18. GÖNLE HİTAB EDEN BİR EĞİTİM

19. AHİRET İÇİN HAZIRLANIN!



—Hanımlara vaaz—


Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.

Bi’smil’lâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Hamden kesîren tayyiben mübâreken fîh... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Ve’s-salâtü ve’s- selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ ve tâci ruûsinâ ve tabîbi kulûbinâ, menbai’s-sıdkı ve’s-sefâ, burhânü’l-asfiyâ muhammedeni’l-mustafâ… Salla’llàhu aleyhi ve selleme ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’l-cezâ...


Aziz ve muhterem hanımefendiler!

Evvelâ, sizlere burada yapmakta olduğunuz güzel faaliyetler için teşekkür ederim, sizleri tebrik ederim, Allah razı olsun... Çalışmalarınızdan memnunum, Allah ecrinizi mükâfatınızı bol bol ihsân eylesin, iki cihanda sizleri aziz ve bahtiyar eylesin… Sevdiklerinizle, evlâtlarınızla dünya ve ahiret saadetine nâil olun…

Elimde gezdirdiğim bir kitap var, güzel bir kitap [Kırk Kudsî Hadis]; Cidde’de ilk defa okumuştuk ilk sayfalarını, sonra çok beğendiğim için ben de aldım, İstanbul’dan buraya getirdim. Kitabı tertipleyen şahıs da benim üniversitede, Edebiyat Fakültesinde sınıf arkadaşım idi rahmetli, Allah cümle geçmişlerimize de rahmet eylesin. Şimdi onun içindeki bir hadis-i şerifi size okuyarak konuşmamı tamamlayacağım:


a. Şeytan Sizin Düşmanınızdır


يَا ابْنَ اۤدمَ! الشهيْطَانُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُبَينٌ، فَاتهخَذُوهُ عَدُوًّا، وَاعْمَلُوا لَلْيَوْمَ


الهذَي تُحْشَرُونَ فَيهَ اَلَى الِلَّ تَعَالٰى أَفْوَاجًا، وَ تَفَيقُونَ بَيْنَ يَدَيْهَ صَفًّا

480

صَفًّا، وَتَقْرَؤُنَ الْكَتَابَ حَرْفًا حَرْفًا، وَتُسْئَلُونَ عَمها عَمَلْتُمْ سَرًّا وَجَهْرًا،


يَوْمَ يُسَاقُ الْمُتهقُونَ اَلَى الْجَنهةَ وَفْدًا وَفْدًا، وَالْمُجْرَمُونَ اَلٰى جَهَنهمَ وَرْدًا


وَرْدًا، فَكَفٰى بَكُمْ هٰذَا وَعْدًا وَعَيدًا، وَانهنَى أَنَا الِلُّ الهذَي لََ اَلٰهَ اَلَه اَنَا


وَحْدَي، لََ شَرَيكَ لَى فَى مُلْكَى، وَلََ شَبَيهَ لَى، وَلََ وَزَيرَ لَى، وَلََ


سُلْطَانَ كَسُلطَانَي، فَمَنْ صَلهى وَدَعَانَى قَائَمًا صَائَمًا، اَفْطَرتُهَ بَاَلْوَانَ


الْكَرَامَاتَ، وَمَنْ صَلهى فَى لَيْلَةٍ قَائَمًا كَانَ لَهُ شَأْنٌ، فَمَنْ غضه بَصَرَهَ


عَنْ مَحَارَمَ اَمهنْتُهُ مَنْ حَرِّ نَيرَانَى، فَاَنَا رَبُكُمْ فَأَعْرَفُونَي، وَأَنَا الْمُنْعَمَ


فَاشْكُرُونَي، وَأَنَا الْحَافَظُ فَاسْتَحْفَظُونَي، وَأَنَا النهاصَرُ فَاسْتَنْصَرُونَي،


وَأَنَا الْغَافَرُ فَاسْتَغْفَرُونَي، وَ أَنَا الْمَقْصُودَةَ فَاقْصَدُونَي، وَأَنَا الْمُعْطَي


فَاسْئَلُونَي، وَأَنَا الْمَعْبُودَ فَاعْبُدُونَي وَأَنَا الْعَالَمُ بَالسهرَائَرَ فَاحْذَرُونَي.


Rasûlüllah SAS Hazretleri, bir hadis-i şerifinde buyurmuşlar ki: (Kàle’llàhu azze ve celle) “Aziz ve Celil olan Allah-u Teàlâ

Hazretleri şöyle buyuruyor:” demişler, bize naklediyor.

(Ye’bne âdem!) “Ey Adem oğlu! (Eş-şeytànü leküm aduvvün

mübîn, fettahizûhü adüvvâ) Şeytan sizin için açık seçik, belli, aşikâr bir düşmandır, siz de onu düşman belleyin!”

Şimdi burada Ademoğlu deyince, oğul diyor ama bu oğlana da, kıza da, hanıma da, beye de herkese şamildir. Hepimiz Hazreti Adem’in evlatları olduğumuz için, bu hitap cümlemize olmuş

481

oluyor. Allah-u Teàlâ Hazretleri Kur’an-ı Kerim’de:


إَنه الشهيْطَانَ لَكُمْ عَدُوٌّ فَاتهخَذُوهُ عَدُوًّا (فاطر:٦)


(İnne’ş-şeytàne leküm adüvvün fettahizûhü adüvvâ) “Şeytan sizin düşmanınızdır, siz de onu düşman edinin, düşman olduğunu bilin, tedbirinizi alın!” (Fâtır, 35/6) buyurmuş.

Burada da, bu hadis-i kudsîde de, Peygamber Efendimiz’in bu tavsiyesi ile işe başlıyoruz, söze başlıyoruz, hadisin başı bu tavsiye ile başlıyor. Yâni bizim içimizde ve dışımızda görünmeyen bir varlık var.


Peygamber Efendimiz başka bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki:

“Şeytan insanın damarlarında kanın dolaştığı gibi dolaşır. Yâni, o kadar içimizde dolaşan bir varlık bu. Dışımızda da var, her yerde var. Tabii pek çok sayıda; büyük şeytanlar var, onun yardımcısı ve ordusu, cünûdu, askerleri durumunda olan başka şeytanlar var... Bu şeytan bize kötülük yapan bir varlık, bizi kötü yollara çekmeğe çalışan bir varlık, görünmez bir varlık, bizi kötü yollara çekiyor görünmediği için. Hem Allah-u Teàlâ Hazretleri Kur’an-ı Kerim’de, hem de Rasûlüllah Efendimiz bu hadis-i kudsîde bizi ikaz eylemiş:

“—Bakın, şeytan sizin düşmanınızdır, böyle bir düşman olduğunu görmüyorsunuz siz; aklınızı başınıza toplayın, siz de onu düşman edinin, siz de onu yenmeğe çalışın! O sizi sapıtmağa, şaşırtmağa çalışıyor; aşikâr bir şekilde siz de onu düşman belleyin!”


Şimdi aziz ve muhterem kardeşlerim, biz kimi seveceğimizi bilmeliyiz, kimin bize düşman olduğunu bilmeliyiz; bizim de kime düşmanlık yapmamız gerektiğini bilmeliyiz. İslâm’da sevmek de vardır düşmanlık yapmak da vardır. Sevmeğe hub derler, muhabbet derler; el-hubbü fi’llâh, el-muhabbetü fi’llâh derler. Kızmaya da, el-buğzu fi’llâh derler. Buğz etmek, kızmak diye

482

kitaplarda vardır.

