• /
  • Kütüphane
  • /
  • Anılarla Mehmed Zâhid Kotku Rh.A
  • /
  • 35. ÇOK VEFÂLIYDI
34. ERBÂB-I KEŞFİ’L-KULÛB

35. ÇOK VEFÂLIYDI



Hüseyin Kâmi BÜYÜKÖZER64


Hocaefendi ile ilk tanışmamız 1965 yazına tesadüf eder. O zaman ben Karabük Demir-Çelik Fabrikası’nda mühendis olarak çalışıyordum. Bir gün İstanbul’dan beş-altı araba ile mümtaz bir cemaat geldi. Bu cemaatin içerisinde görünüşüyle, heybetiyle, nuranîliğiyle farklı bir zat intibaı veren Hocaefendimiz de bulunu- yordu. Tanışmamız bu vesîle ile olmuştur.

O gelişlerinde üç gün kadar Karabük’te kaldılar. Karabük’ün yakın çevresindeki bölgelerde günlerimizi geçirdik. O günleri unutmak mümkün değil... O günlerin güzelliği, o günlerin ulvîliği daimâ hatıramda canlı bir yer tutar. İlk ders alışımız da, böyle bir gezinin nihayetinde olmuştu.



64 Hüseyin Kâmi Büyüközer: 1938 yılında Antalya’ da doğdu. İlk, orta ve liseyi Antalya’da okudu. 1963 yılında İstanbul Teknik Üniversitesinden Yüksek Mühendis olarak mezun oldu.

1968-1984 yılları arasında Yükseliş Mühendislik Yüksek Okulunda, Ankara ve Elazığ Mühendislik ve Mimarlık Akademisinde, Gazi Üniversitesi Mühendislik ve Mimarlık Fakültesinde öğretim görevlisi olarak hizmet yaptı. 1981 yılında Ege Üniversitesinde doktorasını tamamladı.

1974-1979 yılları arasında Sanayi ve Teknoloji Bakanlığında Sanayi Dairesi Reisliği, Müsteşar Yardımcılığı ve Müsteşarlık görevlerinde bulundu. 1981-1984 yılları arasında Almanya Bochum Üniversitesinde akademik çalışmalar yaptı. 1984-1998 yılları arasında ticaretle meşgul oldu.

1999 da İBB’ye bağlı BİMTAŞ’da göreve başladı. Genel Müdür Yardımcılığı, Danışmanlık ve Araştırma Laboratuar Müdürlüğü görevlerinde bulundu.

1986 yılında, market raflarını dolduran fabrikasyon gıda maddelerinde karşılaştığı meseleleri dile getiren “GIDA RAPORU. Yediklerimiz, İçtiklerimiz Helalmı, Haram mı?” isimli kitabını yayınladı.

328

O günden sonra, Hocaefendimiz’le olan ilişkilerimiz daha samimi bir hava içerisine girdi. Onun tevâzuu, onun müşfik davranışı bizi kendisine daha sıkı bağlar oldu.


Bütün davranışlarında, bütün sohbetlerinde, vaazlarında genellikle ana tema olarak işlediği konu; Peygamber SAS’in hayatını örnek alan bir yaşantı telkin etmekti. Daimâ bir vesile ile, Peygamber SAS’in boyasına boyanmayı, en önemli hayat iksiri alarak ortaya koyardı. Kendileri zâten böyle bir örneğin en canlı timsâli idi. Peygamber SAS’in hayatını örnek alan bir zatı görmek istediğimiz zaman Hocaefendimiz’i misâl olarak vermek durumundaydık.

Hayatı boyunca kardeşlerin muhabbeti üzerinde durmuş, birbirleriyle olan ilişkilerinde daimâ İslâm kardeşliğinin esas alınmasını arzu etmiş ve hakikaten de bu esası cemaatı içerisinde gerçekleştirmişti. Yardımlaşmayı teşvik etmiş, inananların kardeşçe ortak girişimlerde bulunmalarını her fırsatta dile getirmişlerdi.


Hocaefendi çok vefalı bir insandı. Dostlarına, ihvanlarına karşı hiçbir zaman vefasını eksik etmedi. Bir keresinde Ankara’ya geldiğinde, Yahya Oğuz Ağabeyin evinde misafir olarak kalıyorlardı. Bir gün kendisini Gökhan Evliyaoğlu’nun evine götürmesini Yahya Ağabey’den istedi. Biz de yanlarında bulunuyorduk, şaşırdık, hayret ettik.

Ziyaretine gidilecek şahıs yıllardır ters istikamette idi. Zahiren gördüğümüz buydu. Adeta başka bir çevrenin insanı haline gelmişti. Biz onunla olan ilişkilerimizi kaybetmiştik. Böyle bir anda Hocaefendi’nin onu ziyaret etme isteği bizi hakikaten oldukça şaşırtmıştı. Bir kısım ağabeyler bu ziyaretin yapılmamasını istediler.

