• /
  • Kütüphane
  • /
  • Anılarla Mehmed Zâhid Kotku Rh.A
  • /
  • 07. HAKÎKÎ BİR VELÎ
06. HOCAMIZ TÜRKİYE’DE BİR ÇIĞIR AÇTI

07. HAKÎKÎ BİR VELÎ



Prof. Dr. Mahmud Es’ad COŞAN


Çok muhterem, çok değerli misafirlerimiz!

Allah hepinizden razı olsun... Hocamız, mürşidimiz Mehmed Zâhid Kotku (Kaddesa’llàhu sirrahü’l-azîz) Hazretleri’ni anmak münâsebetiyle, bu toplantıyı tertib etmiş bulunuyoruz. İştirakleriniz, davetimize icabetiniz bizleri son derece sevindirdi. Ecrinizi Allah-u Teâlâ Hazretleri ihsân eylesin... Bir talebenin hocasını sevmesi ve sayması, dinimizin üzerinde çok durduğu bir edebdir. Bütün talebeler hocalarına karşı büyük bir edeb ve saygı içindedir İslâm’da... Ama tabii, öğretilen ilimlerin cinsiyle, bilgilerin mâhiyetiyle ilgili olarak, hocaların da kadr ü kıymeti değişir, artar; fazîletleri birbirinden farklı olur.

İlimlerin en yükseği Allah-u Teâlâ Hazretleri’ni bilme, onun sevgili kulu olabilme yollarını gösteren ilim olduğu için; şüphesiz ki, tasavvuf ilmi de ilimlerin en yükseği durumundadır. Bunları öğreten bir ehliyetli, salâhiyetli, hakîkî mürşid, gerçekten ne kadar hürmet edilse, ne kadar anılsa, ne kadar sayılsa sevilse az gelecek bir müstesnâ mevkîdedir.


Sàlih kimseleri, Allah’ın sevdiği kulları anmak Kur’an-ı Kerim’in edebidir. Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teâlâ Hazretleri, pek çok ayet-i kerimelerde evvelce yaşamış olan mübarek şahsiyetlerin anılmasını, zikredilmesini emrediyor:


وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ مَرْيَمَ (مريم:٦١)


(Ve’zkür fi’l-kitâbi meryem) “Kur’an-ı Kerim’de Meryem AS’ı da an, ey Rasûlüm!” (Meryem, 19/16)

116

وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ إِدْرِيسَ، إِنَّهُ كَانَ صِدِّيقًا نَبِيًّ ا (مريم:٥٦)


(Ve’zkür fi’l-kitâbi idrîs, innehû kâne sıddîkan nebiyyâ) [Kitap’ta İdris’i de an! Hakîkaten o pek doğru bir insandı, bir peygamberdi.] (Meryem, 19/56)


وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ مُوسٰى (مريم:١٥)


(Ve’zkür fi’l-kitâbi mûsâ) [Kitap’ta Mûsâ’yı da an!] (Meryem, 19/51) gibi ayet-i kerimelerle sàlih insanların, peygamberlerin, mübarek şahsiyetlerin hayatları ve mübarek icraatlarıyla ilgili bilgiler Kur’an-ı Kerim’de veriliyor, bize hatırlatılıyor. Bu bir Kur’an-ı Kerim edebidir.

117

Peygamber SAS Hazretleri de hadis-i şeriflerinde aynı şekilde, geçmiş ümmetlerin sàlihlerinden bize ibret alınacak, hisse çıkartılacak kıssalar nakletmiştir. Hadis-i şerif kitaplarında bunlar vardır.

Hocamız tabii, zamanımızın en mühim şahsiyetlerinden biriydi. Bursalı Mehmed Tâhir Bey13, Osmanlı Müellifleri isimli kitabını neşrettiği zaman, önsözüne bazı kıymetli vecize sözler koymuş:

“—Kadir bilen milletlerin içinden, kadri bilinecek büyük insanlar çıkar.” diyor; bir sözü de bu...

Onun için, milletimizin yetiştirmiş olduğu kadir kıymet sahibi insanları anmamızın, ayrıca kadri bilinecek insanların yetişmesine de faydası vardır; rehberlik edecektir, nümûne olacaktır. Önde çok güzel nümûneler olduğu zaman, yenilerin yetişmesinde de bu müşahhas misaller çok büyük fayda sağlayacaktır.


