle berâber Allah ona da rahmet eylesin, kabri nur olsun... Kendisiyle Gölcük’teki yerimizi açmak için, orada konuşmak için gittiğimizde tanışmıştık. Demişti ki:
“—Vallàhu’l-azîm, kerâmetleri zâhir bir kimse idi. Ben daha ilk defa huzuruna gittiğim zaman —Mehmed Zâhid Hocamızın—
3 Mevlânâ, Mesnevî, 3449. Beyit.
iki kerametini şıp diye ilk gidişimde gördüm.” diye anlatmıştı rahmetli...
Kapıdan girer girmez, Hocamız şöyle başını kaldırmış, bakmış:
“—Ooo, hoş geldiniz! Hem seyyid, hem şeyh!” demiş.
“—Hem seyyid olduğumu, Peygamber Efendimiz’in sülâlesinden olduğumu bildi; hem de şeyh olduğumu bildi. Halbuki kapıdan giren bir insanım işte...” diyor.
Bakışı böyle olan bir kimseydi. Tanıması böyle tanıma olan bir kimseydi.
Bizim çok sevdiğimiz bir doçent kardeşimiz var [Yusuf Ulçay]... Amerika’da dokuz yıl tahsil gördü. O anlatıyor: “Ben talebe iken kendi kendime bir oyun kurdum. Hayal oyunu...” Demiş ki:
“—Gözümü kapatayım, böyle bir mübarek nurlu, beyaz sakallı bir insan hayalime getireyim... Onunla dertleşeyim, konuşayım.” Bunu da yapmış. Gözünü kapatıyormuş zaman zaman... Gözünün önüne aksakallı, biraz böyle tonton, kırmızı yanaklı bir ihtiyar tasavvur ediyormuş. Tanıdığı bir insan değil, kendi hayalinden bir insan tasavvur ediyormuş. “İşte bugün şu oldu vs.” diye konuşup dertleşiyormuş onunla akşamları... Kendi hayal oyunu...
“—Sonra ortaokul bitti, lise bitti. Bursa’da yüksekokulda okurken staj için İstanbul’a geldim. Arkadaşlar aracı oldular, Mehmed Zâhid Hocaefendi’nin yanına gittim. Bir de baktım ki, ortaokuldan beri hayalimde canlandırdığım şahıs karşımda! Ortaokuldan beri hayal olarak düşündüğümü sandığım kimse, meğer Mehmed Zâhid Efendi imiş.” diyor.
İnsanın rüyasına böyle, o hayal ediyorum sanırken, hayaline girmek... Özel bir durum bu... Herkesin yapabileceği bir şey değil... Artık bunun izahı nasılsa... Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin çok müstesnâ, ibretli bir hadisesi...
Sonra yine, benim dikkatimi çeken hadiselerden birisi, Dr. Sedat Bey’in hadisesi... İsimleri de söylüyorum ki, hayattadır, tahkiki de mümkündür.
Biz de tabii, sizler gibi fizik kimya okuduk, maddî ilimleri
okuduk, gazeteleri okuduk, inkârcıların inkârlarını okuduk... Kerametleri inkâr edenleri okuduk... Radikalleri biliyoruz, dergilerini takip ediyoruz... Üniversite hocalarını biliyoruz. Bizde de bu asrın insanında olan duyguların, düşüncelerin, şüphelerin hepsi var... Fen bilgileri de var, bu dinsizlerin dine yaptıkları hücumlar hakkında bilgiler de var... Radikallerin tenkitleri var, selefiyim diyen insanların fikirleri var, Vehhâbîlerin fikirleri var... Hepsini biliyoruz, okuduk. Yâni, “Acaba?” diyor insan... Sütten ağzı yanınca, yoğurdu üfleyerek yermiş ya insan... Onlar da sütten ağızları yandığı için, yoğurdu üflüyorlar.
Ben Hocamızın hayatıyla ilgili birkaç satır yazmıştım ve kitaplarının önsözüne onu koymuşlardı. Bizim böyle radikal dindar kardeşlerimiz, kızmışlar benim satırlara... “Olmaz böyle şey! Küfürdür, şirktir; olur mu?” filân demişler. Oluyor... Olanı, gördüğümü yazdım ben... Ben sizin düşüncelerinizi anlıyorum. Ama, siz böyle bir zat görmediniz, bu olayları onun için inkâr ediyorsunuz; ben gördüm, gördüğümü yazıyorum.