Hocaefendi çok öfkelendi ve dedi ki:

“—Sizin başınıza acaba onun başına gelenler gelse idi, haliniz nice olurdu? Bizim sohbetimizde bulunmuş insanları, bize selâm vermiş insanları biz sonuna kadar terk etmeyiz! Sizin de terk

329

etmemeniz gerekir!” dedi.

Taşradan bir yere gideceğimiz zaman izin istediğimizde;

“—Filânca zata uğra, selâmımızı söyle, onda misafir ol!” derler, kardeşler arasındaki ziyareti teşvik ederlerdi.


Hocaefendi’yle zaman zaman gezilere katıldım. Gerek Türkiye içindeki ziyaretlerde olsun ve gerekse hac yolculuğunda olsun, dikkatimi çeken en önemli konu, Hocaefendi’nin yolculuk esnasında yol emiri seçmesi ve o emire can ü gönülden itaat etmesidir.

Hocaefendimiz’in riyâsetle ilgili bir hatırasını nakletmek istiyorum: Cemaat halinde bir şehirden başka bir şehire ziyaret maksadıyla gidilecek idi. Bu esnada yol emirinin seçilmesi istendi Hocaefendimiz tarafından... Bütün cemaat, “Siz olduktan sonra başkasını seçemeyiz!” diyor; Hocaefendi ise, devamlı başkasının seçilmesini istiyordu. Herkes, “Hocaefendi varken başkası nasıl emir olur?” gibi bir anlayışla emirliği kabul etmiyordu.

Neticede:

“—Pekiyi öyleyse, bundan sonra mes’uliyet kabul etmem, emir benim!” buyurdu ve yol emiri oldu.


Hakikaten Hocaefendi emir olduktan sonra, mola verildiği zaman sofrayı hazırlama, yemekleri hazırlama gibi bir takım telaşların içerisinde koşturunca, herkes mahcubiyet ve eziklik içerisinde ne yapacağını bilemez duruma geldi. Bir müddet sonra;

“—Hocam ne olur bırakın, biz çok zor durumda kaldık...” diye söylenmeler başlayınca;

“—Siz yol emirini ne zannediyorsunuz? Emirlik bir makam mı, yoksa hizmet yeri mi?” buyurdu.

Bunun üzerine tekrar durumlar düzeltildi, içimizden biri yol emiri oldu ve o yol sıkıntısı giderilmiş oldu.

Bu hatırada ve Hocaefendi’nin diğer sohbet ve yazılarında, riyasette bulanan kimselerin bir makam sahibi değil, bir hizmetkâr durumunda olacağı görüşünde olduğunu müşahede etmemiz mümkün... Çünkü hadis-i şerifte:

330

“—Kavminin efendisi hizmetçisidir.” buyrulmuş.

Bu bizim bugünkü şartlarımızda çok önemli bir ölçü olmaktadır.


Cihad konusunda, bilhassa bugün içinde bulunduğumuz şartlardan kurtulabilmek için, sabrın ve gayretin şart olduğunu ifade ederlerdi. Nasıl bizi bu hale getirirken adeta iğne deliğinden geçirmişler, çeşitli kanlar dökmüşler, ızdıraplar vermişler... Aynen bu şartlarda tekrar İslam’a dönebilmek için adeta bu iğne deliğinden geçmemiz gerektiğini, kendimizi buna göre ayarlamamız icab ettiğini ifade ederlerdi.

Bu sebeple gençliğe çok büyük önem verirlerdi. Bilhassa İstanbul ve diğer vilayetlerde büyük bir gençlik kitlesi öbek öbek Hocaefendimiz’e koşuyorlardı.

Hocaefendimiz geçmişte, tarihte okuduğumuz tasavvufun temsilciliğini yapıyorlardı. Meşrep bakımından kesinlikle bir taassub içerisinde değildi. Bu anlayışından dolayı da her meşrepten insan onu görmek, onu dinlemek için büyük bir arzu gösterir, sohbetlerinin bulunduğu yerlere akın akın koşarlardı.

Hayatı boyunca büyük bir tevazù örneğiydi. Bizlere daimâ bir kardeş, bir arkadaş intibaını vermeye azami dikkat eder, hattâ konuşmalarında sık sık:

“—Bu günahkâr kardeşinizi de dualarınızdan eksik etmeyin!” derlerdi.


Kadın ve Aile, 15 Kasım 1989

331
36. ÖYLE BİR ZÂT Kİ...
©2024 Kotku Enstitüsü v2.8.2