En büyük nümûne-i imtisâlimiz, üsve-i hasenemiz hiç şüphesiz Muhammed-i Mustafâ SAS Efendimiz Hazretleri’dir. Onun sîret-i seniyyesi ile, şemâil-i şerifesi ile ve ehâdîs-i şerifesi ile tabii çok şeyler kazanıyoruz, çok istifadeler ediyoruz.

Bir de Peygamber SAS Efendimiz’in izinden çok büyük muvaffakıyetle giderek, fenâ fi’r-rasûl makamlarını ihraz eyleyip, daha yüksek makamlara yükselen insanlar var... O insanların da


13 Bursalı Mehmet Tahir Bey: Özellikle biyografi ve bibliyografya içerikli Osmanlı Müellifleri ansiklopedik kaynak kitabı ile tanınmış Türk yazar, araştırmacı, asker.

1861 yılında Bursa’da doğan Mehmed Tahir Bey askeri eğitim görmüş, Osmanlı ordusunda çeşitli askeri okulların yönetiminde ve coğrafya öğretmenliğinde bulunmuştur. Birlik komutanlığı ve askeri mahkeme üyeliği de yapmıştır. Osmanlı Meclis-i Mebusanında 1908-1911 yılları arasında Bursa mebusu sıfatıyla yer almıştır.

En önemli eseri 1915-1924 yılları arasında 3 ciltte tamamladığı Osmanlı Müellifleri’dir. 30 yıllık bir araştırmanın ürünü olan eser 1691 önemli Osmanlı şeyh, fakih, şair, tarihçi, hekim, matematikçi ve coğrafyacısının biyografilerini faaliyet alanlarına göre düzenlenmiş şekilde içermektedir.

Bursalı Mehmet Tahir Bey 1925 yılında İstanbul’da vefat etmiştir.

118

aramızda başımızın tacı olarak yaşaması; elbette bizler için dinimizi tanımak, ahlâk-ı hamîdeyi öğrenmek, fiilen güzel halleri, güzel huyları, gözümüzün önünde cereyan eden olayların içinde görmek, bizler için çok büyük bir bahtiyarlık, çok büyük bir fırsat...


Hocamız Mehmed Zâhid-i Bursevî Hazretleri, böyle şahsiyetlerin en büyüklerinden biri... Bizim onu anmamız, bir grup arzusu, bir grup aşırı sevgisi, taassubu gibi görülebilir dışarıdan... Fakat durum öyle değildir. Hocamız Hazretleri’nin hayatını bilenler, onu tanıyanlar, onunla müşerref olmuş olanlar her gün, her sözünde, her halinde sayısız kerametini görmüşlerdir.

Hocamız hakîkî bir sàlih kuldur, hakîkî bir velîdir, hakîkî bir mübarek şahsiyettir. Tabii, insanların böyle yüksek mertebeleri kazanmaları kolay olmuyor. Aynı yolda yürüdüğü halde nice insanlar, herkes böyle yüksek makamlara ulaşamıyorlar.

Hocamız (Rh. A)’in hayatından bir vakıa olarak söylüyorum:

119

İskenderpaşamız’a, Hocamız’ın yanına çok şeyhler gelirdi. Çok büyük hürmet ederlerdi. Bu bir makam üstünlüğünden dolayı idi. Hocamız onlara gitmezdi, ama onlar Hocamız’a gelirlerdi. Diz çöküp otururlardı. Hattâ ben bazılarına Hocamız’ın tavırlarını dışardan müşahede eden bir insan olarak, hayret içinde kalmışımdır. Makam üstünlüğü, hareketlerden derhal belli oluyordu.


Biz Yirminci Yüzyıl’da, ilâhiyat tahsili de görsek, dinî terbiye alarak yetişsek de, çevremizden çok çeşitli kültürlerden etkiler almış nesilleriz. Bir kere Avrupa kültürü ile karşılaşmış olduğumuz için, kendi kültürümüzün bir yargılanması, yoğun tenkidi her zaman cereyan etmektedir etrafımızda... Bu arada bazılarımız, Avrupa’ya gitmiştir, Amerika’da tahsil görmüştür. Onların arasında doktora yapmıştır, doçent olmuştur, profesör olmuştur.