Şimdi, Sedat Bey rüyasında üç defa bir zatı görmüş. Sedat Bey’e demiş ki, o mübârek zat: “Evlâdım bana gel, yanıma gel!” demiş. Allah Allah! Üç defa bir şahıs rüyasına girdi, “Gel yanıma!” diyor ama nereye gidecek? Kim bu? Adres yok, telefon yok... Rüyada “Bana gel!” deniliyor sadece...
Tabii, liseyi bitirmiş, tıbbiyeyi kazanmış, üniversiteye İstanbul’a gitmiş. İstanbul’da Kumkapı yakınında, Kadırga Yurdu diye bir yurt var; orda kalıyorlarmış. Yurdun mescidi var... Muhtelif fakültelere giden arkadaşlar da orda namaz kılıyorlar; akşamları, yatsıları, sabahları... Fakat bazı akşamlar, yurttaki dindar arkadaşlar bir yere kaybolup gidiyorlarmış. Bir gün dayanamamış, demiş ki:
“—Siz nereye gidiyorsunuz bazı akşamlar? Kayboluyorsunuz. Aranızda fıs fıs bir şeyler konuşuyorsunuz, topluca bir yere gidiyorsunuz. Nereye gidiyorsunuz?” Demişler ki:
“—Bir hoca var, Mehmed Zâhid Hoca diye... Zeyrek’te Ümmü
Gülsüm Camii’nde sohbetler yapıyor. Çok mübarek bir insan... Onun sohbetlerine gidiyoruz. Yâni gizli değil, istersen sen de gel!” demişler.
O da “Pekiyi!” demiş, o da dindar... İlk defa o da kalkmış, o arkadaşlarıyla beraber bizim Zeyrek Ümmü Gülsüm Camii’ne gelmiş. Kendisi birkaç defa anlattı da, ben ondan şu kulaklarımla duydum. “Bir de baktım ki, beni rüyada üç defa çağıran şahıs, o şahıs!” diyor.
“Namazdan sonra caminin ortasında oturdum. Cemaat biraz dışarı çıktıktan sonra, ben hâlâ oturuyordum. Hocaefendi mihrabda oturuyordu, ben de caminin orta kısmındaydım. Bir iki defa kaşlarını kaldırdı, ‘Sen gitme!’ der gibi bana işaret etti. Nihayet herkes gitti, ben olduğum yerde kaldım. Ben zannettim ki beni çağıracak. Kendisi kalktı yerinden, geldi benim yanıma... Dizlerini dizlerime dayadı:
‘—Bizi de epeyce beklettin!’ dedi.”
Yâni, “Gel dedim de, çabuk gelmedin!” demiş. “Otur!” demiş, ders vermiş.
Muhterem kardeşlerim! Emin olun, hayat şu materyalist insanların inkâr ettikleri gibi değil... Çok değişik, çok enteresan tarafları var...
Gümüşhaneli Ahmed Ziyâeddin Hocamız hayatta iken, Medine-i Münevvere ahalisinden Muhammed isminde bir şahsı rüyasında, “İstanbul’a gel!” diye çağırmış. Medineli, kendisi Arap... Seyyid, Peygamber Efendimiz’in sülâlesinden... O da atlamış vapura, kalkmış, İstanbul’a gelmiş. Bir rüya üzerine, Medine-i Münevvere’den deniz yoluyla İstanbul’a gelmiş. Ama, adres yok... İşte rüyada “İstanbul’a gel!” dedi bir sakallı şahıs, ondan geldi. Çıkmış vapurdan... Yürürken bir şahıs yanına yanaşmış:
“—Sen Medineli Muhammed filânca mısın?”
“—Evet!” demiş.
“—Düş peşime!” demiş.
O önden, bu arkadan bir yere gelmişler. Bir hocaefendinin yanına girmişler. El öpmüş... Bir de bakmış ki, rüyada kendisini İstanbul’a çağıran, gel diyen şahıs... O şahıs demiş ki:
“—Yandaki odaya hemen geç; tasavvufî eğitime, halvete gireceksin!” demiş.
O da yandaki odaya geçmiş. Kendisini getiren arkadaşa sormuş:
“—Yâhu burası neresi, bu zât-ı muhterem kim?” demiş.