Kimi seveceğiz? Allah’ı seveceğiz, Allah’ın Rasûlünü seveceğiz, Peygamber Efendimiz SAS’i seveceğiz, Allah’ın sevdiği kulları seveceğiz, sevdiği huyları seveceğiz, sevdiği yolları seveceğiz, sevdiği işleri seveceğiz. Yâni kendimizi Allah’ın rızasına sevgisine göre ayarlayarak, Allah’ın sevdiği şeyleri seveceğiz. Namazı seveceğiz, teşbihi, zikri seveceğiz, iyilik yapmayı seveceğiz, güzel huyları seveceğiz.

Tabii sadece sevmekle bitmiyor iş; bunun karşılığında kötü şeyleri de sevmeyeceğiz, kötülüğü sevmeyeceğiz, nefret edeceğiz, yapmayacağız. Kötüleri sevmeyeceğiz; alkışlamayacağız; peşinden gitmeyeceğiz, desteklemeyeceğiz ve onlara cesaret vermeyeceğiz.


Şeytanı sevmeyeceğiz, işte bu da Allah’ın bir emri. Çünkü şeytanı sever, dost edinirse insan, o insanı kendi grubuna katıp

cehenneme götürür, felâkete götürür. Onun için, şeytanın düşman olduğunu bilmemiz gerekiyor.

Görünmeyen bir varlık var, hem içimizde hem dışımızda var; gelir bize içimizden aklımıza bazı fikirler sokar. Vesvese vermek diyoruz buna, şeytanın vesvesesi diyoruz. Vesvese yâni fiskos fiskos içimizden böyle sessiz sedasız şunu şöyle yap diye söyler, kötü şeyleri söyler; şaşırtmağa çalışır, günahı işletmeğe çalışır. Onun için onun düşman olduğunu bilmeyi, onu düşman belleyip onunla mücadele etmeyi bu hadis-i kudsînin başında Allah-u Teàlâ Hazretleri bizlere emrediyor: “Ey Ademoğlu!” diyerek, yâni hanımlar da olsa, beyler de olsa, hepimize bunu emrediyor, bunu bilelim.

Görünmeyen bir düşmanımız var: Şeytan. İçimizdeki fikirler bazen şeytanın vesvesesidir, oradan geliyor. Onun için, içimizden

gelen fikirlerin kimin nesi olduğunu, neyin sesi olduğunu bilmemiz lâzım. Şeytanın vesvesesi ise, ona kulak asmamamız lâzım. Şeytan vesveseyle insana çok zararlar verir, çok zayıf insanları kandırır. Bu böyle önemli bir husus.


b. Mahşer Günü İçin Hazırlanın!

483

Devam ediyoruz hadis-i şerife:


وَاعْمَلُوا لَلْيَوْمَ الهذَي تُحْشَرُونَ فَيهَ اَلَى الِلَّ تَعَالٰى أَفْوَاجًا،


وَتَفَيقُونَ بَيْنَ يَدَيْهَ صَفًّا صَفًّا،


(Va’melû li’l-yevmi’llezî tuhşerûne fîhi ila’llàhi teàlâ efvâcâ) “Amel işleyin, güzel işler yapın, ibadet ve taat eyleyin, hayır ve hasenat yapın. Ne zaman için? (Li’l-yevmi’llezî) O gün için ki; (tuhşerûne fîhi ila’llàhi teàlâ efvâcâ) fevc fevc, grup grup, yığın yığın Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin huzurunda toplanacağınız gün için...” Yâni mahşer günü için demek istiyor.

Mahşer gününde de tabii Mahkeme-i Kübrâ olacak, sevaplar günahlar tartılacak; “Gel bakalım kul, ne işler yaptın? İyiliklerini tartalım!” diyecekleri o gün için amel-i sàlih işle! A’mâl-i sâliha, yâni hayır, hasenat, ibadet ve tàatler demektir. Allah’ın seveceği, sevap vereceği işler... İşte o günü düşünerek hepimizin güzel şeyleri yapmağa çalışmamız lâzım. Grup grup sevk edileceğiz, mahşer yerinde toplanacağız.

(Ve tefikùne beyne yedeyhi saffen saffâ) “Allah-u Teàlâ

Hazretleri’nin huzurunda dizi dizi, saf saf sıralanacaksınız; intizamlı bir şekilde saf saf dizilecek insanlar.”


وَتَقْرَؤُنَ الْكَتَابَ حَرْفًا حَرْفًا،


(Ve takraûne’l-kitâbe harfen harfâ) “Kitabı harf harf okuyacaksınız.”

Tabii burada kitap hangi kitap? Meleklerin bizim işlerimizi, amellerimizi yazdıkları amel defteri, o kitap. O kitabı elimize verecekler kıyamet gününde:

484

اَقْرَأْ كَتَابَكَ (الإسراء:٤١)


(İkra’ kitâbek) “Oku kitabını!” (İsrâ, 17/14) denilecek.

“—Al senin kitabın bu, oku, içinde neler yazdığını bir gör!” diyecekler. İnsanlar o kitapları böyle ellerine alıp görecekler ki, küçük büyük her şey yazılmış, hiç bir şey gizli kalmamış; Melekler her şeyi tesbit etmişler, hangi gün nerede ne iyilik, ne kötülük yapmışsa hepsi görünüyor. Harf harf insanlar kendilerinin yapmış oldukları işlerin melekler tarafından o yazısını, o amel defterini öyle orda okuyacaklar.

Tabii, iyi şeyler yapılmışsa; “El-hamdü lillâh kandil gününde oruç tuttuk, kandil gecesinde camiye gittik; el-hamdü lillâh tesbih namazı kıldık, efendim ziyaret verdik hayır hasenat yaptık; tesbih çektik, fakirleri yoksulları giydirdik donattık; dullara yetimlere yardım ettik, dinimize hizmet eyledik; ilim öğrendik, öğrettik; Kur’an öğrendik, öğrettik...” Tamam bunlar güzel, bunları görünce insan sevinecek de; bir de, “Şu günahı yaptın, şu kabahatı işledin, şu kusuru kimse görmeden yalnız başına filanca yerde şu haltı karıştırdın!” denilirse... Tabii onlar da yazılacak. İnsanın yalnız başına kimsenin görmediği yerde yaptığı şeyleri de o zaman karşısına koyacaklar, onları da okuyacak. “Vaayyy, bak falanca gün yaptığım gizli şey de çıkmış ortaya!” diye.


وَتُسْئَلُونَ عَمها عَمَلْتُمْ سَرًّا وَجَهْرًا،


(Ve tüs’elûne ammâ amiltüm sirran ve cehrâ) Tabii sadece okunmayacak bunlar, “Bu işlediğiniz amellerden, gizli ve aşikâr olarak işlediğiniz amellerden bir bir sorgu ve suale de tutulacaksınız.” deniliyor. Yâni, ne olacak orda? İnsanlara denilecek ki: “Bu kötülüğü niye yaptın bakalım; gel cevabını ver! Şu günaha niye daldın, Allah’ın şu emrini niye tutmadın, niye asi oldun, şu günde şu zulmü niye yaptın?” diye böyle; sİrran ve cehran, gizli aşikar yapmış olduğu bütün işler insana sorulacak.

485

Tabii, sorulmakla da kalmayacak;


يَوْمَ يُسَاقُ الْمُتهقُونَ اَلَى الْجَنهةَ وَفْدًا وَفْدًا، وَالْمُجْرَمُونَ اَلٰى جَهَنهمَ


وَرْدًا وَرْدًا، فَكَفٰى بَكُمْ هٰذَا وَعْدًا وَعَيدًا،


(Yevme yüsâku’l-müttekùne ile’l-cenneti vefden vefdâ) müttakî kullar, haramlardan günahlardan sakınan Allah’ın iyi kulları, sevgili kulları, velî kulları sàlih kulları, cennete grup grup, kafile kafile sevk edilecekler. İşte bizim bu tasavvuf da bu muttakilerin yoludur, takvâ yoludur. Onun için, böyle olsun diye, cennete gidelim diye, Allah’ın sevgili kulu olalım diye biz tasavvuf yoluna giriyoruz. Onun için cennete gidiyoruz.