Bu tenkitlerin yanı sıra ayrıca içten, müslüman olan insanlardan da çeşitli tenkitler vardır. Çeşitli konularda, çeşitli davranışlar vardır. Hacca gittiğimiz zaman bunları görüyoruz. Çeşitli mezheblerin birbirlerine karşı bakışları mukayese fikri meydana getiriyor.

Ayrıca diyelim ki, Ezher’den mezun bir kimsenin veya Ümmü’l-Kurâ Üniversitesi’nden mezun bir kimsenin veya bir başka yüksek tahsil müessesesinden mezun olan bir kimsenin, bizim asırlar boyu münakaşasız kabul ettiğimiz, gönlümüze yerleştirdiğimiz doğru olduğuna inandığımız birçok şeyi sarsacak karşı fikirler ileri sürdüğünü biliriz, görürüz.

İlâhiyat fakültelerinde de bu vardır. Kimisi tasavvufa karşıdır, kimisi mezheblere karşıdır. Kimisi bizim çok büyük olarak tanıdığımız kimselerin, çok rahat tenkidini yapmaktadır. Bu bizi şaşırtmakta, bazen kızdırmaktadır; ama vakıa budur. Yâni, hem içten müslümanlardan, hem dıştan gayrimüslimlerden bütün kültürümüzün yargılanması, hayatımızda her an gördüğümüz bir olay...

Her şey münakaşa mevzuu... Acaba kerâmet var mı? Acaba

120

tasavvuf hak yol mu? Acaba Hanefî mezhebi doğru bir mezheb mi? Acaba yaptıklarımız bid’at mi? Acaba sünnet-i seniyyeye uygun mu, değil mi? Her gün bunların bin bir çeşit münakaşasıyla, sorgusuyla karşı karşıyayız.


Allah razı olsun, Allah-u Teâlâ Hazretleri makàmını âlâ eylesin... Ben şahsen Hocamız’ın çevresinde bulunmaktan dolayı son derece istifade etmiş bir kimseyim, mutlu bir kimseyim. Kendim İlâhiyat Fakültesi’ndeydim, bu anlattığım hava içindeydim. Çeşitli arkadaşlarımızın, çeşitli görüşleri ile her an karşı karşıya idik. Çeşitli kitaplardaki çeşitli tenkidlerle karşı karşıya idik. Eğer Hocamız olmasaydı, belki biz de bazı yanlış fikirlere kapılabilirdik ama bizzat Hocamız’ın hayatından çok güzel dersler aldık. Pek çok yanlış yolların yanlışlığını fiilen gördük. Doğru olan fikirleri gönlümüzde mahfuz tutabildik. Bu, Allah’ın çok büyük bir lütfu bizim için...

Çünkü:


لولَّ السنتان فهلك النعمان


(Levle’s-senetân feheleken nu’mân) [İki yıl olmasaydı, Nu’man helâk olurdu.] sözü vardır, İmâm-ı Azam Efendimiz’le ilgili... İnsan bunları görmediği zaman, belki kendi aciz, nâçiz aklıyla yanlış kararlar verebilir.

Celâl Hocamız14 Rahmetullàhi aleyh; yaşı Hocamız’dan



14 Mahmud Celâleddin Ökten: 1882 yılında Trabzon’da doğdu. Küçük yaşta iken önce babasını, sonra annesini kaybetti. Babaannesinin himayesinde hafızlığını yaptı ve ilk eğitimini tamamladı. 1911 yılında Darülfünun Edebiyat Şubesi’nden mezun oldu İstanbul’un çeşitli okullarında edebiyat, felsefe ve mantık dersleri okuttu.

1949 yılında Maarif Vekâletince İstanbul’da açılan imam-hatip kursuna müdür ve öğretmen olarak atandı. Bu kursların yeterli olmayacağına inanan Celal Hoca, kısa süreli bu kurslar yerine orta dereceli okullar açılması için, yeni dönemin Demokrat Partili Maarif Bakanı Tevfik İleri başta olmak üzere pek çok kişiyle görüşmeler yaptı. İmam-Hatip Okullarının müfredatına hem dinî ilimleri hem de aklî ilimleri koydurmak için çok mücadele etti. Nihayet Celal Hoca’nın

121

büyüktü ama Hocamız’a intisab etmişti. Hocamız’a intisab ettiği zaman bir ilm-i kelâm alimi olarak, Osmanlı devresinin o derin ilim terbiyesini, bilgilerini almış bir kimse olarak, dini çok iyi bilen bir insan olarak, bu konuda eserler yazmış bir kimse olarak Hocamız’a intisab etmişti. Ben arkadaşlarımızdan duydum ki, bizim profesör arkadaşlara şöyle söylemiş Celâl Hoca:

“—Hocanız’ın kıymetini iyi bilin! Çok büyük bir zât, hakîkî bir veli... Eğer Hocanız’la tanışmamış olsaydım, bazı itikadî konularda yanlış bir kanaate sahib olarak, yanlış bir itikadla ölmüş olmaktan korkardım.”