O şahıs demiş ki:
“—Burası Gümüşhaneli Tekkesi... Bu zât-ı muhterem de, Ahmed Ziyâüddin-i Gümüşhanevî Hazretleri...”
Bu hadiseyi, daha üç beş gün önce, o şahsın torunundan dinledik. Yâni irşada lâyık olmuş olan bir insanı, taa Medine-i Münevvere’de iken görüyor, onu çağırıyor rüya yoluyla ve terbiyesini yapıyor.
Bunlar olmuş hadiseler olduğu için, ibretli hadiseler olduğu
için arz ediyorum. O radikal kardeşlerime, vehhâbî meşreb, selefî meşreb kardeşlerime; veya materyalist insanlara, mâneviyâtı anlamayan, bilmeyen insanlara; büyük alimlerin, mürşid-i kâmillerin hallerini, işlerini, makamlarını, vazifelerini bilemeyen insanlara delil olarak, isimle böyle arz ediyorum, bu meseleleri...
Babam, bir hadiseyi kendisi anlattı: Babam henüz daha sakal bırakmamış. Orta yaşlı bir zat durumunda iken, Hocamız Bursa’dan İstanbul’a, Ümmü Gülsüm Camii’ne gelmiş. Abdül’aziz Hocaefendi vefat ettiği için gelmiş. Babam da hafız, Hocamız da hafız... Hocasının emriyle; “Gel bakalım Hafız Muhammed!” dedi diye, hocam bana hafızlığı işaret etti diye nice yaştan sonra hafız olmuş bir kimse Hocamız... Ama hıfzını takviye etmek, kuvvetlendirmek, tekrar etmek istediği için, babamla sözleşmişler:
“—Sabah namazlarından sonra yarım cüz sen oku, yarım cüz ben okuyayım; dinleyelim birbirimizi... Hıfzımızı tazeleyelim!” diye.
Bir gece rüyasında babama bir yerden ses geliyor, “Sakal bırak! Sakal bırak!” diye... Ama kim olduğunu bilemiyor. Canı da istemiyor, “Daha sakala vakit var... Biraz daha sonra bıraksam, şimdi sakal bırakmasam.” filân gibi içinden bir itiraz geliyor.
Neyse, o rüyayı görmüş, uyanmış. Sabah namazı için abdest almış, Zeyrek Ümmügülsüm Camii’ne gitmiş. Namazı bitirdikten sonra Hocamızla mukàbele için karşı karşıya oturmuşlar. Kur’an okuyacaklar, dinleyecekler birbirlerini... Hocamız cennet mekân, cebinden bir sakal tarağı çıkarmış; bir sağdan, bir soldan kendi sakalını taramış, babama vermiş. Babamın sakal tarağına ne ihtiyacı var, sakalı yok ki? Yâni, “Sakal bırak!” demiş oluyor. Gece rüya görmüş, sabah böyle olmuş.
Muhterem kardeşlerim! Biz hepimiz aynı milletin evlatlarıyız, müslümanız, kardeşiz amma; çoğumuz hayatın asıl bilinmesi gereken hakîkatlarını bilemiyoruz. Onun için büyüklerimiz demişler ki:
الـناس نـيام، واذا ماتـوا، انــتـبـحوا.
(En-nâsü niyâmü) “İnsanlar uykudadır. (Ve izâ mâtû) öldükleri zaman, (intebehû) o zaman uyanacaklar.” Hani biz sanıyoruz ki, ölünce her şey yok olacak... Hayır! Ölünce insanların aklı başına gelecek, anlayacaklar. Çünkü perde kalkacak... Çünkü, öbür aleme göçmüş olacaklar. Her şeyi tam anlayacaklar o zaman ama şimdi insanlar uykuda... Şu gezen insanlar, şu dünya ehli insanlar uykuda... Neden? Asıl gerçekleri görmedikleri için, mâneviyatın inceliklerini bilmedikleri için...
Bizim bu dünyadaki asıl vazifemiz ne? Bizim bu dünyadaki asıl işimiz, vazifemiz: Allah’a itaat etmek, ibadet etmek, onun sevgisini, rızasını kazanmak...
Onun için Hocamız söylüyor ki:
“—Şeyhlik de boş, müridlik de boş, zenginlik de boş, mevkî de
boş, makam da boş... İş Allah’ın sevgili kulu olmakta!”