İşte o gün kitaplar açılacak, okunacak. Allah’ın huzurunda saf saf duran insanlar, mahşer yerine grup grup sevk edilen insanlar kitapları okunacak, işledikleri işlerin hesabı sorulacak. Eh, iyi işler yapmışlarsa müttakî kullar, cennete kafile kafile sevk edilecekler. Bu güzel tabii.

(Ve’l-mücrimûne ilâ cehenneme virden virdâ) “Mücrimler, günahkârlar, arsızlar, yüzsüzler, Allah’ın sözünü dinlemeyen âsîler... onlar da grup grup cehenneme sevk edilecekler; onlar da dahil edilecekler, grup grup sokulacaklar.

(Ve kefâ biküm hâzâ va’den ve vaîdâ) Yâni bu sözler hafif sözler değildir, böyle bir kaç cümle içinde çok muazzam hakikatler bildiriliyor: “Bunlar, bu bilgi size vaad ve vaid olarak yeter.”


Vaad ne demek? Bak, Allah cenneti vaad ediyor bizlere: “Ey kullarım, iyi işler yaparsanız, sizi cennete sokacağım.” diyor. Vaîd

ne demek? O da tehdit demek. Bir de cehenneme girersiniz diye tehdit var. “Bak, iyi muttaki kul olursanız cennete gideceksiniz, cenneti size vereceğim!” bu vaad; ama kötü kul olursanız, mücrim olursanız, âsî olursanız, günahkâr olursanız cehenneme atacağım!” bu da tehdit, vaîd. O da bir çeşit vaad ama,tehditli vaad. “Bak, vaad ediyorum size ki, bu günahlarınızın cezası olarak

486

cehenneme atacağım sizi, cayır cayır yakacağım!” tehditli bir vaad bu da...

Araplar güzel vaade vaad derler, tehditli olanına vaîd derler. İşte bu bilgiler insanoğluna, yâni bizlere, sizlere vaad ve vaîd olarak yeter. Yâni müjde olarak, tehdit olarak bunun yetmesi lâzım. O cenneti özlemeliyiz, heveslenmeliyiz, cenneti kazanalım diye aşk’a, şevke gelmeliyiz; cehennemden de korkmalıyız, tüylerimiz diken diken olmalı, cehennemden nasıl kurtulabilirim diye düşünmeliyiz.


c. Allah’ı Tanıyın ve Ona Yönelin!


Bu cümlede Allah-u Teàlâ Hazretleri bize kendisini bildiriyor:


وَانهنَى أَنَا الِلُّ الهذَي لََ اَلٰهَ اَلَه اَنَ وَحْدَي، لََ شَرَيكَ لَى فَى مُلْكَى،


وَلََ شَبَيهَ لَى، وَلََ وَزَيرَ لَى، وَلََ سُلْطَانَ كَسُلطَانَي،


(Ve innenî ena’llàhüllezî lâ ilâhe illâ ene vahdî, lâ şerike lî fî mülkî, ve lâ şebîhe lî, ve lâ vezire lî, ve lâ sultàne kesultànî) “Hiç şüphe yok ki, ben o Allah’ım ki benden gayri hiç bir mâbud yok! Ben tekim şerikim yok; mülkümü tek başıma idare ederim. Kâinatın tasarrufu, egemenlik sadece benim elimde, bana benzeyen bir başka varlık da yok, padişahların veziri, yardımcıları olduğu gibi benim vezirim de yok! Benim saltanatım, hakimiyetim, gücüm kuvvetim gibi de hiç güç kuvvet yok; işte ben o Allah’ım, bunu bilin!” diyor.


فَمَنْ صَلهى وَدَعَانَى قَائَمًا صَائَمًا، اَفْطَرتُهَ بَاَلْوَانَ الْكَرَامَاتَ،


(Femen sallâ ve deânî kàimen sàimen, eftartühû bi-elvâni’l- kerâmât) “Kim namaz kılarsa ve bana dua ederse, vakitlerini geceleri kàim gündüzleri sàim olarak geçirirse...” Geceleri kàim

487

demek, yâni kalkıp abdest alıp namazlar kılıyor. Gündüzleri sàim demek, gündüzleri oruç tutuyor. “Böyle dua ederek, namaz kılarak gecelerini ihya ederek gündüzlerini oruç tutarak güzel ömrünü ibadetle geçiren kullara; (eftartühû bi-elvâni’l-kerâmât) çeşitli ikramlar ile onların oruçlarını ben açtırırım.”

Tabii, hem dünyadaki orucunun arkasından çeşitli ikramlarla açtırmak, hem de ahirette onların mükâfaatlarını cennette vermek suretiyle iftar ettirmek mânâsına geliyor bu...


وَمَنْ صَلهى فَى لَيْلَةٍ قَائَمًا، كَانَ لَهُ شَأْنٌ،


(Ve men sallâ fî leyletin kàimen) “Kim bir geceleyin kalkar da o namaz kılarsa, (kâne lehû şe’nün) Onun çok büyük bir şerefi, iyi bir kazancı olur.”

Muhterem kardeşlerim! Tabii insanoğlu şimdi elektriği icad etti, geceleri ortalık aydınlanıyor, birçok işlerimizi elektrikle yapıyoruz; sokakları aydınlatıyoruz, evlerimiz aydınlık, ışıklar yanıyor... Bir bakıma güzel de, bir bakıma da ışıklar yanık olduğu için insanlar geceleri keyifte, zevkte, sefada, eğlencede geçiriyorlar, telef ediyorlar, harcıyorlar. Halbuki eskiden mum vardı. Mum da bitmesin diye çok yakılmazdı, gece erken yatılırdı; yâni şartlar dolayısıyla gece erken yatılırdı. Yatsı namazını zor bekleyip, kılıp yatarlardı. Ondan sonra tabii uykusunu alıp, geceleyin kalkarlardı.

O gecenin sessiz zamanında herkesin istirahatte olduğu, gürültünün patırtının kesildiği zamanda insan aklını başına iyi toplayabilir ve güzel ibadetler yapması mümkün olur; tefekkürü derin olur, duyguları kuvvetli olur, zikri tesirli olur. O bakımdan gece çok kıymetlidir, ibadet yönünden fevkalâde güzel zamandır gece...


Onun için geceyi zâyi etmemeğe çalışmamız lâzım. Müslüman olarak mümkünse erken vakitte yatıp; teheccüd vaktinde, gecenin yarısı geçince, üçte ikisi geçince, şöyle gecenin sonuna doğru,

488

sahur vaktine doğru kalkmamız lâzım. Bir miktar uyuduktan sonra artık insanın yorgunluğu da kalmaz, ibadeti de aşk ile, şevk ile yapar. O gece ibadeti medh ediliyor burda: “Kim böyle geceleyin kalkar da namaz kılarsa, onun büyük bir kazancı, şânı, şerefi olur.” diye Allah-u Teàlâ Hazretleri Peygamberimiz vasıtasıyla bize bildiriyor.

Demek ki, geceleri ihyâ etmeğe gayret edelim! Hele şimdi Şa’ban ayındayız, işte Berat gecesi geçti Ramazan’a doğru yaklaşıyoruz. Şa’ban ayı da kıymetli bir aydır, Ramazan ayı çok daha kıymetli bir aydır; onbir ayın içinde hepsinden daha kıymetlidir. Senenin bütün aylarının içinde on bir ayın sultanıdır Ramazan. El-hamdü lillâh Ramazan’da biraz geceyi ihyâ etmek işini topluca yapıyoruz, alıştığımız için de zor gelmiyor.