Celâl Hoca gibi bir zâtın bu sözü çok önemli...


Hattâ onun bir de devamı var... Hocamız, bu Yüksek İslâm Enstitüsü’nün binasının temeli atılacağı zaman, davet olunmuş oraya... Davetiye geldiği zaman, bizim arkadaşlardan birisine:

“—Ben gidemem; bunu sen al, beni temsilen sen git oraya!

Hem de orada bir konuşma yaparsın!” demiş.

“—Efendim, oraya İstanbul’un en güzide alimleri gelir, müftü efendiler gelir, hoca efendiler gelir, müderrisler gelir, çok büyük zâtlar gelir... Benim gibi bir mühendis kalkıp da orda nasıl konuşabilir?” deyince;

Hocamız keramet yoluyla, demiş ki:

“—Celâl Hoca’nın size söylediklerini söylersin!”

Halbuki Celâl Hoca bu sözleri arkadaşlarımıza söylediği zaman, demiş ki:

“—Ben ölünceye kadar bunu kimseye söylemeyin, aramızda sır olarak kalsın!” demiş.


istediği gibi İmam-Hatip Okullarının açılmasına karar verildi. Celal Hoca da ilk kez açılan İstanbul İmam-Hatip Okulu’na kurucu müdür olarak atandı.

Arapça, Farsça ve Fransızcayı iyi derecede bilirdi. İslami ilimlerin yanında batı bilim ve düşüncesini de iyi bilen Celal Hoca, resmî derslerinin yanı sıra Beyazıt’ta Soğanağa Camii’nde altı yıl boyunca cumartesi günleri, İmam Gazali’nin İhya-u Ulumi’d-din adlı kitabını okutmuştur. Arap Edebiyatını çok iyi bilen ve güçlü bir hafızaya sahip olan Celal Hoca, 21 Kasım 1961 tarihinde İstanbul’da vefat etti. Cenaze namazı Fatih Camii’nde kılındı ve Edirnekapı Mezarlığı’na defnedildi.

122

Kimseye de söylememiş o arkadaşlar... Söylenmediği halde, Hocamız, “Celâl Hoca’nın size söylediği sözleri söylersin!” demiş.

Onun da sebebi şu: Tabii, bir Yüksek İslâm Enstitüsü açılıyor. İmam-hatip okulundan mezun olan şahıslar, yüksek tahsillerini orada yapacaklar; din alimi olacaklar. Yâni, Hocamız işaret etmiş oluyor ki:

“—Zâhirî ilimlerle beraber bâtınî ilimleri de öğrensinler! Şer’î bilgileri öğrenmek yanında takvâyı da elde etsinler, ma’rifetullaha da çalışsınlar!” demiş oluyor, Celâl Hoca’yı misal vermiş oluyor.

Hocamız böyle bir kimseydi. Tabii bilmeyen, Hocamız’ı tanımayan bazı kimseler, onunla ilgili bazı şeylere de itiraz ettiler, hazmedemediler. Meselâ hatırlıyorum; ben Hocamız’la ilgili müşahedelerimize dayanarak, Hocamız’ın hayatından bahsederken:

“—Gönüllerden geçeni bilirdi. Gittiği yerlerde bereket hasıl olurdu. Rüyalara da tasarrufu vardı.” demiştim.

Bunların hepsinin sebebi var... Çünkü müşahedelerimiz var, gördüğümüz şeyler var... Sadece benim değil, Hocamız’ı tanıyan herkesin gördüğü pek çok şeyler var... Bunlara dayanarak

123

söylemiştim ama bunları görmeyen bir kimse itiraz ediyor:

“—Olur mu böyle şey? Gaybı Allah bilir.” Bir insanın gönlündeki şey gayb değildir. Gaybın da çeşitleri var... Allah-u Teâlâ Hazretleri her şeyi bilir. O bildirdikten sonra, bildirdiği kulu da bilir. Biz bunu Hocamız’da müşahhas olarak görüp, kitaplarda da bunun tasnifini gördüğümüz için rahat inanıyoruz ama, karşımızdaki şahıs bunu inkâr ediyor. Kerameti inkâr ediyor, diğer hususları inkâr ediyor.