Bu çok önemli... Yâni, kuru ünvanın kıymeti yok... Sen Allah’ın sevgili kulu ol; mühim olan o! İş, Allah’ın sevdiği, Allah’ın razı olduğu bir kul olmakta...
Bu nasıl olacak, Allah’ın sevgili kulu nasıl olunur? Kur’an-ı Kerim öğrenilip bilindiği zaman, Peygamber Efendimiz’in sünneti öğrenilip uygulandığı zaman Allah sever insanları... Çünkü, ayet-i kerimede buyuruluyor ki:
قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللهُ (اۤل عمران:١٣)
(Kul in küntüm tuhibbûna’llàhe fettebiûnî yuhbibkümu’llàh) “O adamlar, o ehl-i kitab, ‘Bizim de dinimiz var, biz de Allah’ı seviyoruz!’ diyen o yalancılar... Onlara söyle ey Rasûlüm, onlar gerçekten Allah’ı seviyorlarsa, Allah’ı peygamberine, yâni sana tabi olsunlar; o zaman Allah onları sever.” (Âl-i İmran, 3/31) Yâni, Rasûlüllah’a tabi olanı Allah sever.
Mürşidlerin vazifesi ne? Mürşidlerin vazifesi; müridi Rasûlüllah’a tabi kılmak, Rasûlüllah’a eriştirmek... Hani fenâ fi’ş- şeyh, fenâ fi’r-rasûl, fenâ fi’llâh duymadınız mı? Vazife, müridi Rasûlüllah’a tabi kılmak... Böylece Allah’ın sevmesini sağlamak...
Bunun için, nefsin terbiye edilmesi gerekiyor, ıslah edilmesi gerekiyor. İnad ediyorsa, ezilmesi gerekiyor, inadının kırılması gerekiyor. Nefsin terbiyesi ve tezkiyesi, hayatımızın en mühim işi! Bu, müftüye de lâzım, profesöre de lâzım, bakana da lâzım, sultana da lâzım, avamdan bir insana da lâzım! Zengine de lâzım, fakire de lâzım! Çünkü böyle olduğu zaman Allah seviyor.
Onun için, eski zamanda Sultan Ahmed, Aziz Mahmud-u Hüdâî Hazretleri’ne tabi olmuş, onun müridi olmuş:
“—Efendim, isterseniz saltanatı filân bırakayım?” demiş.
Bırak dese, bırakacak.
“—Hayır, o hizmettir; devam et!” demiş.
Sultan ama nefsinin terbiye edilmesi gerektiği için, Aziz Mahmud-u Hüdâî Hazretleri’ne bağlanıyor.
Nasıl ki, Adem AS Atamız zamanından Peygamber Efendimiz’in zamanına kadar, hiç bir topluluğu, kavmi Allah peygambersiz, nezirsiz, beşirsiz, rasülsüz bırakmamışsa; nasıl hepsine kendi emirlerini bildirecek vazifeli bir insan göndermişse;
وَإِنْ مِنْ أُمَّةٍ إِلََّّ خلَ فِيهَا نَذِيرٌ (فاطر:٤٢)
(Vein min ümmetin illâ halâ fîhâ nezîr) [Her millet için mutlaka bir uyarıcı (peygamber) bulunmuştur.] (Fâtır, 35/24)
ayet-i kerimesi bunu açıkça gösteriyor. Peygamber Efendimiz’den sonra da hiç bir zamanda, bu vazifeyi yapacak insanlar eksik olmamıştır. Nasıl insanın kendi kendisini ameliyat etmesi mümkün değilse, nasıl insanın hasta olduğu zaman bir doktora gitmesi gerekiyorsa; asıl iş, nefsini terbiye edecek bir kimseye teslim olup, Allah’ın rızasını kazanmasıdır!
“—Aslında müridlikte de iş yok, şeyhlikte de iş yok!” diyor.
Çünkü halvete girersin, hırka giyersin, şeyh olursun amma; Allah’ın sevgili kulu olamazsan, prosedürü yerine getirdiğin halde, kıymeti olmaz. Sonunda mühim olan, Allah’ın sevgili kulu olmak... Esbâbına tevessül edeceksin, eğitimini göreceksin ama çok dikkat edeceksin Allah’ın sevgili kulu olmağa...