Nasıl ihyâ ediyoruz geceyi: Akşamleyin iftar ediyoruz, akşam oluyor karanlık bastırıyor, gece camiye geliyoruz. Ne yapıyoruz? Uzun, otuz üç rekat teravih namazı kılıyoruz. İşte bu geceleyin kalkıp namaz kılmaktır, ihyâ etmektir geceyi; Epeyce bir uzun namaz kılıyoruz, çok sevabı var tabii.

Sonra yatıyoruz, kalkıyoruz sahura... Sahur vakti de çok kıymetlidir. Tabii, o zaman da aklınızda kalsın abdest alın sahura kalktığınız zaman; yemeğe oturmadan, yemek hazırlamağa hanımlar olarak geçmeden önce abdest alın, iki rekat bile olsa şöyle bir gece namazı, teheccüd namazı kılın! Çünkü, Peygamber Efendimiz başka bir hadis-i şerifinde buyurmuş ki:56


رَكْعَتَانَ مَنَ اللهيْلَ خَيْرٌ لَهُ مَنَ الدُنْيا وَمَا فَيهَا


(Rek’atâni mine’l-leyli) “Geceleyin kılınan iki rekat namaz, (hayrun mine’d-dünyâ ve mâ fîhâ) dünyadan da, dünyanın içindeki her şeyden de daha hayırlıdır.” buyurmuş. Daha hayırlı!



56 Lafız farkıyla: Deylemi, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.455, no:5404; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan. Kenzü’l-Ummal, c.VII, s.785, no:21405; Camiü’l-Ehadis, c.XIII, s.145, no:12782.

489

Şimdi biliyorsunuz, biz Aile Kampı yaptık Warrnambool’da bu sene; her sene değişik yerlerde yapıyoruz. Bir de Brisban’a gittik, orda Hocamız adına güzel Mehmet Zahid Kotku Camii açılıyor diye, açacağız diye. Yollarda güzel lüks semtler var, çok mükemmel köşkler yapmışlar. Arkasından kanal açmışlar, su veya dere veya deniz rıhtımı evin arkasına kadar geliyor. Önüne arabasını park ediyor, bahçesinin arka tarafına kotrasını park ediyor, şu kadar milyon dolarlık köşkler; bilmem iki katlı, üç katlı bahçeli, tenis kortlu, güzel, lüks evler...

E, tabii kim alabilir? “Aman ne kadar güzel! Bir taraftan deniz imkânları, bir taraftan kara imkânları...” filân diyoruz. Düşünün, bunlardan bir tanesine bile böyle bu kadar hayranlık duyuyoruz. Geceleyin kalkıp iki rekat namaz kılmak, dünyanın hepsinden —

sadece bunun bir tanesinden değil, dünyanın hepsinden— ve içindeki şeylerin hepsinden daha kıymetli! Yâni altınından, gümüşünden, elmasından, yakutundan, köşkünden, sarayından, ülkelerden, arazilerden, daha kıymetli... E, o zaman tabii kalkıp da iki rekat namaz kılmayı kaçırmamak lâzım, kaçırmayalım! Allah yardımcımız olsun, gayret kuvvet versin, gayrete gelelim biraz...

İnsanın nefsi istemez, uyku ister nefsi; şeytan da uyutmak için çalışır. Biz de kendimiz gayrete geleceğiz, uyumayacağız. Kalkacağız saati kuracağız. Eskiler ne yaparlarmış? Gece ibadet etmek için mesela büyüklerimizin ibadethanelerini geziyoruz, görüyoruz. Böyle caminin altında... Meselâ, buraya şimdi yastık koymuşlar, yaslanmış durumda sizle konuşuyorum; o arkasına, arka tarafına sivri çivi koymuş. Yâni şöyle arkasına yaslanırsa, çivi batacak. Uyumasın diye; ibadet ettiği yere, diz çöküp ibadet ettiği yerin arkasına çivi koymuş ki yaslanmasın, yaslanıp uykuya dalmasın diye... Uyku geldikçe gözlerini kapatamasınlar diye gözlerine tuz sürerlermiş; öylelerini duyuyoruz. Neden? İşte bu mükâfatları kazanalım diye.

Onların da nefsi var, onların da uykusu geliyor, onların da canı sıcak yatağı istiyor ama; sevabı kazanmak için onlar bizden

490

gayretli, fedâkârlık yapıyorlar. Onun da canı istiyor uyumak, gözüne tuz sürüyor acısın uyuyamasın diye. Efendim, o da yaslanmak istiyor, rahat etmek istiyor; arkasına çivi koyuyor bilmem yaslanıp da uyuyup kalmasın diye. Böyle yorgun düşerlermiş, çenelerinin altına şöyle sopalar koyarlarmış; çenesini dayıyor ki biraz durabilsin diye.

Oruçla, ibadetle böyle neyi arıyorlar? Allah’ın rızasını kazanmak istiyor, işte bu sevapları elde etmeğe çalışıyorlar. İki rekat namaz, dünyada ve dünyanın içindeki her şeyden daha iyi diye bildiriyor hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz. O halde, burada da ne diyor? (Ve men sallâ fî leyletin kàimen kâne lehû şe’nun) “Kim bir gece kalkar da namaz kılarsa, onun bir şanı şerefi olur ki, mükâfaatı olur ki tariflere sığmaz.”


فَمَنْ غَضه بَصَرَهُ عَنْ مَحَارَمَ، اَمهنْتُهُ مَنْ حَرِّ نَيرَانَى،


(Femen gadda basarahû an mehàrimi, emmentühû min harri nîrânî) Başka bir konuyu anlatıyor şimdi, Allah-u Teàlâ

Hazretleri buyurmuş ki: “Haramlardan, yasaklardan, yasak kişilere, yerlere bakmaktan kim gözünü yumarsa...” Yâni karşısına birden haram bir manzara geldi, durum geldi, nâmahrem geldi; gözünü kapatırsa... Gadda basarahû demek, gözünü yummak demek. “Kim Allah’ın haramlarına karşı gözünü yumarsa, (emmentühû min harri nîrânî) “Cehennemimin, benim yarattığım cehennemin hararetli ateşinden onu kurtarır, emniyete alırım, emniyete selâmete çıkarırım.”

Demek ki harama bakmamak, günaha bakmamak, cehennemden kurtulmağa vesile oluyor. Bu tabii hem Türkiye’de, hem burada önemli bir husustur; hanımlar için de önemlidir, beyler için de önemlidir. Çünkü buranın adamları da, kadınları da tesettürü bilmiyorlar, çıplak geziyorlar, Allah’ın bakılmasını yasak ettiği her şeylerini açabiliyorlar; sakınmıyorlar, çekinmiyorlar.

Binâen aleyh, biz ne yapacağız: Allah gözümüze o kapakları

491

niye vermiş? Gerektiği zaman gözümüzü kapatalım diye vermiş. E, ağzımıza dudakları niye vermiş? Gerektiği zaman ağzımızı kapatıp susabilelim diye. Yâni, bunlar emniyet tertibatı... Karşımıza haram geldiği zaman, görülmemesi gereken bir sahne geldiği zaman ne yapacağız? Gözümüzü kapatacağız. İçimizden söylenmemesi gereken bir söz geldiği zaman ne yapacağız? Dudağımızı kapatacağız, günahlara girmeyeceğiz. Bak, gözünü haramdan sakınanı Allah ahirette cehennem ateşinden kurtarıp selâmete çıkartıyor, o mükâfatı veriyor.