El-hamdü lillâh, Hocamız’dan hakîkî bir velînin nasıl olduğunu gördük. Tasavvufun gerçek bir ilim olduğunu gördük, sağlam bir ilim olduğunu gördük. Gerçek tasavvufun nasıl bir yol olduğunu gördük. Hani Yunus Emre’nin,


Tasavvuf olaydı tac ile hırka,

Alırdık biz dahi otuza, kırka!


dediği gibi; bu işin şekil olmadığını, öz olduğunu, insanın kalbiyle ilgili bir mesele olduğunu; ama bunun da çok sağlam bir şekilde şeriatın ilimlerine dayandığını, şeriatın dışında tasavvuf olmadığını, takvâya dayalı bir yol olduğunu ve insanın asıl iç alemini güzelleştirerek, gerçek bir velî olabileceğini öğrenmiş olduk.

Hocamız pek çok kimseleri halvete alarak, o esrârengiz tasavvufî bilgileri talebelerine de öğretti. Hattâ, başka bir takım yolların başında bulunan bazı kimselerin, Hocamız’a:

“—Efendim, benim seyr-i sülûkum eksik kalmıştı. Sizin yanınıza gelsem, tamamlasam olur mu?” dediğini naklettiler Ankara’da geçen gün...

Ben duymamıştım. Tabii her zaman Hocamız’ın yanında değildim ama ben de o isimleri duyunca hayretler içinde kaldım.

Hocamız böyle bir şahsiyet idi.


Çok enteresan kerametleri vardı. Ben size bir tanesini anlatmak istiyorum. Çok enteresan bulduğum için, kitaplarda misalini görmediğim için:

124

Bizim Bursalı bir doçent kardeşimiz var [Yusuf Ulçay]... Amerika’da tahsil gördü. O anlattı:

“—Ben ortaokul çağından beri namaz kılardım. O zamanlar bir çeşit mânevî oyun aklıma geldi: ‘Sıkıldığım zaman gözümü kapatayım. Gözümün önüne bir aksakallı şahıs getireyim. hayalimde onunla konuşayım, dertleşeyim; derdimi anlatıp deşarj olayım.’ dedim ve bunu uygulamaya başladım. Kendi kendime uydurduğum, kurduğum bir oyun olarak ben bunu tatbik ettim.

Ortaokul geçti, lise geçti, yüksekokulu kazandım. Hayalimdeki o şahısla da, daimâ bu oyunu devam ettirdim. Üzüldüğüm zaman, sıkıldığım zaman, bir meselem olduğu zaman gözümü kapatı- yorum, hayalimdeki o şahsı gözümün önüne getiriyorum. Muhayyel bir şahıs, hayâlî bir şahıs... Sakalı var, çok sevimli bir kimse...


1978 yılında staj için İstanbul’a geldim, Teknik Üniversite’de

125

okuyan arkadaşlarla beraber kalıyordum. Arkadaşlar delâlet ettiler, beni Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri’nin yanına götürdüler. Gördüğüm zaman hayretler içinde kaldım ki, yıllardır kendi hayalimde, kendi uydurduğum sandığım şahıs karşımda... Mehmed Zâhid Efendi imiş meğerse...” dedi.

Ben bu çeşit kerameti hiç bir yerde görmemiştim. Çok değişik bir olay... Kaç yıl önceden, sekiz on yıl önceden, hiç tanımamış olduğu bir şahsın gönlüne girip, hayaliyle onunla irtibat kurmak çok büyük bir şey, çok değişik bir hal...

Daha başka pek çok kerametleri var... Osman Çataklı kardeşimizin dediği gibi, binlerce kerameti var, yazmakla bitmez. Allah-u Teâlâ Hazretleri şefaatine erdirsin...

Allah hepinizden razı olsun...

Hocamız’ın çeşitli konulardaki görüşlerini, mütehassıs kardeşlerimiz sizlere anlatacaklar. Allah onlardan da razı olsun...

Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llah!


13. 11. 1996 - Asfa / İSTANBUL

126
08. HOCAMIZ’DAN HATIRALAR