İşte o da, böyle büyük zatlarla oluyor. Böyle büyük zatlar da, her hallerinden, her hareketlerinden keramet fışkıran insanlar oluyor. Rüyalara tasarrufatı oluyor. Rüyaları bilmek ayrı, bir de rüyayı göstertmek ayrı... Uyuyan bir insana istediği rüyayı göstertmek kabiliyeti oluyor. Rüyalara tasarrufu oluyor.
“—Buna acaba hadis-i şeriften delil var mı?”
Elbette var:
“Nafile ibadetleri yapa yapa, kul Allah’a yaklaşır. O zaman Allah o kulun görüşünü, duyuşunu, söyleyişini, tutuşunu, gidişini olağanüstü yapar. Benimle görür, benimle duyar, benimle tutar, benimle yürür.” diye hadis-i kudsî var... Bu elbette böyle oluyor.
d. Kişi Sevdiği İle Beraberdir
Bu büyüklerimiz, bizi terbiye etmek için vazifeli kimseler... Geldiler, vazifeleri yaptılar. Allah-u Teâlâ Hazretleri cümlemizi cennette, Firdevs-i A’lâ’da buluştursun... Seviyoruz; kişi sevdiğiyle beraber olacak.
Bir gün sahabe-i kiramdan bir zat, Peygamber Efendimiz SAS’e aşk ile, sevgi ile gözünü dikmiş, bakıyormuş. Peygamber Efendimiz de:
“—Ne oluyor? Ne oluyor böyle, gözünü dikmişsin, bakıyorsun? Hayrola!” demiş, tebessüm etmiş.
Demiş ki:
“—(Fidâke ebî ve ümmî yâ rasûla’llah!) Canım değil, anam babam bile sana fedâ olsun ey Allah’ın Rasûlü! (Etemetteu bi’n- nazari ileyke) Sana bakarak nimetleniyorum. Mestim, hayranım, çok memnunum, aşk ve şevk içindeyim. Cemâline bakmaktan eriyorum. Amma, ahiret hatırıma gelince de üzülüyorum yâ Rasûlallah!” demiş.
“Sen Allah’ın habîbi olduğun için ahirette Firdevs-i A’lâ’ya gideceksin, Makàm-ı Mahmûd’a çıkacaksın... Amma ben, bilmiyorum ki cennete girebilecek miyim; cennete girsem bile senin yanına gelebilecek miyim? Benim halim nice olacak? Orada senden ayrı kalacağım hatırıma geliyor. Ayrı düşerim diye; şimdi ashabından olmuşum, şimdi seni görüyorum, ahirette göremem diye, şurama bir acı çöküyor, üzülüyorum o zaman yâ Rasûlallah!” demiş.
Peygamber Efendimiz’in o zaman, o büyük müjdesi sadır olmuş, vârid olmuş. Diyor ki:4
الْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ (خ. م. عن ابن مسعود)
(El-mer’ü mea men ehabbe) “Kişi ahirette sevdiğiyle
4 Buhàrî, Sahîh, c.XIX, s.145, no:5702; Müslim, Sahîh, c.XIII, s.95, no:4779; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan.
beraberdir.”
Onun için, aziz ve muhterem kardeşlerim, sàlih kimseleri sevmek çok büyük bir nîmet; hepinizi tebrik ederim. Çok büyük bir nimet... Sevdiğinizle beraber olacaksınız. Tabii, salih insanları sevmekten, Rasûlüllahı sevmeye ulaşıyor insan... Rasûlüllah’ı sevince de Rasûlüllah’la beraber olacak! Allah-u Teâlâ Hazretleri bizi Firdevs-i A’lâ’da, o Peygamber-i Zîşânımız’la buluştursun... O sàlih büyüklerimizle, evliyâullah mürşid-i kâmillerimizle buluştursun... Dünyada da, rızasını kazanmak için neler yapmamız gerekiyorsa, nelere başvurmamız gerekiyorsa, onları yapmayı bize nasib eylesin...
Ömrümüzü uyuyarak geçirmeyelim, gafletle geçirmeyelim! Allah-u Teâlâ Hazretleri bizi lütfuyla, keremiyle, sevdiği yollara soksun, sevdiği kimselerle dost eylesin... Ömrümüzü sevdiği, razı olduğu bir şekilde geçirmeye muvaffak eylesin... Huzuruna sevdiği, razı olduğu bir kul olarak varmayı nasib eylesin...
11. 11. 1994 - Kocatepe / ANKARA