فَاَنَا رَبُكُمْ فَأَعْرَفُونَي،


(Feene rabbüküm fa’rifûnî) “Bak ben sizin Yaradanınızım, Rabbinizim, bilin bunu!”

Şimdi biz kendimiz mi büyüdük, kendimiz mi kendimizi meydana getirdik? Hayır! Hiç bir şeyden haberimiz yokken, aklımız bile başımızda değilken, küçücük bir halden kocaman bir arslan gibi, levent gibi, fidan gibi, selvi gibi bir vücut haline geldik. Kim bu hale getiriyor bizi? İçimizdeki bu uzuvların büyümesi, gelişmesi, boyumuzun atması, serilip serpilmemiz nasıl oluyor? Rabbül àlemînin rubûbiyetiyle oluyor, rablığıyla oluyor.

Binâen aleyh, öyle buyuruyor Mevlâmız: “Ben sizin Rabbinizim, işte sizi böyle besleyen, büyüten, geliştiren, yaşatan benim! (Fa’rifûnî) Beni bilin!” Yâni, biz Allah’ı bilen insanlar olmalıyız. Allah’ı bilmeyen, tanımayan, din iman bilmez insanlardan olmamalıyız; Allah’ı bilen, arif insanlardan olmalıyız. Çünkü böyle emrediyor, “Beni bilin!” diyor. Yâni, bu nimetlerin benden geldiğini bilin, bana kulluk edin demek.


وَأَنَا الْمُنْعَمَ فَاشْكُرُونَي،


(Ve ene’l-mün’imü fe’şkürûnî) “Size gelen nimetleri in’am eden, ihsân eden benim; bana şükredin!”

492

El-hamdü lillâh, bakın şimdi ben bir konuşma yapacağım diye masamın üstünü arkadaşlarımız nelerle doldurdular: Renkli renkli meşrubatlar, çiçekler... Daha daha; sofralarımızda sabah akşam kebaplar, tatlılar tuzlular, her çeşit meyvalar, sebzeler... Eh, kesemizde paramız var, evimiz var, altımızda otomobilimiz var, sıcak suyumuz var, soğuk suyumuz var... Eh, bunların çoğuna sahip değil dünyanın bir çok yerindeki insanlar. Çeçenistan’dakiler sahip mi?.. Somali’deki, Sudan’daki kardeşlerimiz sahip mi?.. Afganistan’daki, Keşmir’deki, Hindistan’daki, Bengladeş’teki kardeşlerimiz sahip mi?.. Açlıktan kırılıyorlar birçok yerlerde...

Hele hele biz bir kere Avustralya’dan hacca giderken, Filipinler’e Manila Havaalanı’na uğramıştık, oradan geçmiştik hacca. Bizim Avustralyalı, Melbournlu hacı kardeşlerimizden bir tanesi havaalanından şehre indi, Manila şehrine. Geldi ama gözleri yaşlı, “Hocam, Manila camisine gittim, o kadar çok fakir insan var ki; yerlere yatmışlar, yoksul, sefil, perişan, aç, çıplak, çok fakirler!” dedi. Nasıl olsa hacca gideceğim, Manila’da biraz mola vereceğiz diye zekâtını cebine koymuş, Manila’daki, Pilipinler’deki müslümanlara verdi ama ağladı bize bunu anlatırken...

Evet, onlar öyle aç susuz ama el-hamdü lillâh, Allah bize burada çok nimetler vermiş. Bu nimetleri veren Allah... Binâen aleyh, “Ben nimetleri veren mün’im-i hakîkîyim, bana şükrediniz!” diye emrediyor.


وَأَنَا الْحَافَظُ فَاسْتَحْفَظُونَي، وَأَنَا النهاصَرُ فَاسْتَنْصَرُونَي،


(Ve ene’l-hàfizu fe’stahfizùnî) “Sizi koruyan benim; felâketlerden, musibetlerden, hastalıklardan, sıkıntılardan, belâlardan koruyan benim; korunmayı benden isteyin! Deyin ki: Yâ Rabbi koruyan sensin, bizi koru!”

(Ve ene’n-nâsıru fe’stensırûnî) “Yardımı veren, zaferi kazandıran benim!” Bak bizim dedelerimiz nice harplere

493

girmişler, azıcık ordular koca haçlı ordularını, muazzam kuvvetleri yenmişler. Nasıl olmuş bu? Az sayıda sahabe çok sayıda müşriki yenmiş. İslâm orduları İran’ın büyük fillerle donanmış muazzam ordusuyla çarpışmışlar, üç gün savaş devam etmiş; koca Sâsânî İmparatorluğu’nu yenmişler, üç-dört bin kişilik müslüman mücahitle... Kim veriyor bu zaferi? Allah... “Nusreti veren, yardımı yapan benim, yardımı benden isteyin!” diyor.

Yardımı Allah’tan istemezse bir insan ne olur? Yardımsız kalır. Bir keresinde Peygamber Efendimiz’in zamanında bu başlarına geldi. Peygamber Efendimiz Mekke’yi fethetti, ondan sonra ordu Taif taraflarına doğru yöneldi. Çünkü, Mekke’ye yardım etmek için Arapların müşrik kabileleri, kâfir kabileler toplanmışlar geliyorlardı. Müslümanlar onlarla çarpışmak için şöyle çıktılar Taif tarafına doğru; düşmanla karşılaştılar. Şöyle düşündüler:

“—Bundan önceki savaşlarda sayımız azdı, biz düşmanı yeniyorduk. Artık Mekke’yi de fethettik, şimdi sayımız da az değil; şu hale bak, vadi dolusu müslümanız! Eh, eskisi kadar da imkânlarımız az değil; atımız var, devemiz var, silahımız var... Başımızda da Peygamber SAS Efendimiz olduğuna göre, biz de mü’min olduğumuza göre, Allah yolundayız; o halde herhalde Allah bize zafer verir, bizi kimse yenemez!” diye düşündüler.

Ama bu düşünce yanlış olduğundan, yâni sandılar ki sayının çokluğuyla, alet edavatın fazlalığıyla zafer kazanılıyor; o yanlışlıktan dolayı ilk önce bir hezimete uğradılar, dünya başlarına dar geldi. Baktılar ki, Allah yardım ederse zafer kazanılıyor, yardım etmezse sayı alet ve edevât kâr etmiyor. Onun üzerine tevbe ettiler. Tabii Allah da yine yardım etti; yendiler.

Demek ki, başında Peygamberimiz’in olduğu bir ordu bile, yanlış bir düşünceyle, sakat bir zihniyetle hareket ederse, o bile cezaya uğruyor. E, biz de bundan ibret almalıyız. Yardım edenin Allah olduğunu bilip yardımı Allah’tan istemeliyiz, ona dayanmalıyız, ona güzel kulluk etmeliyiz.


وَأَنَا الْغَافَرُ فَاسْتَغْفَرُونَي،

494

(Ve ene’l-gàfiru fe’stağfirûnî) “Günahları afv u mağfiret eden Benim, o halde benden afv u mağfiret isteyin!”

Bunu Auburn Camii’ndeki vaazımda da söyledim. Bu Berat gecesinde güneş batar batmaz, Allah-u Teàlâ Hazretleri sema-i dünyaya nüzûl eyleyip kullarına sesleniyor: “Yok mu içinizde affını isteyen? Haydi af istesin, mağfiret istesin; ben onu afv u mağfiret edeceğim!” diye seslenir diye anlatmıştım. Ee, tabii bizim de Allah’ın böyle afv u mağfiret edici olduğunu bilip, ondan afv u mağfiret istememiz lâzım.


وَأَنَا الْمَقْصُودَةَ فَاقْصَدُونَي،


(Ve ene’l-maksûdu fa’ksıdûnî) İşte burada geldik yine, el- hamdü lillâh bizim tasavvufumuza... Diyor ki: “Maksudunuz benim, binâen aleyh bana yöneliniz!”

Yâni, “Senin kasdın ne?” deriz bir insan bir şey yaptığı zaman. “Sen bu sözü niye söylüyorsun, kasdın ne? Neyi kasdediyorsun? Şu işi şöyle yaptın, kastın ne?” deriz. İnsanın düşüncesi, hedefi demek, amacı demek, niyeti demek yâni. “Maksud olan benim, beni kasdediniz, bana yöneliniz, beni hedef alınız, benim rızamı kazanmaya çalışınız!” diyor. Biz de biliyorsunuz zikir esnasında, “Allah... Allah... Allah...” diyoruz. Her yüz defada bir durup:


إَلٰهَي أَنْتَ مَقْصُودَي، وَرَضَاكَ مَطْلُوبَي!


(İlâhî ente maksùdî ve rıdàke matlûbî) “Yâ Rabbi sensin benim maksudum, ben senin rızanı istiyorum!” diyoruz. İşte bak burada: “Maksud benim, beni isteyin, bana yönelin!” diye Allah emrettiği

için biz bu sözü söylüyoruz, onun için o tavrı takınıyoruz. El- hamdü lillâh, demek ki Allah’ın istediği şeyi yapıyoruz. Allah yaptığımız şeyi güzel yapmayı nasib eylesin...

495

وَأَنَا الْمُعْطَي فَاسْئَلُونَي،


(Ve ene’l-mu’tî fes’elûnî) “Veren benim, benden isteyin!” Yâni, “Zenginliği veren benim, sıhhati veren benim, her türlü imkânınızı size nasib eden, alnınıza yazı olarak yazan, rızık olarak size yazan benim; benden isteyin başkasından istemeyin, başkasından ummayın; başkasından umup da ona dalkavukluk etmeyin, yaltaklanmayın! Başka yerlerden menfaat gelecek sanıp da, günahlara bulaşmayın!” demek yâni bu.


وَأَنَا الْمَعْبُودَ فَاعْبُدُونَي،


(Ve ene’l-ma’bûdü fa’büdûnî) “İbadet edilmeye lâyık hakîkî mâbud benim, bana ibadet edin!”

Maalesef insanlar Allah’a ibadet etmeyi akıl edip bilemiyorlar, İslâm onların hatalarını anlatmış. Bakın bize Allah nasib etti, Avustralya’ya geldik. Burada Aborijinlerden başlayarak, hristiyanlara, yahudilere kadar dünyanın her yerinden insan var. Budistler var, hindular var, hintliler var, her çeşit insanın dinini görüyoruz. Hepsi yanlış, hepsinin yanlışını Kur’an-ı Kerim bildiriyor.

Neden yanlış?.. Budistler Buda’ya tapıyor. Göbekli bir adam heykeli yapmışlar. Pekiyi bu Buda bir insan mıydı, yaşamış mıydı? Yaşamıştı. Dünyaya gelmeden evvel insanlar kime tapacaktı?

Hristiyanlar Hazreti İsa’ya tapıyor. Peki, Hazreti İsa’dan önceki insanlar neye tapacak? Yâni, Hazreti İsa’dan önce çarmıh yoktu, put yoktu, haç yoktu. Demek ki sonradan uydurma olduğu, yanlış olduğu buradan anlaşılıyor.

Japonlar aya güneşe tapıyor; yanlış. Ayın ve güneşin ne kıymeti var? Gökyüzünde nice nice aylar ve güneşler var. Hintliler öküze taparlarmış, şuna buna taparlarmış.. E, öküzün ne kıymeti var? Öküz gibi daha nice hayvanlar var. Binaenaleyh yanlış,

496

yanlış olduğunu akıl mantık vicdan ilim irfan söylüyor; Mâbud olan Allah’tır, Allah’a ibadet edeceğiz.

“—Mâbud benim, bana ibadet et!” diyor.

Allah-u Teàlâ’nın bir mühim ihtarı var Kur’an-ı Kerim’de: Kendinden gayriye ibadet edilmesini çok büyük suç olarak kabul ediyor, ve onu asla affetmiyor. Gaffârü’z-zünûb, Erhamü’r- râhimîn, Ekremü’l-ekremîn; günahları bağışlayıcı, affetmeyi sevici, Rahman ve Rahîm amma; kendisine ibadet etmeyeni, şirk koşanı, müşrik olanı, kâfir olanı affetmiyor.


إَنه الِلَّ لََ يَغْفَرُ أَنْ يُشْرَكَ بَهَ وَيَغْفَرُ مَا دُونَ ذَلَكَ لَمَنْ يَشَاءُ

(النساء:٨٤)


(İnna’llàhe lâ yağfiru en yüşreke bihî ve yağfiru mâ dûne zâlike li-men yeşâ’) [Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başka günahları dilediği kimse için bağışlar.] (Nisâ, 4/48)

ayet-i kerimesiyle sabit.

“Bana ibadet edin!” diyor, onu istiyor. Allah’tan gayriye ibadet eden, ibadette yönünü, yerini şaşıran, kime ibadet etmesi gerektiğini bilmeyen insan; hali harap, perişan. Çünkü Allah onun mutlaka cezasını verir, onu affetmez.


وَأَنَا الْعَالَمُ بَالسهرَائَرَ فَاحْذَرُونَي وَاتهقُونَي.


(Ve ene’l-àlimü bi’s-serâiri fa’hzerûnî ve’ttekùnî) “Ben sizin gönlünüzdeki gizli işlerinizi, niyetlerinizi de bilirim, serâirinizi, sırlarınızı, içinizdeki gizlilerinizi de bilirim; benden sakının, benden çekinin, kötü şeyler düşünmeyin! Kötü şeylerin cezasını vereceğim için tedbirli olun, takvâ ehli olun!”

Tabii, yine el-hamdü lillâh, tasavvuf bizim takvâ yolumuz; takva ehli olun diye emrediyor. El-hamdü lillâh bakın, Sydney’de etrafınıza bakın! Çeşit çeşit gruplar var ama, işte ayetlere, hadislere göre en güzel yolu Allah bize nasib etmiş; el-hamdü

497

lillâh.


d. Hizmete Koşun!


Şimdi iki kâğıt geldi, onların cevabını vereyim.

Soru:

Dergâhımıza bağlı olan kardeş, dergâhtaki faaliyet dururken dışarıya destek vermesi veya dışarıdaki sohbetlere gidip dergâha devam etmemesi olur mu?


Olmaz, öyle şey olmaz! El-hamdü lillâh, ben sizi tebrik ediyorum, memnun oldum ki, burada bir Mehmed Zâhid Kotku Dergâhı kurmuşsunuz. Kim Mehmed Zahid Kotku Hocamız’ın dervişiyse, kim bizim dervişimizse buraya gelecek, buradaki derslere devam edecek; başka yerlere gitmesi uygun olmaz. Neden? Başka yerlerde ayağını kaydırırlar, şaşırtırlar, İslâm’ı doğru öğretmezler. Çok tecrübelerimiz var, biliyoruz bunları...

Onun için bizim kardeşlerimiz mutlaka buraya devam edecekler, başka yere, başkasının sohbetine gitmeyecekler.


Soru:

Hatm-i hàcegânın önemi; hanımlarımızın birbirine karşı, dergâha karşı vazifeleri, ihvanımızın birbirine karşı vazifeleri, yapmamız gereken hizmetler ve bu hizmetlere destek hususunda tavsiyelerinizi istirham ediyoruz.


Hatm-i Hàcegân bizim Nakşî Tarikatımızın zikridir. Hızır Aleyhisselam, Abdulhalik-ı Gücdevânî Efendimiz’e, şu zikirleri şu miktarda şöyle yapın diye tavsiye etmiş, Hızır Aleyhisselâm’ın tavsiyesi... O halde, Hatm-i Hàcegân çok kıymetlidir.

Biliyorsunuz şimdi Kafkasya’da harp oluyor, eskiden de Ruslar oraya saldırmışlar da; Şeyh Şamiller, bizim Nakşî büyüklerimiz, mürşidlerimiz, sevdiğimiz mübarek kimseler, tarikatımızın eski pirleri oralarda Ruslarla cihadlar ettiler, büyük mücahid onlar. Sonra da Ruslar büyük ordularla Kafkasya’yı istilâ ettiler.

498

İstanbul’a geldikleri zaman, Gümüşhânevî Ahmed Ziyâed- din Hocamız onlara demiş ki:

“—Bakın siz Hatm-i Hàcegânı kesmeseydiniz, ihmal etmeseydiniz, devam etsey-diniz, Ruslar sizi yeneme-yecekti.” Çünkü, Hatm-i Hàcegân’ın çok faydaları var; bir faydası da böyle düşmanlara karşı da Allah’ın insanları korumasıdır. Onun için Hatm-i Hàcegân’a devam edin!

İhvan olarak birbirinize karşı çok samîmî bağlarla bağlı olmanız lâzım, birbirinize karşı vazifeleriniz var. Bu bizim Risâle-i Hàlidiyye kitabında da yazılıdır, başka bütün tasavvuf kitaplarımızda da yazılıdır. Birbirinizi seveceksiniz, kusurlarınızı affedeceksiniz, dargınsanız barışacaksınız ve beraber çalışacaksınız; İslâmî hizmetleri genişleteceksiniz, büyüteceksiniz. Evet, burada güzel İslâmî hizmetler var ama; bu İslâmî hizmetler miktar olarak azdır. O kadar çok olmalı ki bütün Türkleri, buradaki müslümanları kurtarmalıyız, onlara hitab edebilmeliyiz. O kadar çok olmalı ki, bütün Avustralya’ya hitab edebilmeliyiz; hristiyanlardan, budistlerden insan kazanıp onları müslüman etmeğe çalışmalıyız.

Binâen aleyh, elbirliği ile çalışacaksınız, kardeşliğin icabı olarak birbirinizle kenetleneceksiniz; hani ayet-i kerimede bildiriyor ki Allah-u Teàlâ Hazretleri:


إَنه الِلَّ يُحَبُ الهذَينَ يُقَاتَلُونَ فَي سَبَيلَهَ صَفًّا كَأَنههُمْ بُنيَانٌ مَرْصُوصٌ

(الصف:٤)

499

(İnna’llàhe yuhibbü’llezîne yukàtilûne fî sebîlihî saffen keennehüm bünyânün mersùs) “Allah kendi yolunda, İslâm’a hizmet etmek için böyle kenetlenmiş bir duvar gibi, bünyânün mersus gibi birbirlerine sımsıkı sarılmış bir şekilde cihad eden mü’minleri sever.” (Saf, 61/4) buyuruyor. Öyle olacaksınız,


Allah’ın sevgisini kazanmak için yapmanız gereken hizmetler çoktur; tabii bunların bir kısmı paraya bağlı oluyor, biraz da bilgiye bağlı oluyor. Bir kere burada mutlaka ve mutlaka eğitim işlerini güzelce yapacaksınız! Mutlaka eğitim; insanların, çocukların, hanımların, beylerin, cahillerin, büyüklerin küçüklerin eğitiminin her çeşidini yapacaksınız. Burası yetmez, daha büyük müessese kuracaksınız. İnşaallah yurt kuracaksınız, kolej kuracaksınız, yayınlar yapacaksınız, kitaplarımızı İngilizce’ye çevireceksiniz, ilgililere anlatacaksınız.

Bantlarımızı, kasetlerimizi dinlettireceksiniz. Şarkı türkü boş şeyler dinleyecek yerde, misafirliğe gittiğiniz zaman, size misafir geldikleri zaman onları dinlettireceksiniz. İnsanları doğru yola

500

çekmeğe, Allah’ın dinine hizmet etmeğe, Allah’ın CC rızasını kazanmağa gayret edeceksiniz.


Tabii, bu hizmetler fedâkârlıkla oluyor. Bakın burasının şu kadar kirası vardır, şu kadar masrafı vardır... Bu masrafları bazı kıymetli fedâkâr, vefakâr kardeşlerimiz kendi keselerinden yapıyorlar, yâni ses çıkartmıyorlar. Bazen masraflar onların kendi üzerlerine yığılıyor, kenara herkes çekiliveriyor, onlar ödüyorlar. Ama, Allah da onlara daha çok veriyor tabii...

Çünkü, Allah yolunda harcanan para zayi olmaz. Peygamber Efendimiz yemin ediyor:

“—Vallàhi, hayır ve sadaka yapmakla mal azalmaz!” diye.

Onlara Allah daha çok veriyor, başka yerlerden rızıklarını genişlettiriyor. Siz de bu sevaplardan istifade edin, bu hayırlara katılın, parasız iş olmaz. Bakın şu hristiyanların, bakın caddelere köşe başlarına; en güzel yerlerdedir kiliseleri, en güzel binaları vardır ve çoktur. Yâni ben şimdi Melbourn’daki Sydney Road’u hatırlıyorum, onun üzerinde her köşe başında ne kadar büyük kiliseler olduğunu biliyorum. Sydney’i iyi bilmediğim için misal veremiyorum ama; bu adamlar bunları nasıl yaptılar? İki adımda bir kilise, okul, üniversite, hastane vesaire... Hepsi haçlı putlu... Nasıl yaptılar bunları, ne ile yaptılar? Para vererek yaptılar.

Demek ki bunlar hayrı, hasenatı, müesseselerin faaliyetleri az geliyor da, gidiyorlar bizim memleketimize, İzmir’e İstanbul’a şuraya buraya... Dergilerimizde resimleri var, misyoner teşkilatı kuruyorlar, müslüman çocukları hristiyan yapmağa çalışıyorlar. Okullar açıyorlar, müslüman çocukları alıp hristiyanlığa göre yetiştirmeğe çalışıyorlar.


Bizim de Allah yolunda kazancımızı sarf etmeğe çalışmamız lâzım, masraflara da iştirak etmemiz lâzım! Ne kadar para çok olursa, hizmetler de o kadar fazla olur. Biz el-hamdü lillâh Türkiye’de bu şeyi aştık; şimdi çok büyük müesseselerimiz var, kolejlerimiz var, okullarımız var, radyolarımız var, televizyonlarımız var... Şimdi Türkiye’ye sağ olup dönersem, yeni

501

radyoların açılış merasimlerini yapacağız, hastanelerin açılışlarını yapacağız... E, bunlar parayla oluyor. Para da nereden geliyor? Müslümanlardan geliyor, müslümanlar bu hayırları yapıyorlar, parayla destekleri veriyorlar, bu işler öyle oluyor.

Tabii, herkes parayı güzel kullanmasını da bilemez, neyi yapacağını bilemez, boş yere harcar. Meselâ bakın, bu Auburn Camii’ne altı yedi milyon Avustralya doları harcanmış. O kadar para harcanmadan, ondan daha güzel şeyler yapılabilirdi; parayı kullanmasını bilememişler. Çok masraf olmuş, az hizmet olmuş, küçük bir hizmet olmuş. Sabahları camide namaz kılıyoruz, sıcaktan patlıyoruz. Bölmesi yok, odası yok, konferans salonu yok, hizmet yerleri yok; daracık bir yere sıkıştırmışlar, avlusu yok, parkı yok, bahçesi yok, çocuklar için yeri yok...

Demek ki, herkes parayı kullanmasını bilmiyor. O kadar para bizim elimizde olsaydı, neler yapardık Allah’ın izniyle... Parayı kullanmasını bilmek de bir hünerdir. Onun için, parayı bizim planladığımız şekilde güzel kullanmak için siz de hayırlara iştirak edeceksiniz.


Allah size emrediyor. Bakın bizim dinimizde zekât da İslâm’ın farzlarından birisi. Zekât yâni malının bir miktarını, parasının bir miktarını Allah yoluna vermek; bu da bir ibadet.! Namaz bir ibadet, oruç bir ibadet, hac bir ibadet; zekât da bir ibadet, para vermek de ibadet. Onun için, parasal bakımdan da destek olacaksınız birbirinize. Sevgi ve saygı içinde, muhabbetle birbirinize sarılacaksınız. Biz hedefleri size göstereceğiz:

“—Bakın şunu yapın, bunun sevabı çok. Şunu yapın, Allah bundan razı oluyor. Şunu yapın, buna çok büyük ihtiyaç var. Şunu yapmazsanız çocuklarınız mahvolur, şunu yapmazsanız ahirette başınız belâya girer, mahkeme-i kübrada mahkûm olursunuz, Allah’ın gazabına uğrarsınız. Aman şöyle olsun böyle olsun!” diye biz size öğreteceğiz bunları.

Kur’an-ı Kerim’den, hadis-i şeriflerden öğreteceğiz; siz de yapacaksınız.

502

Bakın, Peygamber Efendimiz’in bir hadisini yeni okudum. Ebü’d-Derdâ RA’ın rivayet ettiğine göre Peygamber SAS Efendimiz şöyle buyuruyor:57


مَا مَنْ خَمْسَةَ أَبْيَاتٍ، لََ يُؤَذهنُ فَيهَمْ بَالصهلاَةَ، وَتُقَامُ فَيهَمْ بَالصهلاَةَ؛


إَلَه اسْتَحْوَذَ عَلَيْهَمُ الشهيْطَانُ (حم. طب. عن أبي الدرداء)


RE. 381/5 (Mâ min hamsetü ebyâtin) “Hiç bir beş tane ev yoktur ki, (lâ yüezzenü fîhim bi’s-salâh, ve tükàmü fîhim bi’s- salâh) içinde namaz için ezan okunmuyor, namaz için ikàmet getirilmiyor; (ille’stahveze aleyhimü’ş-şeytàn) şeytan oraya hàkim olur, şeytan oraya bastırır, gàlip gelir.” Yani, “Bir yerde beş tane ev olursa, beş tane ev bir araya



57 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.VI, s.445, no:27553; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LIX, s.340, Ebü’d-Derdâ RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.VII, s.978, no:20372; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIX, s.153, no:20443.

503

gelirse; o beş evin ahalisinin mutlaka orada ezan okuması, kamet getirmesi, cemaatle namaz kılması şarttır.” diyor Peygamber Efendimiz.

Hani çölde, yaylada, badiyede, orada burada beş tane ev oldu mu; ezan okunacak, toplu cemaatle namaz kılacaklar; bu gerekir diyor. Bunu yapmadıkları zaman şeytan onlara hakimdir, galebe çalar, yuları boyunlarına takar, halkayı burunlarına geçirir, ayı oynatır gibi istediği işi yaptırtır demek istiyor yâni. Ben Türkçe tabiriyle söylediğim için; öz Türkçesi derler. Hani böyle kaba da olsa biraz, şeytan avucuna alıyor insanı. (İstahveze aleyhimü’ş- şeytan) “Şeytan onlara galebe çalar.” buyruluyor.


Binaen aleyh, beş kişi olunca bir cami yapmak lâzım! Beş kişi camiyi ne yapacak? Avlusundaki barakayı cami yapsa yine cami olur işte; yâni zor bir şey de değil. Dört tane direğin üstüne çardak yapsa, kâfi olur.

Peygamber SAS Efendimiz’in camisi hurma dallarıyla yapılmıştı, böyle süslü, ziynetli, masraflı değildi. Daha kolay bir şekilde yapılabilir. İşte hizmetlerin nasıl yapılacağını düşünmek büyük bir iştir, alimlerin işidir. İstişareyle, ilmin sonucu olarak anlaşılır. Neyin daha önemli olduğunu halk anlayamaz, kendi bildiğine gider, yanlış yollara gider.

Bakın, burada Auburn Camii bir misaldir. O kadar parayla ben yedi tane şehirde, bundan daha büyük hizmet gören İslâmî merkez kurulur diye, kurardık diye düşünüyorum. Efendim, birer milyona neler yapardık yedi tane şehirde; Melbourne, Sydney, Brisbane, Mildura, Perth, filanca, falanca... Yedi tane şehirde kocaman Auburn gibi dernekler, konferans salonları, odaları olan yer yapardık.


Binâen aleyh, bizim dergilerimizi okuyun, yazılarımızı, kitaplarımızı okuyun; fikirlerimizi uygulamaya elbirliği ile gayret edin! Bir araya gelin haftanın belli günlerinde, “Nasıl hizmet yapabiliriz, hizmette neler yapmamız lâzım, bunu yapmak için ne kadar masraf lâzım?” diye bunları istişare edin, şûra yapın,

504

meşveret yapın, toplantılar yapın, kararlaştırın!

Çok hoşuma gitti, burada İlim, Kültür, Ahlâk ve Çevre Derneği kurmuşsunuz. Dernekleşmek güzeldir, sosyal organizasyonlar çok kıymetlidir. İnsanın arabası oldu mu hoşuna gidiyor. Organizasyonu oldu mu daha da güzel bir şeydir. Teşkilat çok önemlidir. İşte böyle teşkilatlanmasını bilenler yükselir. Teşkilatlanacaksınız, teşkilat içindeki görevlerinizi yapacaksınız. Herkese daha güzel hizmetler üretip, daha çok faydalı olacağız. Allah’ın rızasını kazanacağız, dünyada da ahirette de bahtiyar olacağız.


Allah-u Teàlâ Hazretleri hayırlara muvaffak eylesin... Hakkı hak olarak görmeyi nasib eylesin; ona uymayı, onu uygulamayı nasib eylesin... Bâtılı bâtıl olarak görüp ondan sakınmayı, korunmayı, çekinmeyi nasib eylesin...

Kabirden kalktığımız zaman, şu hadis-i şerifte okuduğumuz o mahşer yerinde, insanların saf saf durduğu yerde, defterlerin açılıp insanın sorguya suale çekildiği yerde Allah bizi sıkıntılara uğratmasın… Arş-ı A’lâsının gölgesinde gölgelendirsin, nurdan minberlerde oturtsun, ikrâm eylesin, ihsân eylesin...

Peygamber SAS Efendimiz’le beraber muttakî, sâlih, evliyâ kullarıyla beraber, mürşidlerimizle, evliyâullah büyüklerimizle beraber Rabbimiz bizi Firdevs-i A’lâ’ya dahil eylesin... Cennet nimetlerini nasib eylesin, cemâliyle şerefyâb eylesin, selâmıyla ferahnâk eylesin...

Bi-hürmeti habîbihî muhammedeni’l-mustafâ, ve bi-hürmeti ismike’l-a’zam, ve bi-hürmeti esrârı sûreti’l-fâtihah!..


17. 01. 1995 - M. Zahid Kotku Dergâhı

505
20. ÇOCUKLARINIZI DİNDAR YETİŞTİRİN!